Kalanlar, dokuz günlük tatilde aile ziyaretleri dışında ne yapacaklarını planlamakla meşguller. Bayramı İstanbul’da geçirecek olan okurlarımıza eskilerden, yenilerden bazı önerilerim var.Başka olur Napoli pizzasıİstanbul’a yürekten “Hoşgeldin” dediğimiz bir restoran, Napoli’nin ünlü pizzacısı: Fratelli La Bufala. Pizzanın anavatanı Napoli’den. İstanbul’daki Fratelli La Bufala, Kanyon ile Tefken binalarının arasındaki Levent Loft’un girişinde grubun dünyadaki 86. restoranı olarak açıldı. Napoli pizzaları biraz farklıdır. Aslında orijinal pizza, Napoli pizzası olduğu için diğer pizzalar biraz farklı demek gerekir. Kenarları pek kıtır olmaz, hatta ekmeğin kenarı kıvamında biraz şişkince ve yumuşak olur. Sosu oldukça suludur, pizzanızı yerken ağzınızın suyuna karışır ki, bu da iyi bir şeydir. Menülerinde 20 kadar pizza var, ama asıl denenmesi gerekenler, en temel pizzalar olan Margherita ve Marinara. Dünyanın en ünlü pizzası Margherita ilk olarak 19. yüzyılda Kraliçe Margarita’nın adına hazırlanmıştır, üstünde sadece domates sosu ile mozzarella ve sanki İtalyan bayrağının renklerini tamamlaması için konulmuş bir fesleğen yaprağı olur. Fratelli La Bufala’da Napoli’nin ünlü buffalo mozzarella’sını bulmak da mümkün. Napoli civarının dünyaca ünlü mandalarının sütünden üretilen bu yumruk boyundaki peynirin bütün dünyada tutkunları var. İstanbul’da bir AkdenizliBir yeni misafir de, Swissotel’in tepesindeki Gaja’ya yeni gelen Şef Murat Karaduman. Murat, Viyana’nın tanınmış restoranlarında başladığı kariyerini Akdeniz Mutfağı’nda uzmanlaştığı Portekiz’in güneyinde, Vila Joya otelinin restoranında sürdürmüş, şimdi de İstanbul’da. Geçen hafta davet ettikleri bir tadım yemeğinde hem gördüklerim, hem tattıklarım kayda değerdi. Hele tatlı ile servis edilen Corvus’un yeni tatlı şarabı Passito 2004, yıllardır özlemini duyduğumuz bir Türk tatlı şarabıydı. Doyumsuz manzara...İstanbul’un başka bir yemek zirvesi de, en güzel İstanbul manzarasına sahip Tepebaşı’ndaki Marmara Pera otelinin tepesindeki Mikla. Buradan adeta Tarihi yarımadanın üzerine sarkıyorsunuz, geceleyin aydınlatılan camilerin görüntüsüne doyum olmuyor. Mehmet Gürs, Mikla’nın menüsünü yenilemekle kalmayıp, 12 yemek ve onlarla uyumlu 4 şaraplık bir tadım menüsü de hazırlamış. Detaylarını bayramdan sonra paylaşırız, ama muhteşem bir manzaraya karşı uzun bir yemek keyfi istiyorsanız, aklınızda olsun. Sezen Aksu ve Kadir İnanır’ın adresiMarmara Pera otelinin yanındaki sokağa girip Asmalımescit’e doğru ilerlerseniz bu meyhaneleriyle ünlü sokağın köşesinde kırmızı tenteli Brasserie La Brise ile onun karşısındaki Ece Aksoy’un restoranı dikkatinizi çeker. Yılların Ece’sinin geçen yıl açtığı yeni yerinde her akşam ünlü simalara rastlamak mümkün: Bazı akşamlar restoranın arka bölümünde Sezen Aksu, bazı akşamlar ise ağabeyliğin gereği, bütün ağırlığıyla rakısını yudumlamakta olan Kadir İnanır. Ama oraya asıl yemekler için gitmelisiniz. Ece’nin mezelerinde neredeyse her hafta gittiği Bolu, Gemlik ve Ayvalık, hatta ünlü Burhaniye pazarlarından topladığı otlar başta olmak üzere yedikleriniz tarladan sofranıza geliyor. Boşnak yemeklerin ardından bayram günü ağzınızın tadını devam ettirmek için severseniz iyi bir sakızlı muhallebi, biraz daha maceracıysanız Şık Latife adlı tatlıyı denemelisiniz.
Yirminci yüzyılın ilk yıllarında yaklaşmakta olan Dünya Savaşı’nın kara bulutlarının altında Avrupa’nın Londra, Berlin ve Paris gibi başkentlerinde bohem bir yaşam devam ediyordu. Bankalar Caddesi’ndeki Osmanlı Bankası Müzesi’nde 31 Aralık’a kadar bu yıllarda Paris’te yaşayan Osmanlıların yaşantılarını anlatan “1908 İhtilaline Doğru Osmanlıların Paris’i” sergisi var.1831 yılında ilk Osmanlı talebelerinin Paris’te okumaya gitmeleriyle başlayan hikaye II. Abdülhamid döneminde Paris’e sürgüne giden Jön Türkler ile devam ediyor ve bu şehre duydukları hayranlık ile gördükleri karşısındaki şaşkınlığı anlatıyor. Abdülhak Şinasi “Paris’i aşkını duyduğumuz bir vücut ve bir ruh gibi severdik” derken Yahya Kemal, Paris’teki talebelik günlerinde bu şehre hayranlığını “memleketi bir zindan, Avrupa’yı nurlu bir alem gibi görüyordum. Bilhassa Paris hayalimin fevkinde bir yıldız gibi parlıyordu” diye kağıda dökmüş. Paris’te o yıllarda yaşam İstanbul’dan çok farklıydı. Sokak kahvelerinin şimdi olduğu gibi o yıllarda da Parislilerin yaşamında önemli bir payı vardı. Paris’teki Osmanlılar da buralarda oturmaktan zevk alıyorlardı. Ahmed İhsan 1890 yılında Paris’teyken bu alışık olmadığı manzarayı anlatmış: “Hava güzel olduğu zaman her kahvehane önündeki yaya kaldırımının yarısına kadar sandalye ve masa dizildiğinden oraları kamilen seyirciler (herhalde müşteriler demek istiyor) ile dolar. Hakikat-i halde bulvardaki kahvelerden birisinin önüne oturup geleni geçeni seyretmek kadar bir ecnebinin nazar-ı dikkatini celb edecek şey azdır.” Sonra da bu kahvelerde “kadın ve erkeklerin pek karmaşık bir halde zaman geçirdiklerini” dehşet içinde müşahade etmiş! Yahya Kemal kahvelerdeki manzarayı daha sempatik bulmuş olmalı ki, çok daha keyifli anlatmış: “Quartier Latin’de hür bir insan olduğum orada cıvıldaşan binlerce gence karışacağım o günün akşamı, ilk defa d’Harcourt kahvesine girdim. Bir kanapeye oturdum; bir sütlü kahve ısmarladım; etrafıma bakıyorum. Şapkalı, kasketli, siyah kadife bereli yüzlerce talebe, kimi sarışın, kimi esmer, harc -ı alem birçok kadınlar masaların etrafını tutmuşlar, bira ve sütlü kahve içiyorlar, sandviç yiyorlar, laubali şakalarla konuşuyorlar, bir masadan bir masaya dolaşıyorlardı; hepsinin tasasız olduğu, hepsinin kayıtsız bir ömür sürdüğü, hepsinin birbirini az çok tanıdığı anlaşılıyordu.”Yemeğe gelince, 1860’lı yıllarda paşalar, şehzadelerden oluşan Paris’in Osmanlı ziyaretçileri yüzyılın sonuna doğru yerlerini parasız talebe ve sürgünlere bırakmıştı. Onların da yemek yedikleri yerler genellikle ucuz restoranlar, oluyordu. Necmettin Arif bey 1904 yılında bunları yeme içme yazarı gibi kağıda dökmüş: “Paris’de bir defalık yemek için muhtelif ve hatta çok gali fiyatlarda lokantalar mevcut ise de bir tilmiz o gibi yerlere gidemeyeceğinden acemilik giderilinceye kadar ya 39 Bulvar Sen Mişel’de Veber lokantasında iki frankla yemek yenebilir. Daha iyicesi bittabi daha pahalı olarak yine başka renk kırmızı boyalı Bouillon Boulant yazılı lokantaya gidilir ki oradan üç, üç buçuk, dört frankla çıkılır. Bu lokantalarda alakart, yani listede yazılı yemeklerin fiyatları da yanlarında yazılı bulunduğundan, hesap eyleyebilir.” O yıllarda Paris’te yaşayan her Osmanlının hayranlık duyduğunu iddia edemeyiz. Mustafa Said bey 1898 yılında bulunduğu Paris’e notunu hemen vermiş: “Paris hayatı denilen ahval bu kahvehanelerdeki rezailden ibaretdir ki bu merkez-i medeniyet addolunan şehr-i şehiri bir fuhuşhane-i beynelmilel derekesine tenzil ediyor.” “Osmanlıların Paris’i” imparatorluğun son yıllarından insan manzaraları sunan, o devirlerde neler düşünüp, neleri beğenip, neleri yadırgadığımızı gösteren çok güzel ve bunu her sergi için söylemek zor, ama eğlendirici bir sergi. Özellikle seyahat etmekten ve yeme içmeden hoşlanıyorsanız mutlaka gezmelisiniz.
Yıllardır şarap dünyasının 3 büyükleri Fransa, İtalya ve Kaliforniya şaraplarının birinciliği paylaştıkları Wine Spectator Top 100 listesinde şampiyonluk bu yıl ilk defa bir Şili şarabının oldu. Casa Lapostolle’un Colchagua vadisinde yetişen Carmenère, Merlot ve Cabernet Sauvignon üzümlerinden yaptığı Clos Apalta 2005 rekoltesi ile zirveye oturdu.Wine Spectator bu işi çok ciddiye alıyor. Geçen yıl 15 bin 500 şarap tatmışlardı, bu yıl ise 19 bin kadar şarap tadıp her birine 100 üzerinden puan vermişler. Tadılan şarapların ortalama beşte bir kadarı (bu yıl 5 bin 300) 90 puanın üzerinde not alıyor. 95 puanı geçen şaraplar olağanüstü olarak adlandırılırken, tam puan, yani 100 puan alan şarap sayısı genellikle üç beş tane ile veya bu yıl olduğu gibi sadece bir tane ile sınırlı kalıyor. Zaten 100 puan almak birinciliği garantilemiyor, çünkü ilk 10 şarap ille de 100 puan alan şaraplar arasından seçilmiyor. Onun için de Bordeaux’nun 5 büyük (Première Grand Cru) şatosunun şarapları ile Petrus ve Chateau d’Yquem gibi devler, hatta Burgonya’nın şişesi 5 bin dolarları bulan efsanevi Romanèe-Conti’si gibi şaraplar genellikle Top 100 listesinde görülmüyorlar. Wine Spectator Top 100 değerlendirmesini 4 kritere göre yapıyor. Birincisi şarabın puanlamadaki notunun yüksekliğine göre kalitesi, ikincisi fiyatına göre değerini hak edip etmemesi, üçüncüsü bulunabilirliliği, yani üç beş şişelik çok özel bir üretim olmaması ve nihayet “excitement” başlığı altında, o şarabın üreticisinin, lezzetinin, hatta imajının yarattığı heyecan. Bu 4 kriter sayesinde birinciliği alan şarapların 100 tam puan almaları gerekmiyor. Bu yıl 100 tam puan alan Chateau L’Evangile 2005, Top 100 listesinin sadece 21. sırasında yer alabilmiş. Birinci olan Casa Lapostolle 96 puan alırken, ikinci Margaux bölgesinin muhteşem şarabı Chateau Rauzan-Sègla 2005, birinciden bir puan fazla, 97 puan almış. Top 100 listesindeki şaraplar, yapıldıkları yıl yerine, satışa sunuldukları yıla göre değerlendirildikleri için farklı rekoltelerden olabiliyorlar.Bu yIl da lİstede ülkemİzden bİr Şarap bİle yok! Top 100 şarapların son 10 yılına bakacak olursak, iki 100 puanlı Porto şarabının, Fonseca ile Taylor’un 1994 Vintage şaraplarının birinciliği paylaştıkları 1997 yılından bu yana birinciliği 4 defa Fransız, 3 defa İtalyan, 3 defa da Kaliforniya şarapları almışlardı. Şili’nin bu yılki birinciliği (Porto’ları saymazsak) 3 büyüklerin dışındaki bir ülkenin şarabının kazandığı ilk Top 100 şampiyonluğu. Gerçi Şili gelişini önceki yıllardan belli etmişti. Fransa, İtalya ve Kaliforniya dışında son 10 yıldır ilk 10 arasına girmeyi başaran ülke sayısı sadece 6 ile sınırlı kalırken, bu ülkeler arasında başı 10 yılda 6 defa ilk ona giren Avustralya çekerken onu Şili 4, İspanya ise 3 defa ile takip ediyorlardı. Şili şaraplarından Türkiye’ye de ithal edilen Concha y Toro Don Melchor Cabernet Sauvignon 2005 ve 2006 yıllarında (2001 ve 2003 rekolteleri ile) ardı ardına iki yıl dördüncü olurken, bu yıl da on ikinci sırayı kapmış. 2005 rekoltesi ile 2008 yılının en iyi şarabı seçilen Casa Lapostolle Clos Apalta Colchagua Valley ise 2003 yılında (Clos Apalta Rapel Valley 2000 ile) üçüncü, 2004 yılında da (2001 rekoltesi ile) ikinci olarak sağlam şaraplar yaptığının adeta haberini vermişti. Clos Apalta, Şili’ye has Carmenère ile Şili’de zaten çok iyi şaraplar veren Merlot ve Cabernet Sauvignon’un nefis bir birlikteliği. 2005 rekoltesinde yüzde 4 kadar Petit Verdot da kullanılmış ve Wine Spectator tadımından da görüldüğü gibi şarap kendini aşmış. Darısı bizim şaraplarımızın başına! Wine Spectator’un 1988 yılındaki ilk en iyi 100 şarap listesinde sadece 7 ülkenin şarapları yer alırken bu sayı geçtiğimiz yıl 13, bu yıl ise 14 ülkeye yükseldi. Şili gibi şarapçılıkta nispeten yeni olan bir ülke ilk birinciliğini alırken, şarabın anavatanı diye övündüğümüz ülkemizden ne yazık ki ilk 100 arasına giren bir şarap gene çıkmadı. Ama biz de bir yandan kendi değerlendirmelerimizi yapıyoruz. Gusto dergisinin Kasım sayısında 169 Türk şarabının tadıldığı 7. Büyük Tadım’ın neticeleri var. Kırmızılarda Sevilen Centum Syrah 2005 ile Sevilen Premium Syrah-Merlot 2006, beyazlarda ise Pamukkale Anfora Chardonnay Reserve 2004 altın listeyi oluşturmuşlar. Wine Spectator dergisine dönecek olursak, her yıl bir de dünyanın en iyi şarap listesine sahip restoranlarını ödüllendiriyorlar. 2008 yılının listesinde tam 4 bin 129 restoran yer almış. Büyük ödül sahibi olabilmek için en az bin 500 şaraplık bir liste ve onu destekleyebilecek bir mahzene sahip olmak gerekiyor. Bu kategoride listesinde 14 bin farklı şarap, mahzeninde de 450 bin şişe şarap bulunduran (ama buna rağmen son Michelin yıldızını da kaybetmiş olan) Paris’teki La Tour d’Argent ile Floransa’daki listesinde 4 bin 500, mahzenlerinde ise 145 bin şişe şarap bulunduran ekstrem örnekler de var; ama asıl amaç zengin şarap listeleri ile müşterilerini ödüllendiren restoranları ödüllendirmek. Wine Spectator’un listesinde 65 ülkeden restoranlar yer alıyor, ama ne yazık ki Lübnan, Umman, Kazakistan, hatta Vietnam gibi ülkelerin restoranlarının bile bulunduğu 4 bin 129 restoranlık listede ülkemizden tek bir restoran bile yok! Nasıl olsun ki, şarap ithalatında uygulanan vergilerle Wine Spectaror’un Top 100 listesine girmemiz de, en iyi restoranlar listelerine bir iki restoran sokmamız da hayal. Aslında belki de hayal bile değil, çünkü aslında bizim buralarda kimsenin pek umurunda da değil...İşte ilk 10...Casa Lapostolle, Clos Apalta Colchagua Valley 2005 (Şili) 96 puan Chateau Rauzan-Sègla, Margaux 2005 (Fransa) 97 puan Quinta do Crasto, Douro Reserva Old Vines 2005 (Portekiz) 95 puan Chateau Guiraud, Sauternes 2005 (Fransa) 97 puan Domaine du Vieux Tèlègraphe, Chateauneuf-du-Pape La Crau 2005 (Fransa) 95 puan Pio Cesare, Barolo 2004 (İtalya) 94 puan Chateau Pontet-Canet, Pauillac 2005 (Fransa) 96 puan Chateau de BeauCastel, Chateauneuf-du-Pape 2005 (Fransa) 96 puan Mollydooker, Shiraz McLaren Vale Carnival of Love 2007 (Avustralya) 95 puan Seghesio, Zinfandel Sonoma County 2007 (Kaliforniya) 93 puan
Ama 007 James Bond dünyanın en ünlü ajanı oldu ve birbirinden muhteşem lokasyonlarda çekilen filmlerindeki birbirinden güzel “Bond kızları”, kullandığı arabalar, hatta başta “shaken, not stirred Vodka Martini” olmak üzere içtiği içkilerle hepimizin hayatında bir yeri oldu.Jan Fleming yazdığı 007 romanlarında kahramanının içkisini Votka Martini olarak belirlememişti. James Bond’un Casino Royale’da aşık olduğu Vesper’in adını verdiği favori kokteylini Ian Fleming kitabında “üç ölçek cin, bir ölçek votka ve yarım ölçek Cinzano Dry vermut” olarak tarif etmiş. Ama James Bond ilk filmi Doktor No’da yaratıcısını dinlemeyerek barmene özellikle “shaken, not stirred” yani “çalkala, karıştırma” talimatı vererek Votka Martini içmişti. Gerçi Doktor No daha ilk filmdi ve filmden akılda en çok kalan sahne Ursula Andress’in belinde kaması ve beyaz bikinisiyle Karayip denizinden kumsala çıkışı olduğu için, James Bond’un ne içtiği açıkçası daha pek kimsenin umrunda değildi. James Bond’un (o zamanlar daha Sean Connery idi) Ursula’nın dikkatini çekmek için “Underneath the mango tree” diye abuk bir kalipso şarkısı söyleyerek bu sahneyi berbat etmesi bile Ursula Andress ile Jamaika’nın tabii güzelliklerinin önüne geçememişti.Jamaika’nın plajları ve müziği Jamaika (Bond’un Ursula Andress’in dikkatini çekmek için mırıldandığı şarkıyı saymazsak) müziği ile özellikle reggae ve turkuaz rengi suların yıkadığı bembeyaz plajlarıyla hâlâ çok ünlüdür. Ian Fleming’in James Bond romanlarını yazdığı evi Goldeneye, adanın en güzel otellerinden biri ve James Bond meraklıları için belki de Jamaika’dayken kalınacak tek yer. Başkent Kingston ile Goldeneye arasında kahvesiyle ünlü Blue Mountains var. Buradaki eski bir kahve plantasyonu bir butik otele çevrilmiş. Dağlar arasında gizlenmişken, aşağıda uzanan Kingston’un ışıklarına karşı bir, hayır Votka Martini demeyeceğim, Planter’s Punch veya Mojito içmek için ideal. Ne de olsa, Halle Berry de, Die Another Day’de Ursula Andress taklidi bir sahnede bu sefer Küba’da denizden çıktıktan sonra James’in (bu sefer Pierce Brosnan) uzattığı Mojito’yı yudumlamıştı. Yani Mojito ile konudan da uzaklaşmamış olursunuz.Bond’un aksiyondan göremediği SienaEski Bond’lardan Roger Moore, “Yeni James Bond filmlerinde çok fazla şiddet var, izlemekten artık zevk alamıyorum” diye şikayet etmiş. Gerçekten de özellikle son 007 filmi Quantum of Solace neredeyse başından sonuna sırf aksiyon. Eski filmlerindeki hoş ve yerinde espriler artık yok. Hatta Bond koşuşturmaktan neredeyse içki içmeye bile zaman bulamıyor. Gerçi son filminde gene iki arada bir derede Vesper Marini içiyor, hatta içine koyulacakları sayarken cini bile Gordon’s olarak markasıyla söylüyor, ama film sonra gene nefes nefese geçiyor. Quantum of Solace da, aynı diğer Bond filmleri gibi muhteşem yerlerde geçiyor. Hele ilk baştaki kovalamaca sahnesinin çekildiği Siena, gezmekten, seyahat etmekten hoşlanan herkesin hayallerine giren bir yer. Siena ortaçağdan kalma bir harika, hele Palio olduğu günlerde, yani Quantum of Solace da olduğu gibi, herkesin rengarenk (ve biraz abartılmış) ortaçağ kıyafetleri giyip piazza’daki, yani şehir meydanındaki at yarışlarını seyrettiği günler, çok kalabalık, ama unutulmaz oluyorlar.ChIantI İçmeden gerİ dönmeyin Siena’da yapıldığı 1348 yılında İtalya’nın en yüksek kulesi olan Torre del Mangia’nın 500 merdivenini tırmanıp, şehrin turuncu kiremit çatılarının arasında kaybolan daracık sokaklarına yukarıdan bakmalısınız. Şehrin ötesinde Toskana’nın yemyeşil tepelerinin yükselmekte değil, önünüzde uzanmakta olduğunu göreceksiniz. Burası İtalya’nın en tanınmış şarap bölgesi Chianti ve onun bağlarıdır. Bu teplerdeki köylerdeki osteria’larda, yani kır lokantalarında masanızda bir şişe Chianti ve nefis yemeklerle karşınızdaki yükselen Siena’yı seyrederek unutulmaz bir yemek yiyebilirsiniz. James Bond, son filminde, hele Siena’daki sahnelerinde koşuşturmaktan, bırakın Chianti içmeye, nefes almaya bile zaman bulamamıştı. Ama Siena, hatta bütün Toskana, o kadar güzel ki, siz sakın ola ki, yolunuz Siena’ya düşerse, öyle yapmayın.Nerede kalınır?n Grand Hotel Continental Siena00-39-0577-56011www.ghc.royaldemeure.com n Hotel Duomo00-39-0577-298088www.hotelduomo.itCasino Royale ve Montenegro (Karadağ)James Bond romanlarının ilki Casino Royale, başrolünde George Lazenby’nin oynadığı başarısız bir denemeden sonra Daniel Craig’in ilk 007 rolünü oynadığı film olarak tekrar çekilmişti ve büyük kısmı Montenegro’da (Karadağ), daha doğrusu Montenegro’daki bir kumarhanede geçiyor. Gerçi dışarısı daha sonraki sahnelerde az da olsa görüldüğü gibi o kadar güzel ki, insan neden filmin bu kadar büyük bir bölümünü kumarhanede çekmişler diye şaşırmadan edemiyor. James Bond bu sefer Daniel Craig’in vücudunda kumar masasına oturuyor ve Martini’sini aynı yaratıcısının kitapta belirttiği tarifle ısmarlıyor: “Üç ölçek cin, bir ölçek votka ve yarım ölçek Kina Lillet vermut, shaken, not strirred, ince bir limon kabuğu ile.” Ama ne var ki, Bond’un masada şansı pek iyi gitmiyor ve havasını süratle kaybediyor. Hatta İngiliz hükümetinin verdiği bütün parayı kaybedince, hazineden sorumlu kız arkadaşından oyuna devam edebilmek için ek para alamadığı gibi azar da işitiyor. 007 karizma çizilmiş vaziyette bara gidiyor, bir Martini Dry istiyor, barmenin “çalkalanmış mı, karıştırılmış mı” sorusuna ters bir bakışla cevaplıyor: “Sanki umrumdaymışa benziyor muyum?” Ve işte bu sahne benim için James Bond’un bittiği an oluyor.ZamanI unutturan daracIk sokaklar Montenegro, ya da bizim bildiğimiz adıyla Karadağ, Adriyatik denizi kıyısında Hırvatistan ile Arnavutluk arasında sıkışmış bir ülke. Osmanlı zamanında bağımsızlığını korumayı başarmış olan Karadağ uzun yıllar Yugoslavya’nın bir parçası olduktan sonra birkaç yıl önce Sırbistan’dan ayrılarak tekrar bağımsız olmuş. Sarp dağların adeta denizin içine düştüğü Karadağ’ın kısa birbirinden güzel koylarla bezenmiş. Bunlardan en büyük ve ünlüsü Boka Kotorska bir körfezden çok fiyorda benziyor. Kıyılarındaki köylerdeki taş evlerin arasındaki daracık sokaklar zamanı unutturuyor. Venediklilerin bölgedeki ticarete hakim oldukları zamandan kalan saray yavrusu villalar gölün kıyısında yükseliyor. Körfeze adını veren Kotor bunların en önemlisi, UNESCO Dünya Mirası kapsamında koruma altında. Hotel Splendido kalınacak en iyi otel. Kotor’un karşısındaki Perast ise Catherine Zeta Jones ile Michael Douglas’ın burada bir ev almalarıyla ünlenen bir köy. Perast da evi olanlar arasında Goran Bregoviç ile Sırp sanatçılar ve Belgrad sosyetesinin önemli simaları da bulunuyor. James Bond da arada bir uğradığına göre, Karadağ ilginç bir yere benziyor.Nerede kalınır?n Hotel Splendido0086-381-82-301700www.splendido-hotel.com n Villa Montenegro0086-381-86-468802www.villa-montenegro.com
Burası iki uçsuz bucaksız kumsal arasındaki kayalıkların üzerinde kurulmuş bir kasaba. Ve sonbahar, daha doğrusu onlara göre ilkbahar olan şimdiki Ekim-Kasım ayları bu toprakları ziyaret için en iyi zaman, çünkü Hermanus, dünyada balinaları karadan seyredebileceğiniz en iyi yerlerin en başında geliyor.Kayaların üstündeki The Marine oteli arkasındaki yemyeşil dağlarla önünde uzanan gri-mavi okayanusun arasında beyaz bir çizgi gibi duruyor. Havadaki kara bulutlar insana okyanusun soğukluğunu hissettiriyor. Burası dünyanın en güney ucu, önünüzdeki okyanus Antartika’nın buzullarına kadar uzanıyor. Bir saat kadar batınızda Cape Town ve denize bir kayalık bir dil gibi uzanan Ümit Burnu bulunuyor. Portekizli denizci Vasco da Gama bu burnu 500 yıl kadar önce döndüğünde önünde açılan yeni okyanusu görmüş. Vasco da Gama daha sonra Hint Okyanusu olarak anılacak bu denizden yoluna devam edip, bilmiyorsanız bile, tahmin edebileceğiniz gibi Hindistan’a varmış. Ümit Burnu aslında Afrika’nın en güney noktası değil. Bu şeref The Marine otelinin bulunduğu Hermanus’un bir saat kadar doğusundaki Agulhas burnunun. Cape Agulhas, Cape of Good Hope, yani Ümit burnu kadar romantik değil. Ümit burnu dalgaların sürekli dövdüğü kayalıkların üzerinde yükselen bir fener, bir tarafınızda Atlas, diğer tarafınızda Hiny Okyanusu ile çok dramatik bir yer. Oysa Cape Agulhas daha sakin; daha mütevazı bir fener ile birkaç balıkçı kulübesi kendilerini arkalarındaki yuvarlak tepelere yaslamışlar, sanki zamanın geçmesini bekliyorlar.Ümit Burnu ile Cape Agulhas arasında sadece Afrika’nın değil, dünyanın en ilginç kasabalarından birisi bulunuyor: Hermanus. Burası iki uçsuz bucaksız kumsal arasındaki kayalıkların üzerinde kurulmuş bir kasaba. Güney Afrika’nın en iyi butik otellerinden The Marine ile Birkenhead House bu kayalıkların üzerinde kurulular. Ve sonbahar, daha doğrusu onlara göre ilkbahar olan şimdiki Ekim-Kasım ayları bu toprakları ziyaret için en iyi zaman, çünkü Hermanus, dünyada balinaları karadan seyredebileceğiniz en iyi yerlerin en başında geliyor. Right whale, yani “doğru balina”, bu adı avlanılması ticari açıdan en doğru, daha doğrusu en verimli olan balinalar oldukları için almış. Bütün balinalar arasında yağı en kıymetli olan bu cins yoğun avlanma sonucu kuzey denizlerinde kalmamış. 1935 yılından bu yana kısmi de olsa koruma altındalar ve sayılarının 3 ile 4 bin arasında bulundukları tahmin ediliyor. 50 ton ağırlığındaki balinalar güney yarımkürede kışın yerini ilkbahara bıraktığı aylarda, yani bizim sonbaharımızda, güney kutbu yakınlarından kuzeye doğru çiftleşmeye ve doğurmaya çıkıyorlar. İşte Hermanus’un bulunduğu Walker Bay’in nispeten sıcak sularına da bu sıralar giriyorlar.Deniz mahsülleri cenneti The Marine’in önündeki kayaların dibinde denizin içinde, denize sıfır bir havuz bulunuyor. Arkası uçurum, önü Antartika’ya kadar uzanan bir okyanus. Havuzda mısınız, okyanusun içinde mi farkedemiyorsunuz. Ve balina mevsiminde, yani şimdi, yüz metre ötenizde sizinle aynı denizi paylaşan bu muhteşem hayvanları görebiliyorsunuz. Birkenhead House ise adını bu kayalıklarda batmış olan bir İngiliz gemisinden alıyor. Bu otelin havuzunda balinaları havuzun içinde elinizde bir kadeh Güney Afrika şarabı ile daha medeni bir ortamda, ama biraz daha uzaktan izleyebilirsiniz. İki dev okyanusun birleştiği yerin bir deniz mahsülleri cenneti olduğunu söylemeye herhalde pek gerek yok. İstridye, kalamar, ıstakoz, Mozambik’ten gelen dev karidesler, deniz mahsüllerinden hoşlanan herkesin aklını başlarından alacak cinstenler. Marine otelinin restoranı The Seafood at The Marine deniz mahsülleriyle ünlü, lüks bir balık lokantası. Güney Afrika’daki lüks lokantaların fiyatları bizimkilerin yanına daha yaklaşmadıkları için, fiyatlar oldukça makul. Ama Hermanus’ta yemek yemek için en keyifli yer, hele bizim başarabildiğimiz gibi deniz kenarında bir masa kapabilirseniz kayaların dibindeki Bientang’s Cave. Burası salaş tabir edebileceğimiz, ama kendinize çok makul fiyatlara bir ziyafet çekebileceğiniz bir restoran. Servisin onlar size alışıncaya kadar biraz kaba olmasının dışında tek kötü tarafı, hava kötü olunca kapalı olması, çünkü Hermanus’ta bulutlar kararıp rüzgar esmeye başlayınca, dışarıda oturma imkanı pek kalmıyor, zaten anlamı da olmuyor. İşte o zaman sıkı giyinip Cape Agulhas’a doğru uzanan kumsala gidip ayaklarınız yüzlerce metre uzakta patlayan dalgaların sahile vuran kalıntılarının arasında ıslanırken yürümek. Bütün buralar size çok uzak gibi geliyorsa da aslında yakın. Türk Hava Yolları’nın İstanbul’dan geceyarısına çeyrek kala kalkan uçağıyla ertesi sabah Cape Town’a varıp, oradan bir araç kiralayıp öğlen yemeğinde Hermanus’da olabilirsiniz.Bunları yapmadan dönmeyinGolf oynayInn Vin de Constance için, Napolèon’un ve bizim Ayşe’nin şarabı. n Kabuklu deniz mahsülleri yiyin. n Cape Town’a dönüyorsanız n Chapman’s Drive’a katılın. n Dağların arasında gezerken okyanus manzarası seyredebilirsiniz.Nerede kalınır?HERMANUS n The Marine0027-28-3131000www.marine-hermanus.com n Birkenhead House0027-28-3148000www.birkenheadhouse.com n The Western Cape Hotel+Spa0027-28-2840000www.luxurycollection.com/westerncape FRANSCHHOEK n Le Quartier Française0027-21-8762151www.lequartier.co.za n La Residence0027-21-8764100www.laresidence.co.za
Bir de o nehir Cenevre ve Zürih’te olduğu gibi dağlar arasındaki bir göle akıyorsa, işte o zaman o şehirlerin güzelliğine doyum olmaz.Zürih, çocukluğunuzda Monopoly oynadıysanız, adları kulağınıza yabancı gelmeyecek olan caddelerle dolu bir şehirdir. Bunlardan ilk akla gelen tren istasyonunun karşısındaki ve haliyle adı “istasyon caddesi” anlamına gelen Bahnhofstrasse’dir. Bu cadde Avrupa’nın en ünlü (ve ne yazık ki en pahalı) alışveriş caddelerinden birisidir. Bahnhofstrasse, UBS ve Credit Suisse gibi bu aralar üzgün adamlarla dolu ünlü bankaların görkemli binalarının bulunduğu Paradeplatz üzerinden göl kıyısına kadar uzanır. Bahnhofstrasse’de bu aralar Noel süslemeleri başlar; ilk karın yağmasıyla da caddenin gece manzarası hayal edebileceğiniz en güzel cadde manzarasına dönüşür. İsviçre denilince muhteşem dağ ve şirin şehir manzaralarıyla birlikte akla ilk önce saat, çikolata ve peynir gelir. İsviçreliler buna “Bizim sanayimiz de var, bankacılıkta ise dünyanın merkeziyiz” diye itiraz eder, ama İsviçre’ye giden turistler, çok zengin olup bankalardaki paralarını kontrole gelmediyse, gene de saat, çikolata ve peynir üçlüsünün peşinden koşarlar. Saatler bizim yazımızın konusu değil. Çikolata ise çok tatlı bir konu, ama ona da değinmeyeceğiz. Peynire gelince, o önemli! İsviçre’de peynir, fondü veya raklet çeşidiyle ana yemek olarak da yenir. Fondü, Emmentaler ve Greyerzer gibi peynirlerin masadaki bir tencerede eritilmesi ve masada oturanların ellerindeki şişlere taktıkları ekmekleri erimiş peynire batırmak suretiyle yedikleri çok sosyal bir yemektir. Raklet (Raclette) ise Alp dağlarındaki köylülerin kulübelerindeki ateşin yanına koydukları peynirin eriyince çok lezzetli bir yemek haline geldiğini tesadüfen keşfetmeleri sonucu, gastronomi dünyasındaki yerini almıştır. Ama gene de Zürih’e gitmişken, ikisini de denemekte yarar var. CAFE ODEON 1912’DEN BU YANA POPÜLERZürih’te yenilmesi gereken asıl yemek, ismi biraz zor olan, ama sipariş etmeyi başarabildikten sonra önünüze gelen tabaktan asla pişman olmayacağınız Zürcher Geschnetzeltes’dir. Bu yemek ünlü Rus yemeği Beef Stroganov’un akrabası sayılabilir. Stroganov’un daha mantar ve kremalı bir versiyonudur, yanına İsviçre’ye mahsus nefis bir patates rendesi kızartması olan Rosti konur. Yanındaki yemeğin sosuna karışan Rosti’nin tadına doyum olmaz. Ama siz de “Etimi doğranmamış, sosa bulanmamış ve tek parça halinde isterim” diyenlerdenseniz, dana bifteği efsanevi olan Stapferstube’yi (Culmannstr. 45, www.stapferstube.ch) tercih edebilirsiniz. Orta Avrupa ülkelerinde cafè’ler vazgeçilmezdir. Bahar aylarında bile güneşin kendisini bulutların arasından bir göstermesiyle masalar kaldırımlara atılır, insanlar gelip geçeni seyrederken, kahvelerini veya içkilerini yudumlar, gazete veya kitaplarını okurlar. Avrupa’nın en ünlü cafè’lerinden biri olan Limmatquai’deki Cafè Odeon 1912 yılından beri var. Müşterileri arasında tarihin sayfalarından fırlayan o kadar çok kişi var ki, neredeyse şimdikiler kimsenin umurunda değil. Zürih’te sürgünken Rus ihtilalinin planlarını yapmakta olan Lenin, James Joyce, Albert Einstein, Nietzsche, hatta bir ara askerden kaçmak için İsviçre’ye gelen ileriki yılların İtalyan faşist diktatörü Benito Mussolini, Cafè Odeon’un müşterileri arasında yer almışlar. Lenin ile Mussolini’nin aynı anda cafè’de bulunup bulunmadıkları bilinmiyor, ama Lenin ile James Joyce’un burada sohbetleri olduğu söyleniyor. Cafè Odeon’un uzun kavisli barı akşam saatlerinde hâlâ oldukça popüler. İsviçre’nin ünlü kiraz likörü: KirschBellevueplatz’daki başka bir lezzet durağı ise sosisleri ile ünlü bir büfe. Sosislerin yanında verdikleri kara kabuklu ekmekler, neredeyse sosisler kadar lezzetli. Birkaç kızarmış patates ve soğuk bir İsviçre birası ile süsleyeceğiniz bu ayaküstü yemek, Zürih’te yiyebileceğiniz en lezzetli ucuz yemek olacaktır. Biradan bahsetmişken, marka vermemi beklemeyin, çünkü İsviçre’nin biraları da, şarapları gibi vasat. Onun için Feldschlösschen veya Hürlimann gibi biralarından dilinizin döndüğünü sipariş edip içebilirsiniz. Ama ille de bir İsviçre içkisi deneyeceğim diyorsanız, ünlü kiraz likörleri Kirsch size göre olabilir. Kirsch, Almanya’daki Karaormanlar, Alsace ve İsviçre arasında paylaşılamayan bir içkidir. İsviçreliler tarafından saat, çikolata ve peynir kadar değilse de, kendilerinin olarak benimsenmiştir. Yabancılar ise bir kadeh içtikten sonra hatıra olarak bir şişe almakla yetinir.Bunları yapmadan dönmeyinn Zürih’e bir saat mesafedeki Luzern, bembeyaz dağlarla çevrili bir gölün kıyısında rüya gibi bir şehir. Eski şehir adeta Ortaçağ’dan bir sayfa gibi... Göl kenarında bir yürüyüş ömrü uzatan cinsten. 1900 metre yükseklikteki Stanserhorn’a finüküler ile çıkmaya, önünüzde uzanacak unutulmaz manzara için değer. n Luzern’e gitmişken, gölde yapacağınız bir gemi gezisinde İsviçre’nin kalbini görebilirsiniz. Vierwaldstaettersee veya daha kolay adıyla Luzern gölünün kıyısındaki kantonlar İsviçre’yi ilk kuran kantonlar. Ülkeye adını veren Schwyz kasabası bunlardan biri. n Picasso’nun modeli ve ilham perisi Angela Rosengart’ın aralarında 50 Picasso tablosu bulunan koleksiyonuyla (www.rosengart.ch) çevrenizi saran “Dağlar Kızı Heidi” manzaralarından uzaklaşabilirsiniz. n Zürih’e iki saat mesafedeki Interlaken iki gölün arasında, Alp dağlarının Matterhorn’dan sonraki en güzel tepeleri Jungfrau, Mönch ve Eiger’in gölgesinde bir şehir. İsviçre’ye gitmişken Interlaken’e gidip bu muhteşem dağları görmek için tek ihtiyacınız olan şey bulutsuz bir hava olacak.
Çoğu artık saraylarını halka açıp geçiniyor, para karşılığında saraylarında zengin turistlerle yemek yiyorlar. Ülkenin mihrace saraylarıyla en ünlü bölgesi Racasthan. Buradaki Jaipur, Jaisalmer, Jaodhpur ve Udaipur her gezginin hayallerini süsleyen anıt şehirler.Udaipur 1559 yılında Udai Singh tarafından kurulmuş. Dağlar arasındaki kenti saran dört suni göl, şehre masalsı bir güzellik veriyor. Udaipur mihraceleri şehri saraylarla donatmış. Racasthan’ın en büyük sarayı olan City Palace (şehir sarayı) Pichola gölünün kıyısında yükseliyor, bir bakıma şehrin önüne set çekiyor. City Palace artık geçmiş olan bir devrin ihtişamını görebileceğiniz etkileyici bir müze. Arkasında dar sokakları ve renkli pazarlarıyla Udaipur şehri uzanıyor. Pichola gölündeki adalardan birisinde Maharana Jagat Singh II tarafından, 1746 yılında yapılmış olan bir keyif sarayı bulunuyor. 1961’de halka açıldıktan sonra Lake Palace (James Bond Octopussy burada çekilmiş) adıyla bir otele çevrilmiş. City Palace’ın yanındaki binalarda yükselen Shiv Niwas ve Fateh Prakesh sarayları da otel olarak kullanılıyor. Bunlar vaktiyle George V, Elizabeth II ve Jackie Kennedy’e ev sahipliği yapmış, ama biraz köhneler. Udaipur’da kalmak için daha iyi oteller var, ama bu ikisi bahçelerinde 5 çayı içmek veya Pichola gölü üzerinde adeta yüzen Lake Palace manzarasına karşı birer Kingfisher Hint birası içmek için idealler. Udaipur, aslında Delhi’ye daha yakın olmasına rağmen, Bombay üzerinden gitmeyi tercih edebilirsiniz. THY hem Delhi, hem de Bombay’a non-stop uçuyor. Ancak Delhi, Racastan’ın pembe şehri Jaipur ve Taj Mahal’in bulunduğu Agra’nın diğer köşelerini oluşturduğu Altın Üçgen’in bir köşesini oluşturduğu için, buralara yapılacak bir seyahate bırakılabilir. Bombay, Portekizliler tarafından 1534 yılında kurulmuş. Adı “iyi liman” anlamına gelen “Bom bahai”den geliyor. İngilizler şehri 1661 yılında almış ve Bombay “üzerinde güneş batmayam imparatorluk”un önemli bir şehri olmuş. Bağımsızlıktan sonra Hintliler şehrin adını Mumbai olarak değiştirmiş. Bombay ticaret yollarına çok hakim bir yerde olduğu için hep önemli bir ticaret merkezi olmuş. İran’dan gelip yerleşen Yahudi ve Farsi (hâlâ önemli azınlıklar) işadamları ticarete hakim olmuş.Baharat sevenler için Bombay’i gezmeye Gateway of India’dan başlayabilirsiniz. Bu zafer takı şekli ve boyutundaki “kapı”, İngiltere kralı Hindistan’ı ziyaret ettiğinde ülkeye giriş yapsın diye inşa edilmiş. İşin ilginç tarafı Hindistan 1947 yılında bağımsızlığını kazandığında, İngiliz askerleri Bombay’i gene bu kapıyı kullanarak terk etmiş. Karşınızda yükselen gotik yapı 1903 yılında inşa edilen Taj Mahal Palace oteli. Otelin ilginç bir hikayesi var: O zamanlar Hindistan’ın en zengin Hintli işadamlarından biri Bombay’in en lüks oteline Hintli olduğu gerekçesiyle alınmayınca kızmış ve kendi otelini yapmaya karar vermiş. Taj Mahal Palace kısa sürede Singapur’daki Raffles ve Hong Kong’daki Peninsula gibi İngiliz İmparatorluğu’daki lüks seyahatin sembolleri arasında yerini almış, hâlâ da dünyada kalınması gereken otellerden biri. Taj Mahal Palace’in önünden bineceğiniz bir fayton ile eski Bombay’i gezebilirsiniz. Gotik binalarla dolu üniversite mahallesinden Victoria tren istasyonuna kadar yapacağınız bir gezinti, şehrin havasını almanız için yeterli olabilir. Victoria veya yeni adıyla Chhatrapati Shivaji Terminus, günde 2 milyon yolcu taşıyan binden fazla trenin geldiği kemerler, onları taşıyan sütunlar ve vitraylarla bezenmiş majestic bir istasyon. Bu bölgedeki Khala Ghoda mahallesi, bar ve restoranlarıyla ünlü. Bombay’i faytonla gezebilirsiniz, ama mutlaka binmeniz gereken araçlar siyah taksiler. Bunlar, içine şoför dahil dört kişinin zar zor sıkışabileceği boyutlarda kendisini otomobil sanan araçlar. Bombay caddelerini dolduran binlercesi adeta çarpışan otomobil misali birbirlerine sürtünerek, hatta arada bir çarparak müşterilerini sağa sola taşıyorlar. Bu arada Hintlilere yeni model otomobillerden kimse bahsetmemiş olmalı ki, yeni modeller bile 1950 model gibi duruyor. Baharat seviyorsanız, Hint mutfağı muhteşem. Sulu yemeklere nan ve çapadi adını verdikleri ekmek ve pideleri bandırmaya doyamazsınız. Ama yemekte havamız olsun, Bollywood yıldızlarını da görelim derseniz, Bombay’in Beverly Hills’i Bandra’daki İtalyan lokantası Olive’e gitmelisiniz. Yemekler şöyle böyle, ama milli kıyafetleri sari yerine mini etek giymiş birbirinden şık kadınlar, mankenler, şarkıcılar, artistler ve onları çekmeye çalışan paparazzi, kameraman ve ışıklar; bizimkilere ne kadar benziyorlar şaşarsınız...Bunları yapmadan dönmeyinn Udaipur sarayları, özellikle Lake Palace gölden çok güzel görünüyor. Pichola gölünde bir tekne gezintisi yapmayı ihmal etmeyin. n Gene Udaipur’da tepedeki kaleye çıkıp aşağıdaki dantel gibi göllerin arasından yükselen sarayların muhteşem manzarası görülmeli. n Bombay’de Taj Mahal Palace otelinde havuz başında cin tonik içmelisiniz. Cine tonik katılması adeti Hindistan’daki İngilizler tarafından tonikteki kininin hastalıklara iyi gelmesi için başlatılmıştır. n Hindistan çok büyük bir ülke. Parasının üstündeki yazılar bile çoğu farklı alfabelere sahip 18 lisanda. Gitmek için vize gerekiyor, ama almak çok kolay, tek girişli istediğinizde bile belki beğenir tekrar gidersiniz diye çok girişli veriyorlar.Nerede kalınır?n Udaipur * Taj Lake Palace+91-294-252-8800www.ihw.com/tajlakepalace * Udaivillas+91-294-2433-300 www.oberoihotels.com * Devi GarhUdaipur’a yarım saat mesafede eski bir kale+91-2953-289211 www.deviresorts.com n Bombay * Taj Mahal Palace+91-22-6665-3366www.lhw.com/tajmahalmum * The Oberoi+91-22-5632-5757www.oberoihotels.com
13 Şubat 1945 gecesi gökten ateş yağdığı geceydi. Halkı hava saldırılarına karşı uyaran sirenler çalmaya başladığında sığınaklara koşan Dresdenliler başlarına gelecekleri tahmin bile edemezlerdi. Saat 11.03’te başlayan ilk bombardıman 25 dakika sürdü, onu yarım saatlik bir bomba ve ateş yağmuru daha izledi. O gece 772 tane İngiliz ve Amerikan uçağı Dresden’in üzerine, bin 181 tanesi yangın bombası olmak üzere tam 2 bin 658 ton bomba bıraktı. İlk başlarda 400 bin civarında olarak tahmin edilen ölü sayısı sonraki yıllarda 35 bin olarak düzeltildi, ama Dresden’de o gece, çoluk çocuk, kadın erkek, kaç kişinin hayatını kaybettiği hiçbir zaman bilinmeyecek. Oysa Dresden bir mücevherdi. Saksonya’nın en güzel şehri Elbe nehrinin kıyısında birbirinden güzel binalarla bezenmişti. Şehrin silüetine dev taş kubbesi ile Frauenkirche hakimdi. Richard Wagner ve Richard Strauss gibi bestekârların eserlerinin galalarının yapıldığı görkemli opera binası Semperoper, şehrin kültür yaşamının merkeziydi. Semperoper’in karşısındaki barok Hofkirche kraliyet kilisesi Frauenkirche ile yarışmaya çalışıyordu. Ve bütün bu anıt binaların arasında en dikkat çeken ise 18. yüzyıl başlarında inşa edilen Barok mimarinin en muhteşem örneklerinden ve Avrupa’nın en önemli müzelerinden biri olan Zwinger idi. Dresden 13 Şubat gecesi yerle bir olduktan sonra neredeyse yarım yüzyıl kaderine terkedildi. Komünist Doğu Alman devletini bu görkemli şehri tekrar eski parıltısına kavuşturmak konusunda çok isteksizdi. Ama iki Almanya’nın birleşmesinden sonra Dresden aslına uygun bir biçimde yeniden inşa edildi. 2005 yılında Avrupa’nın en güzel barok kiliselerinden Frauenkirche’nin milyonlarca Euro’luk restorasyonu da bitince, şehir eski günlerinde olduğu gibi Avrupa’nın en görülmeye değer şehirleri arasında yerini tekrar aldı.Unutamayacağınız tatlar Eski Doğu Alman şehirlerinden mutlaka görülmesi gereken bir diğeri ise Weimar. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Alman kayzeri Wilhelm II tahttan feragata mecbur edilince, Alman meclisi Thüringen’deki küçük bir şehir olan Weimar’daki Nationaltheater’de toplanıp cumhuriyeti ilan etmişti. Nazilerin 1933 yılında yönetime el koymalarına kadar süren bu cumhuriyet, tarihe Weimar cumhuriyeti olarak geçmişti. Weimar da, Dresden kadar ünlü olmasa da kültürel açıdan hep çok önemli bir şehirdi. Dük Carl Augustus ve karısı Anna Amalia zamanında Alman edebiyatının iki dev yazarı Johann Wolfgang von Goethe ve Friedrich Schiller burada yaşamışlar, Anna Amelia’nın saatler süren yuvarlak masa toplantılarında dönemin diğer aydınlarıyla fikirlerini çarpıştırmışlardı. Weimar küçük bir şehir, gezmek çok kolay ve zevkli. Goethe ile Schiller, Weimar geziniz boyunuca adeta size eşlik ediyor. İlk önce Nationaltheater’in önündeki meydana hakim el ele heykelleri dikkatinizi çekiyor. Sonra iki tarafında ağaçlar dizili olan ana caddedeki Schiller’in evini geçip Goethe’nin evine doğru ilerliyorsunuz. Goethe hayranı olan Schiller kendi evini almadan önce Goethe’nin evinin karşısında bir ev kiralamıştı. Her sabah penceresinden Goethe’yi izler, o evinden çıktığında kendisini sokağa atıp tesadüfen karşılaşmışlar gibi, yanına gidip sohbete başlarmış. 2004’te yandıktan sonra tekrar yapılan rokoko şaheser Anna Amelia kütüphanesinden sonra, bir zamanlar Adolf Hitler’in balkonundan halka hitap ettiği (aynı balkonda şimdi modern bir adam heykeli bulunuyor) Hotel Elephant, Weimar turunu tamamlamak için yeterli. Buralarda yeme içmeye gelince, Alman mutfağı bazen şaşırtıcı derecede lezzetli yemekleri önünüze koyabiliyor. Benim gibi Almanya’ya gitmişken sosis yemeden olmaz diyenlerdenseniz, ülkenin en ünlü sosislerinden Thüringer Rostbratwurst’u mutlaka denemelisiniz. En lezzetlilerini sokak satıcılarından alabileceğiniz bu sosisler iki tarafından dışarı taşacak şekilde küçük ekmeklerin içine konduktan sonra, üstlerine hardal (ve isteğe göre ketçap) konuluyor. Yanında ne içeceğiz derseniz tabii ki bira. Weimar yakınlarındaki Bad Köstritz kasabasında adını kasabadan alan ünlü Köstritzer birası üretiliyor. Köstritzer bir Schwarzbier, yani “siyah bira”, bizim bildiğimiz Dark gibi sadece koyu renkli değil, siyah bir bira. 500 yıldır aynı yerde üretilen Köstritzer, incir ve çikolata aromalarıyla bezenmiş son derece lezzetli bir bira. Bad Köstritz’de damağımızda bira kadar kalacak siyah bira çorbası da (Schwarzbiersuppe) içebilirsiniz. Öte yandan Almanların Kalbsroulade adını verdikleri rostonun yanında gene Thüringen’e has hamur köftesi Thüringer Klösse’yi, yemeğin suyuna bandırır misali Roulalade’nin sosuna karıştırıp yemek de damağınızda unutamayacağınız tatlar bırakabilir.Nerede kalınır?n Dresden Taschenbergpalais+49-35149120www.kempinski-dresden.de Westin Bellevue+49-3518050www. starwood.com Art’otel Dresden+49-35149220www.artotel.de n WeImar Grand Hotel Russischer Hof+49-36-437740www.russischerhof.com Hotel Elephant+49-36-438020www.luxurycollection.com/weimarBunları yapmadan dönmeyinn 1880 yılında açılan Molkerei Gebrüder Pfund (Bautzner Strasse 79) peynir ve şarap mağazası, bütün duvarlarını ve tavanını kaplayan Villeroy & Boch seramiklerle mutlaka görülmeli. n Elbe nehrinde eski bir çarklı gemiyle günlük bir gezinti yapılmaya değer. (www.saechsische-dampfschiffahrt.de) Güzel havaya rastlarsanız unutamayacağınız bir gün geçirirsiniz. n Porselen merakınız varsa (kimin yok ki?) Dresden yakınlarındaki Meissen’in dünyaca ünlü porselen fabrikasını gezmelisiniz. (www.meissen.de) Meissen’in eski şehrindeki dükkanlarda antika porselenler de bulmak mümkün. n Dresden’e gitmenin en kolay şekli Berlin’e uçmak. Dresden, Berlin’den tren ile 2 saat. Ama oraya kadar gitmişken Berlin ve hemen yanındaki Prusya krallarının saraylarının bulunduğu Potsdam’a da zaman ayırmeyı ihmal etmeyin.