Son olarak bir rakı sofrasında beraber oturduğumuzda masaya kavun gelince “Bu meyvenin rakı sofrasında ne işi var” diye kızmıştı. Onun için bu sefer ola ki yanlış bir şey söylerim korkusuyla üstadın uzağında otudum. Tam karşımda ise Efe rakılarının üretiminden sorumlu olan Özlü Urkan oturuyordu. Çeşme Dalyan’daki Körfez Langusta Restoran’da Efe’nin yeni rakısı Efe Klasik’in tanıtım yemeğindeydik. Özlü Hanım artık neredeyse her rakı üreticisinin yaptığı yaş üzüm rakısının, rakıseverler arasında bilinen adıyla “yeşil” rakının mucidi. Tekel’deki 30 yıllık rakı ve şarap yapma tecrübesini Efe rakıya taşımış, nihayet özel sektörde çalışmanın verdiği rahatlıkla yaratıcılığını göstermeye başlamış. Kadehlerimize doldurulan Efe Klasik rakısına sadece buz koyduğumu görünce bir “Siz de mi” bakışı atıp “Öyle yaparsanız rakınız kristalleşir” dedi. İçki konularında tartışmanın boş olduğunu artık öğrendiğimden bir şey demedim, zaten rakım da pek kristalleşmedi ve sohbete başladık. Özlü Hanım’ı hazır yakalamışken Efe rakı ile ilgili merak ettiğim iki şeyi sordum: Yeşil Efe neden artık “ilk rekoltesi” olan 2004 kadar lezzetli değildi ve sevgili eşim Lale’nin en sevdiği rakı olan Mavi Efe’yi neden Klasik olarak değiştirme gereğini neden duymuşlardı. Kişi başı yarım litre Yeşil Efe yapma kararı uzun ve pahalı araştırmalar sonucu verilmemiş. Ülkemizin ilk özel sektör rakısı Efe’nin CEO’su Ekrem Demirtaş ile Özlü Hanım 2004 yılında damıtımevinin ambarlarının önünde dururken, Ekrem Bey yaş üzümleri görüp “Rakıyı kuru üzüm yerine sadece bunlardan yapsak nasıl olur” diye sormuş. Özlü Urkan da yapmış. Gerçi ilk yapılan Yeşil Efe’ye suma alkolü de katılmış ve belki de şimdiye kadar yapılmış en iyi rakı ortaya çıkmış. Yeşil Efe artık mevzuat gereği sadece yaş üzüm kullanılarak damıtılıyor ve taze kokusu, rahat içimiyle hâlâ çok lezzetli bir rakı.Mavi Efe’ye gelince, Yeşil Efe’nin başarısıyla Efe Rakı’nın asıl markası olan “Mavi” Efe ihmal edilmiş, birçok yerde bulunamaz olmuştu. Şimdi ise üç kere damıtılan Kara Efe ile harmanlanmış, gene mavi rengin hakim olduğu bir etiket ile Efe Klasik olarak tekrar rakıseverlerin huzuruna çıkmaya hazırlanıyor. Mavi Efe zaten çok güzel bir rakıydı, bir de damıtımevindeki en pahalı rakılardan Kara Efe ile takviye edilince klasik rakı içicilerinin hoşlanacakları bir rakı haline gelmiş. 3 kere damıtılan rakının özelliklerini anlatmaya devam eden Özlü Hanım’a, “İskoçlar viskiyi 2 kere damıtır, İrlandalıların kendi viskilerini 3 kere damıtmalarına ise 2 damıtımda iyi viski yapmayı beceremediklerindendir derler” diye takılmadan yapamadım, gülümseyip rakısından bir yudum aldı, ilk kadehini yarıladı. Ben ise Efe Klasik’i beğenmiş olmalıydım ki, 3. kadehime buz koymakla meşguldüm. Rakı dünyamızda rakıseverleri sevindiren bu gelişmeler olurken, rakı tüketimimiz şaşırtıcı bir şekilde düşmeye devam ediyor. Tekel’in son yıllarında 75 milyon litre olan rakı üretimi geçen yıl 42 milyon litreye kadar düştü. Türkiye’nin en büyük rakı üreticisi Mey İçki’nin CEO’su Galip Yorgancıoğlu ise geçen haftaki bir röportajında Türkiye’deki 18 yaş üstü nüfusun yüzde 46’sının içki içtiğini söylemiş. Kişi başı rakı tüketimimiz yarım litre, hep artıyor denilen bira tüketimimiz ise yıllardır kişi başı 11 litre olduğuna göre, çok küçük yudumlarla içiyor olmalıyız.
Alman göçmenlerin 19. yüzyılda Amerika’ya getirdikleri Hamburg usulü steak, yani hamburger o zamanlardan beri pek bir değişime uğramamıştı, ama başta Mc Donald’s olmak üzere Amerikan restoran zincirleri sayesinde dünyanın dört bir köşesine yayılmıştı. Dünyanın belki de en bilinen hamburgeri Big Mac bu yıl 40 yaşını bitiriyor. Beş yıl kadar önce New York’taki DB Bistro adında pek moda olan bir restoranda yediğim kaz ciğerli hamburger dışında kayda değer değişikliğe uğramış bir hamburger yediğimi pek hatırlamıyordum. DB Bistro’daki şef Daniel Boulud’ın hamburgerinde, kaz ciğeri hamburgerin köftesine hakim olmadan kendisini ancak belli ediyor ve muhteşem bir lezzet katıyordu. O kadar ki, 35 dolar civarında olan fiyatını bile haklı çıkarıyordu. Avrupalılar ise 35 yıl kadar önce tanıştıkları Mc Donald’s hamburgerlerini yemekten sıkılmamış olmalılardı ki, pek bir yenilik peşinde koşmaya gerek duymuyorlardı. Ama gastronomi dünyası da artık o kadar dinamik bir hâl aldı ki, ünlü şefler yeni tatlar yaratmanın peşinde koşarken eski defterleri de karıştırmayı ihmal edemiyorlar. O defterlerde hamburgere de rastlamış olmalılar ki, son birkaç yıldır 3 yıldızlı şefler bile yıllardır küçümsedikleri hamburgere merak salmaya başladı. Paris’teki Black Calvados’da Kobe sığırının etinden yaptıkları bir Hamburger’in yanında bildiğimiz ketçapın yerine böğürtlen ve kuşüzümünden yapılan özel bir “siyah ketçap” servis ediyorlar. Hamburger ile bira çok iyi gider, ama bu sanki yanında bir Rhone Şiraz’ını çok iyi taşır gibi geliyor. L’Atelier de JoÎl Robuchon’da Daniel Boulud’un hamburgerindeki kaz ciğerini yeterli bulmamış olmalılar ki, kıymaya karıştıracaklarına hamburgerin üzerine köfteyle neredeyse aynı boyutta dilimler halinde kaz ciğeri parçaları kullanmayı tercih etmişler. Ve bu da yanında, bir hamburger, yani neticede köfte olmasına rağmen bir Sauternes gibi tatlı beyaz şarap istiyor. İstanbul’da nerede yiyebilirsiniz?Paris’teki Le Meurice’in 3 Michelin yıldızlı şefi Yannick Allèno’nun kendi tabiriyle “casual” restoranı Le Dali’nin menüsünde de hem kendisi, hem de 35 avro’luk fiyatı iddialı olan bir hamburger bulunuyor. Hem de gerçek hamburgere yakın bir tarifi olan, füme bacon altındaki köftesi hardal, mayonez ve kornişonlarla lezzetlendirilmiş, yanında klasik bir hamburgerin yanına en çok yakışacağı gibi soğuk bir bira içebileceğiniz bir hamburger. 3 Michelin yıldızlı bir şefin elinden; eğer hamburger seviyorsanız, daha ne istersiniz ki? İstanbul’da mı nerede yiyebilirsiniz? Emre Mermer’in steakhouse’una bir daha gittiğinizde dinlenmiş etlerden gözünüzü alabilirseniz, oranın hamburgerini denemenizi öneririm, gene yanında buz gibi bir birayla. Fransızlar başta olmak üzere Avrupalıların hamburgerin çok lezzetli bir yemek olabileceğini keşfetmelerinin yakında onları da Amerikalılara çevirip, çevirmeyeceğini zaman gösterecek. Dünyayı obezite ile tanıştıran Amerikalıların çok yemek yemeleri yeni bir sorun değil. Avrupalılar 19. yüzyılda bile Amerikalıların gereğinden fazla yemek yediklerini düşünürlerdi. 21. yüzyılın başında Amerika’daki obezlerin toplam nüfus içindeki oranı yüzde 31, şişman denilebileceklerin oranı ise obezlere ilaveten yüzde 16 gibi gibi ürkütücü oranlara ulaştı. The Economist dergisine göre Amerika’daki sadece iç hat uçuşlarında uçaklarda kilolu yolcular yüzünden yılda 275 milyon dolarlık daha fazla benzin kullanılıyor. Böyle istatikler için acaba kelimelerin bittiği yer denilebilir mi?
Anadolu’nun güneybatı sahilini bir gerdanlık gibi saran on iki adanın küçüklerinden birisidir Simi veya artık bizim bile pek kullanmadığımız Türkçe adıyla Sömbeki. Nüfusunun 3 bin kadar olmasına aldanmayın, çünkü şimdi önemsiz gibi duran bu ada yüz yıl kadar önce 20 bin nüfuslu zengin bir süngercilik merkeziydi. Simi’ye kusursuz bir kartpostal görüntüsü kazandıran neoklasik evleri işte adanın o zengin olduğu yıllardan kalmış. Evlerin çoğu boş, ama tertemiz boyanmış ve ışıklandırılmış oldukları için doluymuş görüntüsü veriyorlar. Bodrum veya Datça’dan Simi’ye ulaşmak çok kolay. Daha on yıl öncesine kadar yüzlerce yıl Osmanlı İmparatorluğu’nun Cezayir-i Bahri Sefid eyaletini oluşturmuş olan bu adalar hakkında pek az şey biliyorduk. Sonra Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin nispeten normalleşmesi ve iki ülke arasında turizmin canlanması sayesinde karşılıklı ziyaretler artmaya başladı. Onlar hasretle andıkları İstanbul’a, biz de Ege adalarına gidip gelmeye başladık. Artık Simi limanındaki gulet ve yatlarda Yunan bayrağından çok ay-yıldızlı bayrağa rastlanıyor. Türklerin Simi turizmine, Simi ekonomisine katkıları tartışılmaz. Esnaf da bunun farkında olmalı ki, Türkler gittikleri tavernalarda, dükkanlarda adeta el üstünde tutuluyor. Simi’ye yanaştığınızda elinize tutuşturulan tanıtım broşüründe bile Simi’nin nasıl Osmanlı devrinde altın çağını yaşadığı, İtalyan işgalinde ise ne kadar eziyet çektiği anlatılıyor.Gün batımı manzaralarıEge adaları denilince akla ilk olarak deniz, uzo, mezeler, yani tavernalar geliyor. Simi’nin tartışmasız en ünlü tavernası Manos. Burada her gece İstanbul’dan tanıdık simalara rastlayabilirsiniz. Yemekler iyi, atmosfer bir Yunan tavernasından bekleyeceğiniz gibi. Gecenin ilerleyen saatlerinde meze ve balık eşliğinde içilen uzolar müşteriler üzerinde etkisini göstermeye başlıyor. Mano işini iyi biliyor, müzik bu saatlerde yükseliyor, Türkçe ve Yunanca şarkılar eşliğinde bilen ve bilmeyenlerin sirtaki gösterisi başlıyor. Mutfaktaki aşçılar da sıcaktan bunalmış olmalılar ki, onlar da ellerinde tavalarla kendilerini sirtaki yapan müşterilerin arasına atıveriyorlar. Ancak Simi’de yemek yiyebileceğiniz daha sakin tavernalar da var. Bunlardan Mythos aynı Manos gibi yatların bağlandığı sahil yolunun kenarında. Balık sevmeyen yazarınızın bile ekmeğini bandırmaya doyamadığı kadar lezzetli bir balık çorbası yapıyorlar. Gecenin geç saatlerinde kendinize gelmeniz için ideal. Mezeler ise çok lezzetli, fiyatlar da Yunan adalarındaki neredeyse bütün restoranlarda olduğu gibi çok makul. Fiyatları makul olmayan bir restoran istiyorsanız, Mylopetra, Simi’den çok Atina’ya yakışan, ama başarılı modern Akdeniz mutfağıyla her gece dolu olan şık bir restoran. Fiyatlarının makul olmaması bir restoranın yemekleri için herhangi bir negatif yorumda bulunmak için yeterli bir neden olmamalıdır. Simi, yazının başında da belirttiğim gibi çok güzel bir ada. Limana hakim olan tepeye çıkıp yoldaki barlardan birisinde gün batımına karşı içkinizi yudumlarken, güneşin evlerin pencerelerindeki yansımasını seyretmek kolayca zamanın bitmesini istemediğiniz anlardan birisi haline dönüşebilir. Köyün üst tarafında da tavernalar var, ama yemeklerin iyiliğine rağmen, limanın hareketliliğinden yoksunlar. Simi’de konaklama için eğer kendi teknenizde değilseniz, Aliki Hotel’i tercih edebilirsiniz.
Bütün gün altında çalıştıkları güneş kadar yakıcı olan bu içkiyi biraz tatlandırmak için içine şeker koyarlardı. Sonra zamanla efendileri kölelerini hastalıklardan korumak ve güç vermek için içkinin içine limon suyu da koymaya başladılar. Bu yöntem daha ileriki yıllarda (tarih meraklısı okurlarım için ekleyeyim, 1898 yılında) Küba’nın Daiquiri kasabasındaki maden ocaklarında çalışan işçileri sıtma gibi hastalıklardan korumak için de kullanılacaktı. İçşilerin her gün içmeden yapamadıkları romun içine hastalıklardan koruyucu etkisi bilinen limon ve içimi kolaylaştırmak için şeker eklenecek ve dünyanın klasik kokteyllerinden Daiquiri bu şekilde doğacaktı. Kokteyllerin babası Planters Punchİlk başlarda kaba bir içki olan rom böylece zamanla, bir yandan limon ve şekerin katkısıyla, bir yandan da kalitesinin giderek düzelmesiyle kölelerin içkiliğinden efendilerin içkisi olmaya terfi etti. Artık Karayip adalarındaki şeker kamışı plantasyonlarındaki malikanelerin verandalarında zarif hanımefendiler, rom ile yapılan ve Planters Punch adı verilen yeni bir kokteyli yudumluyorlardı. Planters Punch kokteyllerin babasıdır. Orijinal formülü çok basitti: Bir ekşi (limon suyu), iki tatlı (şeker şurubu), üç sert (rom) ve dört zayıf (su). Sonra zamanla suyun yerini tropikal meyve suları almaya başladı. Günlerimizdeki içki zenginliğinde bu formülle daha da oynamak mümkün. Örneğin romu koyu renk ve açık renk olarak yarı yarıya kullanabilirsiniz. Biraz daha lezzet için Havana Club Anejo gibi yıllanmış bir romun da bariz katkısını sağlayabilirsiniz. Limon suyunu, bulabilirseniz lime suyu ile karıştırmak da Planters Punch’unuzun lezzetini arttırır. Meyve sularında klasik kullanım portakal ve ananas ile sınırlıdır, ama kokteylini içerken yüzünü hafif ekşitmekten hoşlanan (Margarita sever) okurlarım onların çeyreği kadar greyfurt suyu da ekleyebilir. İtalyanların ünlü badem likörü Ameretto di Saronno ise çok güçlü aroması ve tadından dolayı birkaç damla kullanıldığı takdirde kokteylinize muhteşem aromalar ekleyecektir. Ancak Ameretto dikkatli kullanılmalıdır, çünkü aynı kızıl renkli Grenadin şurubu gibi ölçüsünü kaçırdığınız takdirde kokteylinize hakim olup, içindeki diğer tatları bastırır. Malzemesinden bu kadar bahsettikten sonra Planters Punch’ın yapılışını da verelim: Şeker şurubu için şekeri bire beş gibi bir oranda suyun içinde ısıtarak eritmeniz yeterlidir. Bir ölçek limon suyu, iki ölçek şeker şurubu, birer buçuk ölçek koyu renkli ve açık renkli rom, ikişer ölçek portakal ve ananas suyunu buz dolu bir shaker’de çalkaladıktan sonra kadehe boşaltıyorsunuz. Kokteyllerin süsü olan bardağın kenarına iliştirilen ortasından kesilmiş portakal dilimi, ananas parçası, bulabiliyorsanız küçük bir kağıt şemsiye gibi detaylar unutulmamalı. Sonra bütün yapacağınız Planters Punch’ınızı bardağınıza doldurup kendinizi güneşe atıp ikisinin de keyfini çıkarmak, gözlerinizi kapatıp Karayiplerde bir adada olduğunuzu hayal etmek. Müzik seçiminizin bir Bob Marley şarkısı gibi oralardan olması size bu konuda yardımcı olabilir. Ama bu arada ne kokteyl içerseniz için, o rengarenk kadehin içindeki kolay içimli içkinin içinde sinsice gizlenmiş bol miktarda alkol bulunduğunu da unutmamaya çalışın.
Turistler yerli halkın arasına karışıp onların gittikleri yerleri bulmaya çalışıyordu. Eski şehrin daracık sokaklarındaki barlar kısa sürede dolmuştu. İnsanlar birbirlerinin arasından sıyrılıp bar tezgahlarının üzerinde dizili olan tabaklardaki meze ve minik sandviçlerden almaya çalışıyorlardı. Yerliler sherry veya bira içmeyi tercih ederken, turistlerin çoğu yaz sıcağında buz gibi bir bira içmeyi tercih ediyorlardı. Hemen sabah sabah ne birası içiyorlar demeyin. Aslında hata bende, çünkü yazının girişinde önemli bir detayı atladım. Bahse konu olan şehir, Barselona, Madrid veya San Sebastian gibi bir İspanyol (San Sebastian aslında Bask) şehri ve saat 6 gibi uyandığı uyku, öğleden sonra uykusu, daha doğrusu siesta. Siesta dünyadaki en medeni adetlerden birisidir ve ne yazık ki neredeyse bütün Akdeniz ülkelerinin aksine bizde uygulanmaz. Ama İspanyollar için hâlâ çok önemlidir. İspanya her ne kadar son yıllarda gastronomide dünyanın en önde gelen ülkelerinin arasında belki de en başa oturduysa da, orada yenilecek en güzel yemek hâlâ siesta’dan sonra tapas barlarında yenilecek tapas, yani atıştırmalık meze ve sandviçlerdir. Tapas yemekteki amaç doymaktan ziyade, uyku sonrası açlığı bastırmak ve arkadaşlarınızla vakit geçirmektir. Asıl doymak amaçlı akşam yemeği İspanya’da saat 10 gibi yenir. Tapas, İspanya’daki her şehirde önemlidir. Örneğin San Sebastian’ı ele alalım. Bask bölgesinin bu önemli şehrini biz ilk olarak gastronomiden çok Nihat Kahveci’nin İspanya’daki ilk takımı Real Socieded’ın şehri olarak tanıdık. Oysa San Sebastian dünyanın nüfusuna en çok Michelin yıldızı düşen şehri. Ama burada iyi yemek yemek için ille de Arzak ve Berasategui gibi lezzet tapınaklarına gitmeniz gerekmiyor. Eski şehrin, yani Parte Vieja’nın daracık sokakları pintxos (pinços) barları ile dolu. Bunlardan La Cepa, tahta tepsiler üzerine sıralanmış jabugo jambonlarının tadına bakabileceğiniz muhteşem bir pintxos barı. San Sebastian deniz kenarındaki konumuyla balıkçılığın önemli bir rol oynadığı bir kent. Onun için buradaki pintxos’un Barselona’nın tapas’ı gibi deniz mahsulü ağırlıklı olmasına şaşmamak lazım. Ama Plaza de Constitucion’daki Asteleneha’da Berasategui’nin mutfağından mezun sahibi sayesinde aralarında kaz ciğerlilerin bile olduğu ekstrem pintxos tadabileceğiniz olağandışı lezzet durakları da var. İspanyol şeflerin kavgasıİspanya son yıllarda gastronomi konusunda o kadar yol kat etti ki, dünyanın en iyileri arasında sayılan şeflerin açtığı restoranlar, dünyanın en iyi restoranları arasında en tepelerde yer almaya başladılar. Neticede bu başarılı şefler bu başarıyı paylaşamaz oldular ve birbirlerine girdiler. Dünya basını geçen ay İspanya’daki iki Barselonalı “star” şefinin kavgasını duyurdu.Santi Santamaria, moleküler mutfağın belki de yaratıcısı olan Ferran Adria’yı show için mutfağında sıhhate zararlı maddeler kullanmakla suçlayınca kıyamet koptu. 800 İspanyol şef “Buna gerek yok” diyerek Santamaria’yı kınadı. Biz de konuyu sorabileceğimiz konuya hakim 800 şef yok, ama moleküler mutfak denemeleri olduğunu (üstünden dumanlar ve/veya köpükler çıkan bazı yemeklerini yediğim için) bildiğim Mehmet Gürs’e konuyu sormadan edemedim. Uzun bir sohbet yaptık, anlayabildiklerimi önümüzdeki hafta sizlere aktarmaya çalışacağım. Barselona’nın tapas barlarına ise ne yazık ki yer kalmadı, ama önümüz yaz, bir Pazar öğleden sonra uykusundan sonra okumanız için bir ara onları da yazarım.
Bodrum Mövenpick otelde zeytinyağı tadımı yapıyorduk. Ege’nin yeme-içime kültürünü çok iyi bilen Nedim diğer bardaklarda tadılmayı bekleyen zeytinyağlarına geçmeden ekledi: “Biz Ege’de her şeye zeytinyağı kullanırız. Ama tek bir yağı seçip ben bunu seviyorum demeyiz. Her yağın yeri vardır. Örneğin erken hasat gibi yüksek asit içeren zeytinyağları kahvaltıda çok iyi gider. Ama pilav yaparken, binde 3 ve altı asit içeren yağları tercih ederiz.” Masadakilerden birisi “eh, Riviera’yı herhalde sadece kızartmalarda kullanıyorsunuzdur” diyecek oldu, Egeli arkadaşımız sözün bitmesini beklemeden güldü: “Ne Riviera’sı, biz kızartmalarda mis gibi Milas yağı kullanırız!” Sonra uzun uzun anlattı: Türkiye’de 22 cins zeytin ağacı varmış, her birinin verdiği yağ aynı Cabernet Sauvignon ile Merlot ayrı şaraplar verdiği gibi farklı olurmuş, her biri günün başka saatlerinde iyi gidermiş, hatta her birinin kullanılması gereken yemekler bile farklı olurmuş. Ve aynı şarapta olduğu gibi, farklı yörelerin zeytinyağlarının farklı kokuları olurmuş. Mesela Edremit yağlarında ceviz ve badem kokuları ön plana çıkarmış. Sıra dışı lezzetler Bir grup yeme-içme yazarı olarak Bodrum’da toplanmamızın nedeni İstanbul Mövenpick otelinin şefi Maximilian Thomae’nin hazırladığı “Zeytinyağı ile Sıradışı Lezzetler” menüsünün tadımıydı. Max yıllardır Türkiye’de ve Türk mutfağını yeniden yaratmaya çabalamadan kendince çok başarılı bir şekilde yorumluyor. Menüdeki yemeklere eşlik etmesi için tattığı 50 kadar zeytinyağından 8 tanesini seçmiş. “Bunlar ille de Türkiye’nin en iyi zeytinyağları demiyorum, ama menüdeki yemeklerle en iyi uyum sağlayanlar bunlar oldu” dedikten sonra farklı zeytinyağlarının yemeğin tadının nasıl etkilediklerinin çarpıcı bir örneği olarak 3 küçük bardakta soğuk enginar çorbası servis etti. Herbirinin üzerinde birkaç damla zeytinyağı vardı. Yüzde bir asitli Komili soğuk sıkmanın olduğu bardaktaki çorba belirgin şekilde daha lezzetliydi. Menüdeki diğer yemeklerden “füme patlıcanlı risotto üzerinde kaz ciğeri köfteleri” zeytinyağlı domates sos ile servis edilmişti ve zeytinyağı kadar yanında gelen Sevilen “R” roze şarap ile muhteşem bir uyum sağlamıştı. Ülkemize ilk geldiğinde közde patlıcan yiyip “bu yanmış” diye itiraz ettiğini anlatan Max, patlıcanın füme tadını risotto’ya çok ustaca vermişti. Domates sosta kullanılan Thomas Kesebir, Cunda adasının zeytinyağıydı ve kendini hemen belli ediyordu. Sos tabağın kenarlarına iliştirilmişti ve böylece risotto’ya damağınızın istediği kadar karıştırmanız mümkün oluyordu. Ana yemekler “Sinarit Şaşlık” ile “Zeytinyağlı Kuzu Varyasyonu” da çok iyiydi, ama risotto’nun tadını damağımdan alamaya yetmediler. Max Thomae’nin menüsünü Bodrum Mövenpick, 30 Ağustos’a kadar sunacak. Yemeklere Ege bölgesi şarapları eşlik ediyor. Bodrum sıcağında bunalırsanız, özellikle ana yemekler ile, sinarit ile Gusta olmak üzere bira da öneririm. Zeytinyağına dönecek olursak, Max’ın yemeklerinde kullandığı farklı zeytinyağları ile yarattığı farklı lezzetler Nedim Atilla’yı doğrular nitelikteydi. Ne öğrendin diye sorarsanız, ben zeytinyağının sadece ekmek banılarak kendi başına bir öğlen yemeği olabileceğini fark ettiğim Girit seyahatimden sonra şimdi de “Ben bunu seviyorum” deyip eve sadece bir çeşit zeytinyağı almanın kendinizi bir muhteşem bir lezzet zenginliğinden mahrum etmek olduğunu öğrendim.
Bu yarım litrelik kulplu bira bardaklarından 34 milyon adet, şişe bira olarak ise 51 milyon şişe bira yapar.Bu 24 saat içinde İngiltere’de biraya harcanan para ise 80 milyon sterlin, yani neredeyse 200 milyon YTL. Eski maç spikerlerimizden birinin canlı yayında dediği gibi tam “vay anasını sayın seyirciler” dedirtecek bir miktar. İngilizler bu Avrupa Şampiyonası’nda yoklar. Hırvatistan’a Wembley’de beraberliğin bile kendilerine yeteceği bir maçta 3-2 yenilip elendiler ve muhtemelen bira kontenjanlarını o gece kullandılar. Biz ise varız, grup maçlarımızı da İsviçre’de oynayacağız. Ama doğrusu İsviçreliler maç seyrederken bira içme konusunda bizden İngilizler’e yakın bir performans dahi beklemesinler. Bizim millet olarak yılda içtiğimiz bira adam başı sadece 12 litre kadar. Bizimle aynı grupta olan Çekler ise yılda adam başı 130 litreden, yani bizim 10 katımızdan fazla bira içiyorlar. Umarım bu rakamlar aramızda yapacağımız maça bu şekilde yansımaz. Futbolla biranın tarihi dostluğu Futbolla biranın beraberliği oldukça eskidir. Almanya ve İngiltere’de birçok takım formalarında yıllardır bira reklamı taşırlar. Peru’nun en ünlü takımı Sporting Cristal, Cristal bira fabrikasının takımıdır. Bizde de Efes Pilsen yıllardır Milli takımımızın ana sponsorlarından biridir. Maç seyrederken içilecek en iyi içki bira olduğu gibi, eğer stadyumda değilseniz, maç seyredilecek en iyi yer de elinizde bira bardağının bulunduğu bir bardır. Onun için ben de bu hafta Milli Takımı’mızı desteklemek üzere İsviçre’ye giden taraftarlarımıza grup maçlarımızı oynayacağımız Cenevre ve Basel’de birkaç adres vererek bir katkım olsun dedim. İsviçre bira konusunda çikolatada olduğu gibi pek zengin bir ülke değil. Bira kitaplarında genellikle bir sayfa ile geçiştirilir. Ancak ülkenin Fransızca konuşulan kısmında, yani bizim iki maç yapacağımız Cenevre ile çevresinde, iyi Belçika biraları ile İngiliz ale’lerini içmek mümkün. Nerede mi derseniz, Carouge mahallesinde nehir kıyısında birçok pub bulabilirsiniz. La Clemence (Place du Bourg-de-Four) ile tren istasyonunun yanındaki Les Brasseurs (Place de Cornavin) Cenevre’de iyi bira için önerilen barlar. Basel’e gelince, orası biraz daha zor. Yerliler bile iyi yemek yiyip, içki içmek için sınırı geçip ya Fransa’ya, ya da Almanya’ya gidiyorlar. Fransa tarafında Mulhouse’dan Strasbourg’a kadar sadece Fransa’nın değil, dünyanın yeme-içme konusunda en iddialı bölgelerinden Alsace uzanıyor. Burası brasserie’lerin anavatanıdır ve biralarından çok beyaz şaraplarıyla ünlüdür. Alsace mutfağı ise Paris’in her tarafındaki brasserie’lerde tadabileceğiniz gibi muhteşemdir. Ama yok çok uzak, ben Basel’de kalayım diyorsanız, o zaman Mr Pickwick (Wallgasse 3011) veya bazen canlı müzik de olan Atlantis (Klosterberg 13) gibi barlara “takılabilirsiniz”. Şarap seçenekleri daha çok olsun diyenlerin tercihi ise All Bar One olabilir. Yemeğe gelince, İsviçre’de sosis ve birasız olmaz. Ama Cenevre’de üzerine tercihinize göre konyak veya malt viski dökecekleri Steak Tartare da denenmeli. Cenevre önemli bir bankacılık merkezi ve tabii ki restoran bakımından oldukça zengin. Önemli mutfakların neredeyse hepsinin iyi örneklerini bulmak mümkün. Bistrot du Boeuf Rouge (17 Alfred Vincent) makul fiyatlı tipik bir Fransız brasserie’si; hem yemekleri, hem de atmosferi çok tatmin edici. Benim gittiğim lokantanın ille de Michelin yıldızı olması lazım diyen okurlarımıza ise Cenevre’nin dünyanın en pahalı şehirlerinden biri olduğunu tekrar hatırlatıp, Mandarin Oriental du Rhône otelindeki La Neptune ile adı yanıltıcı şekilde “gar büfesi” olan Buffet de la Gare des Eaux-Vives’in birer Michelin yıldızları olduğunu ekleyeyim. Oralarda rastlayacağınız İngilizler de muhtemelen bankacı olup, şarap içiyor olacaklardır.
Daha yeni açılmışlardı, bazı malzemelerin ithalatında zorluk çekiyorlardı. Hakkasan’ın çay listesindeki çayların adları var, kendileri yoktu. Personelin haklı olarak bu hiç alışık olmadığı menülere, yemekle hakim olmaları zaman alıyordu. Zuma 8-10, 10-12 olamak üzere iki oturum rezervasyon alıyor ve gidenlerin söylediğine göre yemekler haliyle aceleye getiriliyordu. Ve İstanbul’un neredeyse aynı anda açılan bu kadar ünlü 3 lokantayı nasıl kaldıracağı da herkesin merak konusuydu. Sonra sevgili arkadaşımız Esra Yücel’in ısrarlarıyla Spice Market’e gidelim dedik, yer bulamayınca Hakkasan dedik. Bu “Asian fusion” mabedi Londra’da yıllardır şehrin en cazip yemek yeme adreslerinden biri. İstanbul’daki Hakkasan’da da dekorasyonda siyahın hakim olduğu, girişte sizi siyah kıyafetli kızların karşılayıp, upuzun bir barın yanından geçirip siyah kafeslerle birbirlerinden ayrılmış odalara eşlik ettiği, karanlık bir atmosfer var. Ancak masaların üstü oldukça iyi aydınlatılmış, yediğiniz yemekleri görebiliyorsunuz. Masanıza geçmeden barda bir aperitif almayı tercih ederseniz, ki etmelisiniz, İstanbul’da pek alışık olmadığınız kadar zengin bir kokteyl listesi size 25 YTL’lik seçenekler sunuyor. Esra’nın kocası Genco Yücel ülkemizin önde gelen kardiyologlarındandır. Bu tarz yemekler yediğimde yanımda olmasından arkadaşlığı ve baseball sohbetlerimiz kadar doktor kontrolünde yemek yeme ayrıcalığımdan dolayı hoşlanırım. Ben onu sağlık konusunda pek dinlemem, ama onlar sağolsunlar karı koca içki konusunda beni dinlerler. Ben de Hakkasan’ın oldukça makul fiyatlı seçenekler sunan şarap listesinden ellerindeki tek bira olan Asahi’yi seçtim. Asahi vasat bir Japon birasıdır, ama yiyeceğimiz bol baharatlı yemeklerle her şaraptan daha iyi gidecekti. Öyle olduğunu da gördük, çünkü yemeğimize oldukça bol miktarda Asahi eşlik etti. Kişi başı 200-250 YTLBen restoran kritiği değilim. Ama masadaki arkadaşlarımızdan Arzugül Pektaş yediği 100 YTL’lik köpek balığı yüzgeçi çorbasından memnun görünüyordu. Benim doktor kontrolümde yediğim “stir fry” biberli et ile Genco’nun kendi kontrolünde yediği bol baharatlı Alaskan king crab’ler 60 YTL kadardılar, ikise de iyiydiler. Ama ben hâlâ bu kadar baharatlarla tatlandırılmaya çalışılmış parçalanmış bir et yiyeceğime, namusuyla ızgaraya konmuş kalın, kesince kanı akan nefis bir steak yemeyi tercih ettiğimi söylemeden edemedim. Hakkasan maceramız kaça patladı derseniz, söylenenler doğruymuş. Burada bırakın iyi bir şarabı, Asahi bira içerek yiyeceğiniz bir yemeğe ödeyeceğiniz para kişi başı 200-250 YTL arasında. Pahalı mı, evet, pahalı! Gitmeye sizi kimse zorluyor mu? Hayır, zorlamıyor! Örneğin “ben bu paralara oralarda yemek yiyeceğime alır karımı Londra’ya gider, orada hem gezer, hem de en iyi restoranlarda yemek yerim” diyen bir arkadaşımız o hafta sonu gerçekten sevgili karısını alıp Londra’ya gitmişti. Döndüğünde Hakkasan’da ödediğimiz hesabı söyleyince, gülümseyip cebinden iki restoran faturası çıkardı. Hem “olabilecek en iyi İtalyan yemeğini yiyebileceğiniz” Michelin yıldızlı Zafferano’da, hem de hâlâ Londra’nın en iyi lokantalarının arasında olan The Ivy’de yemek yemişler, güzel de şaraplar içmişlerdi. İkisinde de ödedikleri kişi başı hesap bizim Hakkasan’da ödediğimizin bir hayli altındaydı. Söyleyecek şey bulamadım, “bir de Spice Market’e gidelim, orası da Thai-Malay-Vietnam füzyonuymuş” diyecek oldum, vazgeçtim. Acaba bir daha sefere biz de Ayşe ve Tarık ile Londra’ya mı gitsek?