Kara bulutların arasına gizlenmiş olan güneş, canı istedikçe bulutlardan boşalan yağmuru kesip yüzünü gösteriyor. Işık yemyeşil çayırlar üzerinde oyunlar oynuyor. Tabiat adeta ne kadar güzel olabileceğini hatırlatıyorBurası Fransa’nın kuzeybatı ucu, Bretanya, Fransa’nın bir parçası olmasına rağmen, çok ayrı bir bölge. Bretonlar, İskoçlar, İrlandalılar ve Galliler gibi Kelt asıllı ve kökenlerini kültürlerine yansıtmayı da bu kültürü korumayı da başarmışlar. Bretanya’nın Lorient kentinde her yıl Ağustos ayında bütün Keltlerin katılımıyla Kelt festivali düzenleniyor. Biz Cancale’deyiz. Kayaların üzerinde 2 bin 500 çeşit bitkinin bulunduğu bir bahçenin içindeki Chateau Richeux, yirmili yıllardan kalma bir malikane. Üç Michelin yıldızlı şef Olivier Roellinger, Fransa’nın en saygın şeflerinden, Chateau Richeux’yu çok hoş bir otele çevirmiş. Roellinger’in Cancale’de doğduğu evdeki restoranı Le Relais Gourmand, Fransa’nın en iyi restoranlarından birisi olarak kabul ediliyor. Otelin restoranı Le Coquillage ise daha makul fiyatlı, tam bir deniz mahsulü cenneti. Kabuklu deniz mahsülleri konusunda uzmanlaşmış seyahat arkadaşımız Ergin Bengisü, önündeki Fruits de Mer tabağı için “Şimdiye kadar yediklerimin en iyisi” diyor, inanıyorum. Zaten otelin önündeki Cancale körfezindeki 400 hektarlık “istridye tarlaları”nda dünyanın en lezzetli istridyeleri yetişiyor. Cancale’in balıkçı limanı deniz kenarına dizili bir sıra evden oluşuyor. Eski balıkçı evleri balıkçı restoranları haline getirilmiş. Aslında balıkçı lokantasından çok, istridye lokantası demek daha doğru olur. En salaş görünümlü olanlar restoranlardan Au Pied d’Cheval’e giriyoruz. Restoranın sahibi olduğunu tahmin ettiğimiz iki kadın tezgahtaki istridyelerden getiriyor. Kocaları yüzyıllardır ta Kanada sahillerine, Newfoundland’a kadar balığa çıkan Cancale’in kadınları da aynı istridyeleri gibi sert karakterleri ve dobralıklarıyla ünlüymüş.Paris’e sadece 4 saat uzaklıkta Cancale’in 20 dakika batısında Fransa’nın en ilginç şehirlerinden St. Malo bulunuyor. İsyankâr bir şehir, 17. ve 18. yüzyıllarda deniz ticareti ve korsanlıkla çok zenginleşmiş. St. Malolular sık sık bağımsızlık istemesi ve kısa süreli olsa da arada bir kendi cumhuriyetlerini ilan etmekle ünlü. 1436 yılında bir İngiliz denizci, “St. Malolular denizlerde dolaşan en büyük hırsızlardır, kendi düklerine bile saygıları yoktur” diye yazmış. St. Malo denize uzanan bir yarımadanın üzerinde kurulu. Bütün şehri, daha doğrusu yarımadayı saran duvarların arkasında görkemli taş binalarla dolu bir şehir yükseliyor. Şehrin çok belirgin bir ağırlığı var; yazar ve diplomat Chateaubriand ile Kanada kaşifi Jacques Cartier buralılar. St. Malo’nun 20 dakika kadar güneyindeki Dinan ise bambaşka bir şehir. St. Malo taş binalar ve onları çeviren görkemli surları ile dikkat çekerken, Dinan’da sanki bir rüya aleminden fışkırmış yarı ahşap evler hemen göze çarpıyor. Dinan’ı gezmek kolay. Ortaçağdan kalma cumbalı tahta evlerin çevrelediği kasabanın ana meydanı Place des Merciers’den, Rue du Jerzual’i izleyerek şehrin eski ana kapısından çıkıp iki tarafında birbirinden güzel ahşap evlerin sıralandığı Rue de Petit Fort’dan nehir kıyısına kadar uzanan yürüyüş, bir ortaçağ Avrupa’sı kentinde yapabileceğiniz en güzel yürüyüşlerden birisi olmalı. Ama özellikle orta çağlardan bahsedeceksek, buraların en görkemli ve haklı olarak da en ünlü yapısı Normandiya sınırındaki Le Mont St. Michel ve etrafındaki köy. Bu deniz kıyısından birkaç yüz metre uzaklıktaki bir kayalığın üzerindeki kilise ve etrafındaki daracık sokaklardaki birkaç binadan oluşan köyün resimlerine Fransa posterlerinde rastlamışsınızdır. Bretanya ve bütün anlattıklarım Paris’ten sadece 4 saat mesafede. Ekim, turist kalabalıkları kaybolmuş olacağı için Bretanya’ya gitmek için iyi bir ay. Zaten istridye yiyecekseniz, bilenler bilir, istridye Fransızca veya İngilizce’de isminde “R” harfi bulunan aylarda yenir, Ekim, yani OctobeR de bu aylardan birisidir...Bunları yapmadan dönmeyinn Le Mont St Michel’in tepesine çıkıp kilise ve köyü gezdikten sonra La Mère Poulard’a omlet yiyin. Bu restoran 120 yıldır dünyanın en iyi omletini yaptığını iddia ediyor. n Le Mont St. Michel’de deniz çekildiği zaman ortaya çıkan kumsalda yalın ayak yürüyebilirsiniz. Kumsaldan sonra başlayan ve rüzgarla sürekli deniz tuzu yiyen çayırlarda otlayan kuzuların etleri, dünyanın en lezzetli etleri arasında kabul ediliyor. n St. Malo surlarının üzerinde gezinti Dubrovnik kadar değilse de çok keyifli. Burası deniz kokuyor; rüzgar varsa denizi yüzünüzde, hatta ıslanmadan bütün vücudunuzda hissedebilirsiniz. n St. Malo’da Michelin yıldızlı A La Duchesse Anne’de (02-99408533) mutlaka elma turtası, Tarte Tatin yemelisiniz. Milföy hamuru ve karamelize elmaların üzerine döktükleri duble Normandiya kremasını kaşıkla yiyebilirsiniz.Nerede kalınır?u CancaleLe Chateau Richeux0033-2-99896476www.maisons-de-bricourt.comLe Querrien0033-2-99896456lequerrien@wanadoo.fru DinanHotel Le Jerzual0033-2-96870202hotel jerzualdinan@wanadoo.fru Le Mont Saint MichelAuberge Saint-Pierre0033-2-33601403aubergesaintpierre@wanadoo.frRelais St Michel0033-2-33893200relaisstmichel@merepoulard.com
Florina bütün Osmanlı şehirleri gibi sırtını bir dağa yaslamakla yetinmemiş, içinden akan nehirin vadisi boyunca adeta dağın içine girmişti. Sabah kalktığımızda daha güneş doğmamıştı; nehir kıyısındaki eski Türk mahallesine indik. Osmanlı buraları sanki hiç terk etmemiş gibi duruyordu. Dökme demir sokak lambalarının, eski konakların arasından geniş kavisler çizerek tembelce akan nehrin sularına yansıyan ışığı, yavaşça kendisini güneşin aydınlığına bıraktı. Eşlerimiz köşebaşındaki çörek fırının açılmasını beklerken Tarık Terzioğlu ile nehir boyunca yürüdük. Lonely Planet’in rehber kitabı Florina için “a dull and charmless place”, uğramak için pek neden olmayan “sıkıcı ve sevimsiz bir yer” diyordu, ama babamın biz buraları kaybetmeden önce doğduğu şehir doğrusu beni hiç hayal kırıklığına uğratmamıştı. Bir gece önce ünlü Florina biberlerinin hakim olduğu bir meze sofrasında uzolarımızı içmiş, muhteşem bir akşam yemeği yiyip, kişi başı 12 Euro hesap ödemiştik. Florina bir üniversite şehri ve nüfusuna göre çok hareketli bir gece hayatı var. Eski bir konaktaki bir barda 7 Euro’ya Cardhu içerken, eşlerimizin romun hakkı verilerek hazırlanmış Mojito’larına da sadece 7 Euro ödemiştik.Tarık “Lonely Planet’in yazarı herhalde buraya hiç uğramamış” dedi. Gerçi onun için konuşmak kolaydı; buradan Makedonya’ya, annesi Feriha Hanım’ın (muhteşem lor tatlısı yapar) doğduğu Ohri’ye geçecektik ve Lonely Planet, Ohri için “tarih ve kültür ile bezenmiş dramatik güzellikte bir yer” diyordu. Florina’dan Makedonya sınırı sadece 10 km. Makedonya’ya girdiğinizde karşınıza ilk çıkan şehir Bitola veya bizim bildiğimiz adıyla Manastır. Manastır bu aralar “Elveda Rumeli” dizisi sayesinde ülkemizde tekrar pek tanınır oldu, oysa Manastır, Osmanlı zamanında çok önemli bir şehirdi. Hatta Makedonya’nın şimdiki başkenti Üsküp’den bile daha önemli bir şehirdi. Bunu şehrin şimdi restoran ve barlarla dolu olan ana caddesi Ulica Marşal Tito boyunca uzanan eski konaklardan görmek mümkün. Bu binaların birçoğu o zamanlar Manastır’da konsoloslukları bulunan Avrupa ülkelerinin diplomatları tarafından kullanılmış ve hâlâ şehrin görkemli geçmişine tanıklık ediyorlar. Osmanlı’nın 400 yıl önce inşa ettiği camilerin kubbe ve minareleri eski şehre hâlâ hakimler. Eski çarşının etrafındaki yüzlerce dükkan ile zamanın durduğu bu Osmanlı şehri de, önünde Florina’ya kadar uzanan kendi adını taşıyan ovanın en kuzeyinde sırtını bir daha yaslamış.8 bin yıldır yaşam var Manastır’ın kuzeyi oldukça dağlık. Ohri’ye sonbahar renklerinin bütün ihtişamıyla boyadığı ormanlarla kaplı bu dağların arasından iki saatte ulaşılıyor. Yol geniş ve rahat, ancak işaretleme çok kötü, çoğu kavşakta yönünüzü tahminen bulmak durumunda kalıyorsunuz. Ohri gerçekten “dramatik güzellikte bir yer.” 294 metre derinlikteki dünyanın en eski göllerinden birisinin kenarında kurulmuş. Buralarda 8 bin yıldır yaşam var: 9. yüzyılda ilk Slav üniversitesi Ohri’de kurulmuş. Tepedeki kaleden göle doğru inen eski şehir çok iyi korunmuş, daracık sokaklar küçük meydanlara açılıyor. Bu meydanlardan birisindeki Sveta Sofija kilisesi freskleri ile ünlü. Osmanlı zamanında cami olarak kullanıldığında üstü örtülen freskler bu sayede çok iyi korunmuş. Şehrin ana meydanında 800 yıllık bir dev ağacın içinde vaktiyle berber dükkanı varmış. Makedonya yeme içme konusunda diğer Balkan ülkeleri kadar zengin değil. Buralarda ne Sarajevo’daki muhteşem Boşnak börekleriyle köfteleri, ne de Yunanistan’ın kuzeyindeki meze sofralarını bulamıyoruz. Ama Ohri o kadar güzel ki, gezmeye doyamıyor, kıyıdaki cafè’lerden birisinde oturup güneşin karşı sahilde, Arnavutluk’ta yükselen dağların arkasında kayboluşunu seyrederken içkilerimizi yudumlamak istiyoruz. Ama vakit geç, karanlık basmadan, Yunan vizeleri tek girişli olduğu için Florina’da bıraktığımız arkadaşlarımızın yanına dönmemiz gerekiyor. “Buraya daha fazla vakit ayırmalıydık” derken sevgili arkadaşımız Ayşe Terzioğlu “Benim babam da buralı, Tetovolu, ama oraya gitmedik” diye söyleniyor. Tetovo, yani Kalkandelen, Üsküp’e yakın, başka bir seyahate kalacak. Ama Balkanlar gezmekle bitmeyecek kadar zengin ve keyifli, üstelik bize çok yakın ve tanıdık. Tetovo’yı da bir Üsküp gezisinin yanına memnuniyetle katarız.Bunları yapmadan dönmeyinn Florina’da nehir kıyısındaki konakların arasından vadi boyunca gezinti yapmayı ihmal etmeyin. Konaklardan birisindeki To Varosi şehrin en iyi restoranı. n Florina’ya 50 km. uzaklıktaki Prespes gölü 800 m yükseklikte, Arnavutluk, Makedonya ve Yunanistan tarafından paylaşılıyorlar. Buradaki To Liakoto oteli açık mutfağı, dev şömineleriyle tam bir butik otel. (0030-23850-51200)n Günbatımı muhteşem, dünyanın bir ucundaymışsınız hissini veriyor. n Ohri’nin 29 km. güneyinde, Arnavutluk sınırındaki Sveti Naum manastırı göl kenarındaki bir tepenin üstünde. Manastır, bahçesindeki tavuskuşlarıyla ünlü. Tepenin hemen altında çağlayan bir nehir göle kavuşuyor. Hotel Sveti Naum manastırın bir parçası ve civarın belki de en iyi oteli.www.hotel-stnaum.com.mk (00389-046-283080) Dikkat: Makedonya’ya araba ile giderseniz, Yunanistan vizenizin dönüşte tekrar giriş yapacağınız için çok girişli olmasına dikkat edin. Yunanistan’da Pazar günleri benzinciler kapalı oluyor. n Estonya’dan Arnavutluk’a kadar bütün Doğu Avrupa ülkeleri için en iyi rehber kitaplar Bradt tarafından yayınlanıyor. www.bradtguides.comNerede kalınır?Florina u Hotel Lingos0030-23850-28322www.hotel-lingos.gr Manastır (Bitola) u Hotel Epinal00389-047-224777www.hotelepinal.com Ohri u Vila Sveta Sofija00389-046-254368www.vilasofija.com u Vila Lucija00389-046-265608
Yunanistan’da karşınıza ilk çıkan şehir Aleksandrupoli, yani Dedeağaç’tır. Biraz karışık olacak, ama Dedeağaç aslında dönüş yolculuğunda kalmak için idealdir, deniz kenarında uzanan kordonu ülkenize dönmeden son bir akşam yemeği yiyebileceğiniz tavernalar ile doludur. Arka sokaklar ise oldukça hareketli bir gece hayatına ev sahipliği yapar. Ancak Ege kıyısında olduğunuzu unutmayıp deniz kenarındaki bir tavernayı, mesela mavi tahta sandalyeleri ve abartısız, tipik dekoruyla Archipelagos’u seçersiniz. Karşınızda Ege’nin en yüksek adası Samothraki, sağ tarafınızda güneş, az sonra kızıla boyadığı denizin içinde kaybolacak. Yemekler nefis, masanızdaki Mini içimi çok rahat bir uzo. Mükellef bir yemek yiyorsunuz, cebinizdeki para kişi başı sadece 10 avro kadar azalıyor. Gidiş yoluna dönecek olursak, Dedeağaç’tan sonra sırtlarını Rodop dağlarına dayamış eski Osmanlı şehirleri Gümülcine (Komotini) ve İskeçe’nin (Xanthi) yanından (veya isterseniz içlerinden) geçip 3 saat içinde Kavala’ya varırsınız. Kavala, Ege Denizi kıyılarının en güzel şehirlerinden biri. Dağların yamaçlarının denize kavuştuğu dantel gibi koyların kenarında kurulmuş. Şehre Osmanlı döneminden kalma görkemli bir su kemerinin içinden geçerek giriliyor. Eski Türk mahallesi surların içinde, iyi korunmuş, tepede bir kale şehri süzüyor. Surların dibindeki Panos-Zafira güzel bir taverna. Kalamar ve balıktan sıkılıp suflaki (kuzu veya domuz şiş) yemek isterseniz, pamuk gibi, mezeler her yerde olduğu gibi, yok, biraz daha lezzetli. Mezelerinize eşlik eden Kavala uzosu tadından çok adıyla dikkatinizi çekiyor: Babacim. Kaleiçi’nde Osmanlı’dan Mısır’ı koparan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın 200 yıl kadar önce yaptırdığı külliye, muhteşem bir restorasyondan sonra bir butik otel haline getirilmiş. Medrese talebelerinin eski odaları avlulara açılıyor. Avluların en büyüğündeki yüzme havuzunun kenarları kemerli galerilerle süslü, havuza gölgesini veren asırlık bir selviyi bir morsalkım sımsıkı sarmış. Her şey sanki 200 yıl öncesi gibi. Onlarca kubbenin üzerinden aşağıda uzanan Kavala körfezini seyretmeye doyamıyorsunuz.Kavala’dan Selanik de 2 saat kadar sürüyor. Selanik ayrı bir yazı konusu olduğundan çevre yolundaki Edessa tabelalarını takip ederek Makedonya’ya doğru devam ediyoruz. Ama tabii ki mola vererek: Selanik’in bir saat kadar batısında olan Edessa, uçsuz bucaksız ovaların yerlerini dağlara bırakmaya başladığı bir yerde, kayaların üzerinde kurulu bir şehir. Şehrin ortasından geçen bir nehir kayalıklardan, daha doğrusu uçurumdan aşağı dökülen bir şelale haline dönüşüyor. İşte tam bu noktadaki Katarraktes Edessas, Mehmet Yaşin’in tabiriyle tam bir “yol üstü lezzet durağı.” Dev ağaçların gölgesinde bir lokanta, neredeyse ortasından 50 metre sonra uçurumdan aşağıya yuvarlanacak bir nehir geçiyor. Etrafınıza bakıyorsunuz, Anadolu’nun herhangi bir şehrinde olabilirsiniz. Yemekler nefis; ama mutlaka denenmesi gereken tsoblek kebap. Herhalde çömlek kebabı demek istemişler diyorsunuz, ama patlıcan ve domates yatağı üzerindeki neredeyse çatalla dokununca bile kendiliğinden dağılan dana eti o kadar yumuşak, o kadar lezzetli ki pek umrunuzda olmuyor. Edessa’dan dağlık bir yolu takip ederek Manastır ovasının güneyinde sırtını dağlara dayamış olan Florina’ya varıyoruz. Burası kırmızı biberleriyle ünlü, Yunanistan’ın en iyi biberlerinin burada yetiştiği söylenir. Zaten Selanik tavernalarında bile mezelerin arasında biber istendiğinde “piperis florinis” istemek ihmal edilmez. Gerçi elimdeki Lonely Planet’in rehber kitabı Florina için “a dull and charmless place”, uğramak için pek neden olmayan “sıkıcı ve sevimsiz bir yer” diyordu, ama benim Florina’ya uğramak için önemli bir nedenim vardı: Florina babamın bir Osmanlı vatandaşı olarak doğduğu şehir. Ve Florina, Lonely Planet’in tarifinin aksine dere kenarındaki eski Türk evleriyle, konaklarıyla Balkanların en iyi korunmuş Osmanlı şehirlerinden biri olarak karşımıza çıktı. Florina’dan Makedonya sınırı 10 km, ama bu haftalık yerimiz bu kadar. Florina, Manastır ve muhteşem Ohri haftaya.Bunları yapmadan dönmeyinu Dedeağaç’ın karşısındaki Samothraki (Semadirek) ile Kavala’nın karşısındaki Thassos (Taşoz) adaları görmeye değer. Samothraki 2 saat sürüyor, gecelemek gerekebilir, Thassos’a ise feribot ile yarım saatte geçiliyor. Dağlık, ama yemyeşil çam ormanlarıyla kaplı bir ada, günübirlik gidip Kinira köyündeki Agoratos’da yemek yemeğe değer.u Kavala’nın sur içindeki eski şehri gezilmeli. Yunanistan’daki belki de tek Osmanlı paşası heykeli olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa heykeli burada. İmaret’te kalmıyorsanız bile gezip bir içki veya kahve içmeyi ihmal etmeyin. u Atatürk’ün doğduğu evin Selanik’te olduğunu herhalde hatırlatmaya gerek yok. İzmirli iseniz veya İzmir’i seviyorsanız Selanik’te kordonda dolaşmak size büyük bir zevk ve aynı zamanda hüzün verecektir.u Selanik’teki 1948 yılında kurulan Terkenlis pastanesi Electra Palaca otelinin karşı köşesinde, mis gibi kokuları izleyip bulabilirsiniz. Paskalya çöreği muhteşem. u Selanik’e gelmeden denize üç parmak halinde uzanan yarımadalardan en doğuda olanı Agios Oros (Aynaros) sayısız manastırı ile ünlü. Gezmek için özel izin gerekiyor ve kadınlar bu yarımadaya alınmıyor, hatta denizden bile 200 metreden fazla yaklaşmalarına izin verilmiyor.Nerede kalınır?u Aleksandrupoli (Dedeağaç) Egnetia GrandTel: 00-30-2810-300330www.greekhotels.net/egnatia/ u Kavala ImaretTel: 00-30-2510-620151www.imaret.com u Selanik Electra PalaceTel: 00-30-2310-294000www.electrahotels.gr/electra-thessaloniki/ u Makedonia PalaceTel: 00-30-2310-502241 www.lux-hotels.com/makedoniapalace/
Napoli için bir zamanlar Rio de Janeiro ve İstanbul ile birlikte dünyanın en güzel 3 şehrinden biri derlerdi. Rio’nun güzelliğini anlatmaya kelimelerim yetmeyebilir. İstanbul’un ne kadar güzel olduğunu ise hepimiz biliyoruz. Napoli’ye gelince, körfezin karşısında yükselen yanardağı alırsanız, geriye köhne bir şehirden fazla bir şey kalmıyor. Ama onun da aynı İstanbul gibi çok güzel adaları ve iki saat mesafedeki Amalfi gibi muhteşem bir sahili var. Adalarının en ünlüsü Capri’ye, Napoli’den iki saatlik bir deniz yolculuğuyla gidiliyor. Adaya varınca sizi üstleri tente ile kapatılmış, kendilerini fayton zanneden taksiler karşılıyor. Aslında tam da karşılıyor denilemez, çünkü sıcak Akdeniz güneşinin altındaki taksi sırasında, makul olmayan bir süre bekliyorsunuz. Liman oldukça hareketli, sürekli gelen gemiler dolusu turist etrafa yayılıyor, çoğu kendilerini ünlü mavi mağaraya, Grotto Azzura’ya götürecek motorlara doluşuyorlar. Sonra nihayet taksiniz geliyor, daracık bir yoldan, yol ile aynı genişlikteki otobüsleri sollayarak bir tepeye çıkıyorsunuz. Buradaki Capri köyünün meydanında, Piazzetta’daki cafè’lerden birinde oturup keyif yapmak lazım, ama biz taksimizle adanın diğer sahiline sarkan uçurumu inmeyi tercih ediyoruz. Orada, Marina Piccola’da bizi La Fontelina’ya götürecek olan motor bekliyor.La Fontelina, bir beach-restoran. Buraya gelmiş olan ünlülerin listesi oldukça uzun, son olarak Abramovich yatıyla uğramış. Restoranı misafirleri kadar ünlü, yemekler deniz mahsulü ağırlıklı, yiyen arkadaşlarım muhteşem olduğunu söylüyor. Burayı öneren arkadaşımız Tony Phillipson, nefis bir Campania beyazı, Greco di Tufo sipariş ediyor. Tabağımdaki bufalo mozzarella’sının keyfini çıkarıyorum. Bu peynir dünyanın en lezzetli taze peyniridir. Sadece Napoli yakınlarındaki mandaların sütünden yapılır. Dönüşte gemilerin geldiği limana bir motorla dönebiliyorsunuz. Taksiden çok daha zevkli, kayaların üzerinde Capri’de yaz tatilini geçirmeyi ilk akıl eden kişinin, Roma İmparatoru Tiberius’un sarayının kalıntılarını görebiliyorsunuz. (La Fontelina 081-8370845)Positano’nun manzarasıAlacakaranlıkta ayrıldığımız Napoli’ye dönecek olursak, Vezüv’ü solunuza alarak körfez boyunca ilerledikten sonra karşınıza, yamaçları denizin içinden fırlayan tepeler çıkıyor. Bu sahillerin belki de en güzel kasabası olan Sorrento, tepelerin arasındaki koylardan birinin karşısından adeta göz kırpıyor, ama biz Napoli’yle Vezüv’ü arkamızda bırakarak Amalfi sahiline tırmanan virajlı yola sapıyoruz. Bir saat kadar sonra karşınıza Positano çıkıyor. Uçuruma asılı yolun kenarından karşı yamaçta yükselen Positano’nun görüntüsü unutulamayacak bir manzara. Daracık bir yoldan sahile inebiliyorsunuz, ama Positano’nun içi çok turistik, biraz hayal kırıklığı yaratıyor. Sahile adını veren Amalfi ise, Positano’dan çok daha tipik. İtalya’nın her köyü, kasabası gibi cafè’lerle dolu bir meydanı var. Bu küçük meydana geniş bir merdivenle çıkılan bir katedral hakim. Amalfi’nin daracık sokakları bu dev katedralin gölgesinde adeta eziliyor; ama çok keyifliler. Piazza dei Dogi’deki Da Baracca ve Antica Teatro köyün bütün eskiliğini soluyarak yemek yiyebileceğiniz trattoria’lar. “Yok bir trattoria’da değil, daha iyi bir yerde yiyeyim” diyorsanız, 15 bin şaraplık bir mahzeni olan La Caravella’ya (00-39-089-871029) gidebilirsiniz. Ama yapacağınız daha akıllı iş, 20 dakikalık virajlı bir yoldan dağın tepesindeki Ravello’ya tırmanmak. Ravello yörenin en zengin köyü, uçurumun kenarına dizili eski saraylardan Palazzo Sasso ile Caruso yörenin en iyi otelleri, restoranları da tabii ki çok iyi. Bir zamanlar Richard Wagner burada ilham bulmuş, Humphrey Bogart, Ingmar Bergman ve Jackie Kennedy buralarda kalmış, aynı manzaraya karşı içkilerini yudumlamışlar. Aşağıda Akdeniz, akşam güneşinin altında ışıldamaya başlıyor. Renkler yavaşça değişiyor... Bizde “kelimelerin bittiği yer” derler, ama İtalyanlar Amalfi’de yaşam için daha iyi bir söz bulmuşlar: “Hiçbir şey yapmamanın tatlılığı”.Bunları yapmadan dönmeyinNapoli’de pizza yemelisiniz. Burası pizzanın anavatanı. Da Michele ve Di Matteo en ünlü pizzacılar. Geleneklere sadık kalarak sadece “sade” pizza yapıyorlar: Margherita ve onun sarımsaklısı olan Marinara. Daha çok çeşit ve “restoran servisi” için Santa Lucia’da deniz kenarındaki Transatlantico’yu da deneyebilirsiniz. Ravello’da Hotel Caruso veya Palazzo Sasso’nun muhteşem manzaralı bahçe barlarında Negroni içmelisiniz. En klasik İtalyan kokteyllerinden Negroni buzlu bardakta eşit miktarlarda cin, Campari ve Martini Rosso karıştırılarak yapılır.Amalfi’de katedralin önündeki meydanda oturup limoncello içmelisiniz. Amalfi’nin iri portakal boyundaki limonları da, limoncellosu da çok ünlü. Hatta hazır oraya kadar gitmişken kremalı limoncello denemeyi de unutmayın.Positano’da la Sireneuse’de kalmasanız bile, akşam çayına gitmeyi ihmal etmeyin. Manzara, servis, atmosfer; kendinizi daha fazla İtalya’da hissedemezsiniz.Nerede kalınır?Napoli: Hotel Excelsior (0039-081-7640111) www.excelsior.itSanta Lucia’da Capri: Caesar Augustus (00-39-081-8373395 www.relaischateaux.xom/augustus Positano: La Sirenuse (0039-089-875066) www.lhw.com/sirenuse Amalfi: Santa Caterina (0039-089-871012) www.lhw.com/scaterina ve Grand Hotel Excelsior (0039-089-830015) www.excelsior-hotel.itRavello: Hotel Caruso (0039-089-858801) www.lhw.com/htlcaruso
Eskiden İstanbul’da şarküteriler vardı. Müşteriler akşamüstleri uğrayıp, birkaç jambon, salam ve peyniri kestirip evlerine götürürlerdi. Bazı mahallelerde bir, bazılarında ise daha çok sayıda şarküteri bulunurdu, ama müşterileri bildiklerinden şaşmazlardı. Sonra devreye süper, hatta hipermarketler girdi, çoğu şarküteri bölümleri açıp, kendi holdinglerinin sattığı ürünlerle donattılar. Klasik şarküteri ürünlerinin yerini yavaşça hindi jambonları almaya başladı. Ve klasik şarküteriler ne yazık ki teker teker ortadan kayboldu.Aradan benim ömrümün üçte biri kadar bir zaman geçti. Ufak tefek denemeler derken, bu yıl İstanbul’un en büyük şarküterisi bir marketin içinde açıldı. Hem de eski şarküterilerimizde hayal bile edemeyeceğimiz kadar çeşit ile! İspanyolların ünlü Serano jambonları ile İtalyanların prosciutto’larından, sayısız salam çeşitlerine, dünyanın ve Türkiye’nin en önemli peynirlerinin birçoğuna kadar gözünüzü bayram ettirecek kadar çeşidi birarada bulabiliyorsunuz. Bizim gazetenin hemen yanındaki Astoria Alışveriş Merkezi’nin alt katındaki Okko sadece doymak için yemek yemeyip, yemek ve içmekten zevk alanlar için bir gastronomi cenneti. Burası sadece bir market veya bir şarküteri değil. Tam ortasında bir restoranı da var. Self servis, yani kendiniz kalkıp yemek istediğiniz yemekleri çeşitli tezgahlardan seçiyorsunuz. Canınız balık veya karides, kerevit, hatta ıstakoz gibi kabuklu deniz ürünleri çekiyorsa, buzlarla kaplı bir tezgahın üzerinden istediğinizi seçiyorsunuz, orada hemen sizin için hazırlanıyor. Aynı şekilde et, köfte, salata veya pizza, herbirinin ayrı bölümleri var. Bunu istiyorum diyorsunuz, siz beklerken önünüzde pişiriyorlar. Yanına istediğiniz kadar garnitür koyduktan sonra (gözlerini yandaki makarna bölümünden ayırmadan salata barından salatalarını seçmeye çalışan zarif hanımların arasından) masanıza geçiyorsunuz. İlk gidişinizde seçmekte biraz zorlansanız bile, eminim müdavimleri artık istediklerini elleriyle koymuş gibi bulmakta pek sıkıntı çekmiyorlardır. Yemek fiyatları aldığınız lezzet için oldukça makul. Bir kadeh içki eşliğinde mükellef diyebileceğimiz bir öğlen yemeğini 30-35 YTL civarında yemek mümkün. Okko’da çeşitli yerli ve ithal şarapları bir servet ödemeden kadehte tatmak mümkün. Yemeğinizin yanında bira içmek istiyorsanız, kasanın hemen önündeki Türkiye’de üretilen ve ithal edilen hemen her biranın bulunduğu buz kovalarından soğuk bir şişe alabilirsiniz. Marketin içinde Türkiye’ye ithal edilen Grand Cru Bordeaux şaraplarının bile bulunduğu zengin bir şarap mahzeni var. Gusto dergisinin Eylül sayısındaki restoran yazısı için Okko’ya beraber gittiğimiz Ahmet Örs burayı tek cümle ile çok güzel tanımlamıştı: “Hayatına bir renk katmak, yemek kültürünü geliştirmek isteyenler için burası büyük bir olanak.” Okko da ikimizin de aklına Londra’da Harrod’s’daki Food Hall ile Berlin’deki KaDeWe’nin en üst katı gibi yemek tapınakları geldi, açıkçası daha küçük bir çapta olsa da, İstanbul’da böyle bir yerin olmasından memnuniyet duyduk. Bu tip yerler varken, kıymetlerini bilip, kullanmamızda, yarar var. Unutmamalıyız ki, onların varlığı sadece bizim ilgimiz ile devam edebilir. Yoksa onlar da bir zamanların şarküterileri gibi giderek çoğalan nostalji sayfalarımıza katılırlar.
19. yüzyılın başlarıydı. Sandwich kontu John Montagu’nun en büyük sıkıntısı saatlerce oturduğu kumar masasında acıkması ve bu yüzden oyuna ara vermek zorunda kalmasıydı. Kont ayaküstü bir şeyler yiyip mümkün olduğu kadar çabuk kumar masasına dönüyordu. Bunu yaparken sürekli belirttiği memnuniyetsizliği artık hizmetkârlarını bıktırmıştı. İki ekmek diliminin arasına soğuk et koyup masaya getirmek ve kontun kumar masasından kalkmadan yemeğini yemeye devam etmesini sağlamak da muhtemelen kontun hizmetkârlarından birisinin fikriydi. Ancak ortaya çıkan bu yeni yemek türü bundan sonra kontun ünvanıyla anılacaktı: Sandwich. Gerçi tarlalarda çalışan işçilere iki ekmek parçası arasında et verme adeti çok eskilere dayanır, ama yeni ve lüks haliyle Sandwich, kontun masasından bütün dünyaya yayılıp, kısa sürede her kesim insanın severek yediği bir yemeğe dönüşmüş. Prenses Diana bile “bir beykınlı sandviç için kilometrelerce yürüyebilirim” demiş. Biz Akdeniz milletlerinin çoğu gibi sandviçlerimizi tost yapıp yemekten hoşlanıyoruz. Hatta bu tost yapma konusunu oldukça geliştirip eşi benzerine başka ülkelerde rastlayamayacağınız yeni sıcak sandviçler geliştirmeyi başardık. Bunlara garip isimler vermekte de üstümüze yok. İzmir’in, daha doğrusu Çeşme’nin ünlü tostuna neden Kumru dendiğini, ya da İstanbul’da Boğaz kenarında yediğimiz sucuk ve kaşarlı tostlara neden Yengen denildiğini biliyor musunuz? Larousse Gastronomique’in Türkçe’sine baktım, ikisi de yok. Bir bilene sorayım dedim, Ahmet Örs’ü aradım, o da bilmiyormuş. Sonra yolum Amerikan Hastanesi’nin karşısındaki Atik Büfe’ye düştü. Hastaneden tanıdığım bir doktor “bir ayran ile bir Dr. Osman” sipariş ediyordu. Etrafa baktım, ondan başka doktor yoktu, sonra gördüm ki, Dr. Osman sandviçin adıymış. Böylece sandviç ve tost adlarının kökenini araştırmaktan vazgeçtim.Her sandviç hayal gücü ister Zaten belki de sandviçin çok fazla araştırması olmamalı. İçlerinde sadece peynir veya salam olan basit sandviçler olduğu gibi, çok daha karmaşık olanlar da vardır. Aslında sandviçinizin içine neredeyse canınızın çektiği her şeyi koyabilir, ortaya Fatoş’un kocası Basri gibi katlarca ekmek dilimleri ve malzemelerden oluşan sandviçler çıkarabilirsiniz. İçinde jambon, salam veya rozbif olan sandviçlerin alt ekmeğine hardal, üst ekmeğine ise hardaldan biraz daha az mayonez sürerseniz, bütün tat alma duygularınızı harekete geçirecek bir sandviç çıkarmış olursunuz. Sandviçlerin yanında genellikle içki içilmezse de, işin içine hardal, yeşillikler ve soğuk etler girince, İrlanda’nın ünlü stout birası Guinness veya bir İngiliz ale birası sandviçinizle çok iyi gider. Bu satırların yazarının en sevdiği sandviç olan ince bir dilim Emmental gibi bir peynirin jambon katmanlarının arasına konulduğu tereyağı sürülmüş mis gibi baget ekmeğinden yapılma sandviçler ile Efes gibi bir Pilsen tipi bira son derece yeterli olabilir. Bu ideal bir ayaküstü öğlen yemeğidir.Aslında her sandviç biraz hayal gücü ister. Onu yapanın, hata bazı sandviçler için yaratanın demek daha doğru olur, hayal gücü kuvvetli olması gerektiği gibi, yiyenin de hayal gücünün kuvvetli olması gerekir. Bazı yemeklerden gözlerinizi kapatıp hayal gücünüzü kullandığınızda daha çok zevk, daha çok lezzet almanız mümkündür. Bu düşünceden yola çıkacak olursak, biraz hayal gücü ile İngiliz komedyen Victoria Wood’un sandviç tarifini bile kullanabilirsiniz: İki parça ekmek alın. Üst üste koyun. Ve yiyin.
Churchill genellikle akıllı laflar etmiştir, ama bu sefer biraz saçmalamış, hem karısına, hem de kahvaltıya haksızlık etmiş. Kahvaltı çok kimse için çok önemlidir, hatta çok kimse kahvaltıyı günün en önemli yemeği olarak görür. İngiltere’nin önemli gazetelerinden Independent’ın bu yılın Şubat ayında hayatını kaybeden köşe yazarı Miles Kington onlardan biri. Kington’a göre iki çeşit insan varmış: Kahvaltı sofrasını gece yatmadan önce kuranlar ve kahvaltı sofrasını kahvaltılarını yaptıkları sırada kurmaya devam edenler. Pazarları sabah keyfi Benim çok sevdiğim bir arkadaşım kahvaltıyı, hele Pazar sabah kahvaltısını çok önemser. Kahvaltı masasını Cumartesi yatmadan önce kuruyor mu bilemiyeceğim, ama Pazar sabahları yapacağı kahvaltının hayalini bütün hafta boyunca kurduğunu konuşmalarımızdan biliyorum. Sofra domates, peynir ve kendisi Egeli olduğu için mutlaka zeytinyağı ile donanır. Sonra sofranın yıldızı yumurta gelir. Yumurta çok önemlidir, hatta onun için özel tavalar bile alınmıştır. Beykın, sucuk veya o sabah canı ne ile çekmiş ise, onunla pişirilmiş yumurta sofraya gelir. Kahvaltı keyfi ile Pazar gazetelerini okunması ritüeli birbirine karışır, sevgili eşi gazetelerin ayırdığı bulmaca eklerini çözmeye başlar. Kahvaltıdan onun kadar iştahla bahseden az kişi görmüşümdür; bir de yüksek kolestrolü olmayıp yumurtaların sarılarını da yiyebilse! Kahvaltıya kalbinizi vermeniz önemlidir. Bakın yazar C. S. Lewis ne demiş: “Bir tabak jambon ve yumurtaya karşı konulmaz bir arzu ile bakanlar, kendilerini kahvaltılarına bütün kalpleriyle teslim etmişlerdir.” İngiltere ve Fransa’daki (Madame Pompadour gibi) aristokratların hayatlarıyla ilgili biyografi ve kitaplar yazan Nancy Mitford da yumurtaya olan aşkını kağıda dökenlerden: “Rafadan yumurtalar muhteşem oluyor, bazen 100 kıratlık bir elmas kadar sert, bazen ise kuştüyü bir yatak kadar yumuşak, bazen serinlik veren bir dere gibi akıp giderler, bazen ise kabuklarının içinden havai fişek misali infilak ederler.” Kahvaltıda içkiye gelince, her ne kadar bazı yazılarımda çok içilen akşamların ertesi sabahlarında bir Bloody Mary iyi gider diye yazmışsam da, kabul etmeliyim ki normalde kahvaltıda içki içilmez. Ben teşvik etmiyorum, ama siz gene de kahvaltıda Bloody Mary içmeye karar verirseniz, içine patlatmadan bir çiğ yumurta sarısı koymayı deneyin. İçkiniz bitinceye kadar Bloody Mary’deki baharatlarla “pişecek” olan yumurtayı son yudumunuzla birlikte dilinizin üstüne yerleştirin ve sonra damağınızda patlatın. Nancy Mitford’un rafadan yumurtayı neden havai fişeğe benzettiğini o zaman anlayabilirsiniz. Oscar Wilde boşuna “Yumurta yemek her zaman için bir maceradır” demiş. Herkes içmiyor mu?Tahmin ettiğiniz gibi elime yeme-içme ile ilgili çok güzel deyişlerin olduğu bir kitap geçti; bu Pazar yazısı da alıntılarla dolu bir yazı oldu. Ünlü İngiliz aktör ve oyun yazarı Noel Coward “Ben her kahvaltıda mutlaka şampanya içerim” dedikten sonra şaşkın bir bakışla “Aa, yoksa herkes içmiyor mu” diye sormuş.Üstat biraz abartmış derim. Hayatın havyar ve şampanya ile daha iyi geçeceğini sananlar, bütün hayatı Buckingham Sarayı ile İskoçya’daki Balmoral Şatosu’nda ziyafetlerle geçen Kraliçe Victoria’ya kulak versinler: “Things taste better in small houses”, yani “Yemeklerin tadı küçük evlerde daha iyi olur.” Bu arada yazı bitiyor, unutmadan ekleyeyim, yumurtanın sarısı aslında bizi korkuttukları kadar zararlı değilmiş.
Onun için genellikle akşam yemeğine gittiğimizde belki de günün en güzel zamanı olan günbatımını kaçırırız. Oysa günbatımı, gittiğiniz restoranda olsun, yolda uğradığınız başka bir yerde olsun, arkadaşlarınızla birlikte bir iştah açıcı içki, bir aperitif almak için ideal bir zamandır. Aperitif kelimesi latince ’aperire’kelimesinden gelir ve ’açmak’demektir. Kelimenin Latince, ya da mirasçısı İtalyanca’dan gelmesine şaşmamak gerekir, çünkü aperitif keyfini çıkarmasının en iyi bilen onlardır. İspanyollar da gece saat 10’da yemek yemeden birkaç saat önce, akşamüstünden günbatımına uzanan saatlerde şerilerini içip tapas yerler, ama onların ki İtalyanların ki kadar tutkulu bir aperitif keyfi değil, daha karın doyurmaya yönelik bir faaliyettir. Herhangi bir vasat İtalyan şehrinin merkezindeki meydanlarda sıralanmış bar ve kafeler akşamüstleri aperitiflerini almakla meşgul şık hanımefendiler ve beyfendilerle dolar. İtalyanlar hâlâ şık giyinmekte ısrar eden az sayıdaki milletten biri oldukları için bu saatlerde bu meydanlarda, daha doğrusu piazza’larda göze çok hoş gelen bir manzaralar ortaya çıkar. Aperitif denilince akla ilk önce vermutlar gelir. Vermutlar otlar, kökler ve baharatlarla tatlandırılmış şaraplardır. Martini ve Cinzano gibi ünlü İtalyan markalarının tatlı veya sek olanları ideal aperitiflerdir. Gene İtalyanların bizim buralarda da tekrar boy göstermeye başlayacan olan Campari’si de portakal suyu ile olsun, soda ile olsun, sıcak yaz günlerinde deniz kenarının içkisi olduğu kadar, batmakta olan güneşin denizi kadehinizdeki içkinin rengine boyadığı saatlerin içkisidir.Martini, Campari hatta viski Campari 19. yüzyılda Milanolu bir bar sahibi tarafından, vermutların en ünlüsü olan Martini ise aynı yıllarda Milano’nun komşusu Torino’da yaratılmışlar. İkisinin bir barmen tarafından aynı kadehte buluşturulması çok sürmemiş, eş miktarda Campari ve Martini Rosso’nun buz ve biraz soda ilavesi ile olan haline ilk başta Milano-Torino, sonra Amerikalı turistler tarafından çok sevilmesinden olacak Americano adı verilmiş. Americano’ya Campari ve vermut ile eş miktarda cin ilave edersiniz, kadehinize başka bir klasik kokteyl olan Negroni’yi koymuş olursunuz. Vermuttan vazgeçtiğiniz, yani sadece cin ile vermutu karıştırdığınız taktirde en önemli kokteyllerden cin Martini ortaya çıkar ki, bu muhteşem bir aperatiftir. İyi bir Martini’de kullanacağınız vermut Martini Dry gibi sek olmalı ve asla cine hakim olmasına izin verilmemelidir. Winston Churchill ’vermut şişesini açıp kadehinin içindeki buz gibi cine uzaktan göstermek yeterlidir’derdi. Bizde ise aperitiften nedense korkulur, sorulduğu taktirde bir kadeh beyaz şarapla bu yükümlülükten kurtulmak istenir. Ama aperitif seçenekleriniz ne beyaz şarapla, ne de yukarıda bahsettiğim İtalyan aperitifleri ile sınırlı kalmamalıdır. Örneğin viski veya konyak seviyorsanız, sevdiğiniz içkiyi biraz tatlandırıp içmeyi deneyebilirsiniz. Viskinizi İskoçların viski likörü Drambuie ile karıştırıp kendinize bir Rusty Nail veya Bacardi Oro romunuzu portakal kokuları saçan konyak likörü Grand Marnier ile bol buzlu bir bardakta karıştırıp içinde bir portakal dilimi yüzen bir Ancient Mariner yapabilirsiniz. Bu serinlik de size yetmiyorsa, o zaman yazarınızın kanısınca en iyi aperitiflerin başında gelen buz gibi bir bardak birayı (yemekte şarap içecekseniz bile) deniyebilirsiniz.