Masada yalnız kalan beyler bir uşağın kristal bir karafta getirdiği Porto şarabının eşliğinde purolarını içip, memleket meselelerini konuşurlardı. Ev sahibi yanındaki misafirinin kadehine şarap koyduktan sonra, karaf saat istikametinin ters yönünde masada elden ele dolaşır, herkesin kadehi dolduktan sonra kadehler kaldırılır, şaraplar yudumlanırdı. Bu arada herkesin elinde uşağın gezdirdiği hümidordan alınmış birer puro da bulunurdu. Ama purolar ilk kadehler boşalmadan şaraba (ve tadına) saygısızlık yapılmasın diye yakılmazlardı. İkinci kadeh Porto şarabıyla birlikte ise purolar yakılır, bu ikilinin gece boyu sürecek beraberliği böylece başlardı. Bu arada konu da İngiltere-Hindistan veya Avustralya kriket maçının sonucuna gelirdi. İkisini de içenler bilir, puro ile en iyi giden içki Vintage Port’tur. Bir maçı 3 gün süren kriket ise hiçbir şey ile gitmez. Şimdi neden durup dururken 100 yıl kadar önce, yaşamadığım bir devire neden gitmek gereğini duyduğumu merak ediyorsanız, ülkemizde geçen haftadan beri sigara içilmeye getirilen sınırlamalardandır. Aslında iyi bir şarap, malt viski veya konyak gibi ağzınızı lezzetiyle sıvayan içkileri sigara da, puro da bozarlar. Onların kokuları da, lezzetleri de yeterince tatmin edicidir ve (ille de istisna yapacaksak, is kokan ada malt viskilerinin dışında) sigara veya puro dumanının desteğine ihtiyaçları yoktur. Öte yandan vasat bir şarap veya içki içiyorsanız, onların vasat tatlarına yanında tüttüreceğiniz sigaranın katkısı dahi olabilir. Barın üzerinde kalan hesaplarRakıya eşlik eden sigarayı ise bilemem; ikisi de bize has zevkler. Rakı bütün ısrarlarımıza rağmen dünyanın kalan milletlerine sevdiremediğimiz milli içkimiz, sigara ise bütün dünyaya “Türk gibi sigara içiyor” dedirtecek kadar bağlı olduğumuz milli tutkumuz. 15 yaş üzeri nüfusumuzun yüzde kırkı sigara tiryakisiymiş. İçki içenlerimizin ise büyük çoğunluğunun seçimi rakı. Onun için Temmuz 2009 yılına kadar meyhanelerde rakı kadehlerinin arasından yükselen sigara dumanlarını görmeye devam edeceğiz. Sigara (ve rakı) tiryakilerinin ondan sonraki telaşlarına hak vermemek ise mümkün değil. Sigara yasağının bar, meyhane ve içkili restoranların işlerini etkileyeceği kesindir. Münih’in, hatta belki de Almanya’nın en ünlü birahanesi Hofbrauhaus’un devasa salonlarında sigara içilmesi yasaklandığından beri işlerinde yüzde 17 azalma olmuş. İşin ilginç tarafı da, artık sigara içilmiyor diye daha az gelmeye başlayanlar oralarda “Stammtisch” tabir edilen “müdavim masaları”na gelen müşterilerimiş. Yani “birkaç birayı sigara içmeden de içebilirim” diyenlerden ziyade sürekli gelip birahanede saatler geçirenler sigarasızlığa dayanamamışlar. Buna karşılık restoranların bazılarının işlerinde artış bile olmuş. Bundan birkaç yıl önce sigara yasağı Amerika’da ilk uygulanmaya başlandığında New York’taki bar sahiplerinin en büyük şikayeti müşterilerinin sigara içemeyeceğiz diye barlarına gelmemeleri değildi. Barda içkilerini içmekte olan müşteriler son birkaç yudumdan önce kadehlerini barın üstünde bırakıp sigara içeceğim bahanesiyle kendilerini dışarıya atıyorlardı. Ve dışarıya çıkış o çıkış oluyor, boşa yakın kadehler de, hesaplar da barın üzerinde kalıyordu. Galiba 21. yüzyıl başlarının insanları artık masadaki arkadaşlarına ve kadehlerindeki şaraplarına saygısızlık etmemek için purolarını bile hemen yakmayan 20. yüzyıl başlarındakiler kadar centilmen değiller.
Artık neredeyse herkes şarabını yudumlarken kokusu ve tadı hakkında birkaç kelime bile olsa bir yorumda bulunmaya çalışıyor. Şarapların kokuları, tatları, hangi şarapta ne lezzetler bulunmalı diye kitaplar yazılıyor. İnsanlar içtikleri şarapların özelliklerini tartışmaktan, sadece keyif ve lezzet almaktan ibaret olması gereken şarap içmeyi bir ıstırap haline dönüştürebiliyor. Gerçekten şarabın tadını o kadar da alabiliyor muyuz; içtiğimiz şaraptan aldığımız keyfi sadece tadı mı etkiliyor? Robin Goldstein adında bir yemek yazarı 500 gönüllüye fiyatları 1 dolar 50 cent ile 150 dolar arasında değişen 540 şarabı tattırmış. Şimdi adamın işi gücü yok muymuş diye sorduğunuzu duyar gibi oluyorum, ama araştırmasından o kadar ilginç sonuçlar çıkmış ki, bunları “The Wine Trials” adlı bir kitapta toplamış. Kısaca özetleyecek olursak, bu 500 meraklı arasından Amerika’nın Washington eyaletinin 10 dolarlık bir köpüklü şarabını 150 dolarlık Dom Perignon şampanyaya tercih edenler de, 2 dolarlık Kalforniya Cabernet Sauvignon’larını 55 dolarlıklardan daha iyi bulanlar da çıkmış. Ama bu ekstrem durumların dışında da fiyatları 15 doların altında olan 100 kadar şarap, içenler tarafından kendilerinden birkaç kat daha pahalı olan birçok şaraptan daha lezzetli bulunmuş. Neticede ders çalışmıyoruzOysa insanlar içtikleri şarabın fiyatını bildikleri zaman iş hemen değişiyor. Herald Tribune gazetesindeki bir habere göre Amerika’nın önde gelen eğitim kurumlarından California Institute of Technology ile Stanford Business School tarafından yapılan bir araştırmada 21 kişinin önüne aynı şarap iki farklı kadehte konmuş ve kendilerine bunların oldukça farklı fiyatlarda farklı iki şarap olduğu söylenmiş. Hangi şarap, hangi üzüm, hangi bölge filan yok. İki kadeh, iki şarap, ikisi de aynı, ama içecek olanlar onları farklı fiyatlarda iki farklı şarap sanıyor. Kaç kişi bunlar aynı şarap demiş dersiniz? Araştırmayı yapanlar ciddi kurumlar, ciddi kişiler olunca, cevapları da sadece kelimelere bırakmamışlar. Şarapları içtikten hemen sonra alınan beyin tomografileri 21 kişinin hepsinin daha pahalı olduğunu sandıkları şaraptan daha çok zevk aldıklarını göstermiş. Bu da aslında kötü bir şey değil. Hepimiz kıyafet olsun, araba olsun, daha pahalı olduğunu bildiğimiz şeylerden nedense daha çok zevk alırız. Daha pahalı olduğunu bildiğimiz şeylerde kötü özellikler aramayız. Belki de keyif aldığımız şeyleri bu kadar ciddiye alıp, bu kadar analiz etmememiz daha doğru olur. Neticede ders çalışmıyor, şarap içiyoruz. Kadehimizdeki şarabın o an algıladığımız tadını etkileyen başka faktörler de vardır. Örneğin bulunduğumuz yer. Toskana’da bağların arasında yudumlayacağınız bir Chianti, size yanınızda getirip evinizde içeceğiniz aynı şaraptan çok daha lezzetli gelebilir. Yemekle şarap uyumu hakkında çok yazılıp çizilir, çok konuşulur, ama içtiğiniz şarapla onu paylaştığınız arkadaşlarınızın uyumu, bulunduğunuz ortamın uyumunun önemi nedense hep göz ardı edilir. Mey’in Amerikalı şarap danışmanı Daniel O’Donnell geçenlerde bir öğlen yemeğinde şarabını yudumlarken bir uzman olarak konuyu çok güzel özetledi: “Bazen arkadaşlarımla yemek yerken masadaki şarapla ilgili o kadar çok yorum yapılıyor ki, içimden ‘kesin sesinizi’ diye bağırmak geliyor. Bir şarabın içindeki kırmızı orman meyvelerinin kokusunu alamamanız o şarabı mahvetmeniz için yeterli bir neden değildir. Siz şarabın keyfini çıkarmaya çalışın.” Güzel bir Katalonya şarabı, bir Penedès yudumluyorduk ve gerçekten de şarabın lezzeti fuzuli kelimelere pek yer bırakmıyordu.
Gerçi paniğe kapılmayın, ilkbahar, ardında yaz her yıl gelir, bu yıl da gelecekler, yakında sıcaklar bastıracak, bazılarımız yazı “Ne kadar sıcak” diye söylenerek geçirirken, diğerlerimiz de yattıkları güneşin altından kalkmayarak geçirecekler. İlkbahar gelince bizim Haşmet Babaoğlu’nun Kaz Dağı aşkı kabardığı gibi ben de Egeli yönümü hatırlamaya başlarım. Ege benim için nedense başkaları gibi Bodrumlara, Marmarislere kadar uzanmaz, Çeşme’nin oralarda biter. Havalar ısınıp yemeklerimizi bahçelerde, sahilde yemeye başladığımızda bir açık hava içkisi olduğu için kışın hatırlamadığım rakı da aklıma gelmeye başlar. Rakı açık havada, hele deniz kenarında içildiği zaman size daha iyi davranır, kafanızı ertesi gün sepet gibi yapmaz. Bütün Ege’de, hatta Akdeniz’de rakı veya uzo içmek için en uygun yer Midilli’yi Anadolu’dan ve kardeşi Ayvalık’tan ayıran boğaz bütün Ege’de olmalı. Daha önce de yazmış olabilirim, Ege’nin en Ege olduğu yer Ayvalık ile Midilli’nin birbirlerini özlemle süzdükleri bu yerdir. Ayvalık’ta, Cunda Adası’nda Midilli’ye karşı bir kadeh rakı içerken de, Midilli’de uzonuzu yudumlarken de, bulunduğunuz yerin değerini içinizde hisseder, Ege kıyılarında yaşadığınız için şükredersiniz. Bu muhteşem denizin adaları gezilmeye, keşfedilmeye değer yerler. En kuzeyindeki, Kavala’nın karşısındaki diğer çıplak adaların aksine yemyeşil çam ormanlarıyla kaplı Taşoz’dan en güneydeki artık pek ada denilemeyecek kadar büyük Girit’e kadar her birinin ayrı bir lezzeti vardır. Ancak en ünlü olanları şüphesiz Santorini ve Mikonos’tur . Mikonos neredeyse Ege denizinin tam ortasındadır. Bir zamanlar diğer adalar gibi zamana karşı direnen uykusunu sürdürürken, ilk önce Avrupa sosyetesi tarafından, sonra da eşcinseller tarafından keşfedilince birden dünyanın en cazip tatil yerlerinden biri haine geliverdi. Onun için Mikonos’un otellerinde odalar daha kış aylarından bizim sahillerimizdeki otellerin üç beş katı fiyatlara doluyorlar. Gün batımında mozzarella keyfiMikonos’u sadece bir eşcinseller adası olarak geçiştirmek haksızlık olur. Her ne kadar sokaklarında elele gezen hemcinslere sık sık rastlıyorsanız da, çok tipik daracık sokakları, etrafa serpiştirilmiş tavernalarıyla çok keyifli bir ada. Eğlence sabah saatlerine kadar sürüyor, ama asıl eğlence sayısız barlardan çok tavernalarda. Buranın rahat tatil atmosferinde Barbayanni gibi daha ciddi uzoların yerine Mini gibi içimi rahat uzoları tercih etmekte yarar var. Ama ille de meze tabaklarıyla donanmış uzo sofralarının dışında bir şey istiyorsanız, Mikonos’ta bunun da çok alternatifi var. Örneğin sahilde, denizin üstündeki kah mavi panjurlu, kah balkonlu evlerden birinin altındaki birkaç masalık Caprice’de akşam yemeğinize muhteşem bir günbatımına karşı Napoli’den taze getirilmiş muhteşem bir bufalo mozzarellası ile başlayabilirsiniz. Bu arada gözünüzü günbatımından alabilirseniz, koyun karşısındaki tepeye dizilmiş Mikonos’un ünlü değirmenlerini de seyredebilirsiniz. Mikonos’un karşısındaki Tinos adası ise komşusunun tam aksine, tutuculuğu ile tanınıyor. Tinos’un tepesindeki Panagia Megalochari Kilisesi, Yunanistan’daki Meryem Ana’ya adanmış birçok kilisenin en önemlilerindendir. Burada mum dikip dilekte bulunmaya çok önem verilir, onun için de her dinden insan bunu yapabilmek için Tinos’a gelir. Ama asıl 15 Ağutos’daki Meryem Ana Bayramı’nda adaya doluşan binlerce kişi tepedeki kiliseye çıkıp dilekte bulunur. Karşı adada, Mikonos’ta bile hayatın bu manzarayı seyretmek için durduğu söylenir. Gerçi iki ada arasındaki mesafe bunun için biraz fazla, ama dini konular pek tartışmaya gelmez, öyle diyorlarsa, öyledir.
Gök koyu bir gri renk almış, yağmur Kuzey Denizi’nden esen soğuk rüzgarın da yardımıyla şehrin yabancısı adamın iliklerine işlemişti. Buralarda yaşamayanlar için bu zor bir havadır. Yağmurdan bunalan adam yoldan geçen bir delikanlıya sormuş “Burada hep böyle yağmur mu yağar” diye. Delikanlı omuzlarını silkelemiş, “Ben nereden bileyim ki” demiş, “Daha 16 yaşındayım.” Bergen yemyeşil tepelerin masmavi bir denize kavuştuğu yerde kurulmuş, binlerce yıl önce buzulların şekil verdiği fiyortlar ve kıyılara serpiştirilmiş binlerce ada buraları dünyanın en güzel köşelerinden biri yapmış. Ama bu güzelliğin, bu yeşilliğin bedeli yağmur; hem de ne yağmur. Bergen’de ortalama yılın 275 günü yağmur yağıyor.“Dünyanın en güzel deniz yolculuğu” diye adlandırılan ve Bergen’den başlayıp 7 gün sonra dünyanın tepesinde, Rusya sınırındaki Kirkenes’de biten bu yolculuk 1893 yılında sahil kasabalarını birbirine bağlayan bir posta gemisi seyahati olarak başlamış. Zamanla gemiler moderleşmiş, yolcular yabancılaşmış. Hurtigruten adı verilen bu yolculuk dünyanın en popüler turistik seyahatlarinin başlarında bir yere oturmuş. Meçe fıçılarda yolculukHurtigruten, Bergen’den her akşam 8’de kalkıyor. THY ile Oslo üzerinden Bergen’e uçarsanız aynı gün öğleden sonra şehri gezmeye vaktiniz olur. Hurtigruten (www.hurtigruten.no) yolculuğunu yazın yaparsanız, güneşin batmadığı gecelere, kışın ise soğuğa tahammül edebilirseniz ve de şansınız varsa zifiri karanlık göğü yeşil, mavi, hatta sarı dalgalar halinde aydınlatan aurora borealis’e, kutup ışıklarına şahit olabilirsiniz. Norveç’in milli içkisi aquavit, en ünlü markaları da Linie’dir. Bu içki birçok ot ve baharatların eklenmesiyle damıtıldıktan sonra meşe şeri fıçılarında bir gemiye yüklenip Avustralya’ya yollanıyor. Avustralya Norveç aquavit’i için büyük bir Pazar olduğu için değil. Linie 200 yıl kadar önce ilk üretilmeye başlandığından beri deniz yolculuğunun tadını çok olumlu etkilediğine inanılmış. Onun için Avrupa havalimanlarının bazılarındaki mağazalarda bulabileceğiniz Linie hâlâ Norveç’te damıtılıp Avustralya’ya gönderiliyor ve sonra aynı gemiyle Norveç’e geri getirilip şişeleniyor. Buradaki kilit nokta bu yolculukta Norveççe “çizgi” demek olan Linie’yi, yani Ekvator’u iki defa geçmesi. Bu kadar zahmet ortaya nasıl bir içki çıkarıyor derseniz, aquavit, Latince “hayat suyu”ndan geliyor, yani bir kere baştan adından kazanıyor. Karmaşık bir içki değil, ama buz gibi soğutulmuş küçük bir kadehi ağızda çok hoş bir tat bırakıyor. Norveç sahillerini boydan boya kat eden modern posta gemisinin 7 günlük yolculuğu size uzun geliyorsa, ikinci günün sabahı saat 8’de Trondheim’da gemiden inebilirsiniz. 2 gece 1 günlük süren bu yolculukta 1904 yılında tamamen yandıktan sonra yaz tatillerini burada geçiren Alman Kaiser’i Wilhelm II’nin yardımıyla Art Nouveau tarzında binalarla tekrar inşa edilen Aalesund, gülleri ile ünlü Molde gibi kasabaları görebileceğiniz gibi, güvertedeki şezlonlara uzanıp fiyortların en güzeli olarak kabul edilen Geiranger’in keyfini çıkarabilirsiniz. Norveç’in üçüncü büyük şehri Trondheim nehri üzerindeki cafè, bar ve restoran restore edilmiş rengarenk yüzyıllık ahşap depoları ile belki de Bergen’den de daha güzel, daha renkli bir kent. Buradaki İskandinavya’yı Hıristiyanlığa çeviren St Olav’ın mezarı üzerine inşa edilmiş olan Nidaros katedrali hem İskandinavya’nın en büyük kilisesi, hem de İspanya’daki Santiago de Compostela katedraliyle birlikte Ortaçağlardan beri Avrupa’nın en kutsal mekanlarından biri olarak kabul edilmiş ve Orta Avrupa’dan bile hacı akımına uğramış.
Çünkü İspanya’nın kuzeyinde, Bask bölgesinin başladığı yerdeki köyleri yüzyıllardır pek bir değişikliğe uğramamıştı. Kum rengi binalara köyün etrafını saran bağların yeşilliği ilkbahardan itibaren biraz renk veriyordu, o kadar. Oysa şimdi karşılarındaki tepede yükselen bina daha önce hiç görmedikleri bir “şey”di. Denizin dalgalarını andıran sarmal çatıları güneşin altında metalik renkler saçıyor, köylüleri bir uzay aracı kadar şaşırtıyor, hatta belki de korkutuyordu. Anlam veremedikleri bu binadan bahsederken ona “şey” demeleri belki de bundandı. Gerçi 2 saat mesafedeki Bilbao’ya gitmiş olsalardı, orada benzer çatıların altında yükselen benzer bir binayı, ünlü Kanadalı mimar Frank Gehry’nin Guggenheim müzesini görmüş olacaklar ve Elciego’yu bütün dünyada tanıtacak olan Marquès de Riscal otelini belki de o kadar yadırgamıyacaklardı. Mahzene özel asansörle iniliyorVinos de los Heredos de Marquès de Riscal, İspanya’nın en ünlü şarap bölgesi olan Rioja’nın kalbinde 1858 yılından beri şarap üreten bir şirket. Bağlarının ortasına bir otel inşa etmeye karar verdiklerinde Frank Gehry’nin kapısını çalmışlar. O da günün farklı saatlerinde pembeden çelik mavisine kadar farklı renklere bürünen dalgaları andıran titanyum bir çatının altında muhteşem bir otel yapmış. Herbiri birbirinden farklı dizayn edilmiş odalar, Michelin yıldızlı bir şefin yönetiminde bir restoran, vinothèrapie yapılan Caudali spa ve 1861 yılından bu yana rekoltelerden şarabınızı seçebileceğiniz “La Catedral” adı verilen özel bir asansörle inilen şarap mahzeni. Bütün bunlar çok güzel de, Marques de Riscal’in en keyifli yeri bu uzay çağı şaheserini arkanıza alıp karşınızdaki tepede 16. yüzyıldan kalma San Andreas kilisesinin hakim olduğu Elciego’yu seyredebileceğiniz otelin terası. Hele elinizde buz gibi değil, ama oldukça soğuk bir kadeh roze şarap tutuyorsanız! Roze şarap içecekseniz, burası dünyada bunu yapacağınız en keyifli yerlerden biri olmalı. Böyle bir oteli yapmak pek kolay olmamış. Özellikle Kanadalı mimarı ikna etmek oldukça zor olmuş. Uzun toplantılardan sonra Marquès de Riscal’in yöneticilerinin akıllarına dahiyane bir fikir gelmiş ve Gehry’i tozlu mahzenlerin en eski şarapların bulunduğu bölümüne götürmüşler. Ve örümcek ağlarının arasından bir şişe şarabı çekip çıkarmışlar. Şişenin üzerinde Frank Gehry’nin doğum yılı olan 1929 yılı yazılıymış. Gehry sadece Marquès de Riscal’in 1929 rekoltesini içmekle kalmamış, otelin projesini çizmeyi orada kabul edip rivayete göre 12 milyon dolar almış. Bize de yaptığı muhteşem otelin terasında karşımızdaki Ortaçağ köyü manzarasına karşı Rioja güneşinin altında roze şarap içmek kalmış. Soğuk bir kadeh roze şarapŞikayetçi olduğumu sanmayın. Soğuk bir roze şarap bizim gibi Akdeniz ülkelerinde yaz güneşinin altında içilebilecek en iyi içkilerin başında gelir. Ama ne var ki, bizde Kavaklıdere Lal, Doluca Verano ve Sevilen “R” gibi iyi roze şaraplar olduğu halde, pek rağbet görmüyorlar. Oysa özellikle Nişantaşı restoranlarında öğlen yemeklerini ebedi rejimleri gereği salata yiyerek geçiren hanımefendilere salatalarının yanında (biraz salatalarına lezzet katmak, biraz da kendilerine keyif vermek üzere) birer kadeh roze şarap öneririm. Diyetisyenlerine sorsunlar, günde birkaç grissini daha az yemek şartıyla bir kadeh şarap içebilirler. Sevgili eşim Lale, Canan Uysal’a sorup izni aldı, benden söylemesi.
Surlarda yükselen 16 kule aslında buralarda hayatın hep şimdi elinizdeki Ozujsko birasını yudumlarken olduğunuz kadar rahat olmadığını gösteriyor. Dubrovnik, Avrupa’nın en iyi korunmuş Ortaçağ kentlerinden birisi, surların içindeki mermer caddeler, eski kiliseler ve tepelere tırmanan merdiven-sokaklarıyla sizi yüzlerce yıl öncesindeki bir seyahate götürecek sihirli bir kent. 500 yıl öncesine kadar Venediklilerin kontrolünde kalan kent daha sonra bağımsızlığını kazanmış ve adeta Venediklilere inat İspanyollar, Sicilyalılar ve Osmanlılar ile ticaret yaparak çok zenginleşmiş. Haçlı seferleri, Avrupalıların güç savaşları derken, hep iki arada bir derede kalmış, ama bağımsızlığını da koruyabilmiş. Yugoslavya zamanında bile önemli bir turizm merkezi olan Dubrovnik doksanlı yıllardaki iç savaşta Sırplar tarafından bombalanmış, çok yara almış. Ama şehir o kadar güzel restore edilmiş ki, yüzyıllar boyunca çektiği ıstırapların hiçbir izi kalmamış. Dubrovnik insanı tarihi kadar tabii güzellikleriyle de etkiliyor. Şehir yemyeşil ormanlarla kaplı tepelerin masmavi Adriyatik denizine kavuştuğu yerde kurulmuş. Bir de bu yeşillik yetmiyormuş gibi her tarafını çiçeklerle kaplamışlar. Dubrovnik’te her ne kadar deniz kenarında bir çok kalınacak otel varsa da, şehrin pazar meydanı olan Gunduliçeva Poljana’nın kenarındaki Puciç Palace (thepucicpalace.com) kalınması gereken yer. Eski bir konak son derece başarılı bir şekilde restore edilip gerçek bir butik otele çevrilmiş. Sabahın erken denilebilecek saatlerinde pazaryerinden gelen seslerle uyanıyor ve odanızın balkonuna çıktığınızda karşılaşabileceğiniz en renkli manzaralardan birisiyle karşılaşıyorsunuz. Meydana karşı kahvaltı son derece keyifli olduğu gibi, pazaryerinin ortasına kurulan restoranda yemek yemekte unutulmaz bir deneyim oluyor. Gerçi Hırvat yemekleri prşut adını verdikleri ve İtalyanların prosciutto’su ile İspanyolların jamon iberico’sundan pek aşağı kalmayan jambonları dışında pek kayda değer değil. İyice şarapları ve yazının girişinde bahsettiğim Ozujsko veya Karlovaçko adında içilebilir bir biraları da var, ama Dubrovnik’te atmosfer o kadar büyüleyici ki bunlar pek umurunuzda olmuyor.Prşut yemeden olmazPuciç Palace’da gününüz dediğim gibi sabahın erken saatlerinde pazaryerinden gelen gürültülerle başlıyor. Kahvaltıdan sonra otelin surların hemen dışındaki plajına gidip surlara karşı eşleriniz güneşlenirken Campari portakal veya biranızı içip akşamüsünü getiriyorsunuz. Surların üstündeki iki saatlik yorucu bir tırmanış-yürüyüşün ardından eşleriniz Dubrovnik’in ana caddesi Placa’nın üstündeki butikleri kontrol ederken siz Dvorom üzerindeki barlardan birinden Westmalle gibi bir Belçika Trappist birasını yudumlayıp sonra Placa’nın sağındaki merdiven-sokaklardan tırmanıp Ortaçağ’dan kalma sokakların üstündeki restoran masalarından birisine oturup yemeğinizi yiyorsunuz. Yemekler iyi mi derseniz, prşut dışında fazla bir şey diyemeyeceğim, ama Dubrovnik’tesiniz, etrafınızı saran binalar yüzlerce yıldır oradalar, siz de oradasınız, bizim seyahatimizde olduğu gibi, bir de sevdiğiniz arkadaşlarınız ile iseniz, daha ne istersiniz ki?
Bazı yerler vardır, gördüğünüz zaman “Ben bu yaşamda veya başka bir yaşamda burada bulunmuştum” dersiniz. Bir de tek bir resmini görünce “Ben bu yaşamda veya başka bir yaşamda mutlaka oraya gitmeliyim” dedirten yerler vardır; bana lisedeyken bir resmi ile “Bunu görmeliyim” dedirten Mostar köprüsü gibi...Sonra aradan onlarca yıl geçti, Yugoslavya dağıldı ve Bosna Hersek’te yüzyıllardır bir arada yaşamış olan Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar arasında kardeş savaşı başladı. Mostar da Saraybosna gibi yıllarca bombalandı, bir harabeye döndü. 1556 yılından beri şehri süsleyen köprü bombalara uzun süre dayandıktan sonra, 9 Kasım 1993 günü bir Hırvat tankının ateşine artık direnmeyip kendini Neretva nehrinin sularına bırakıverdi. Eski Mostar, Neretva nehrinin iki kıyısından yükselen kayaların üzerinde kurulu. Bir zamanlar üzerinde Kanuni Sultan Süleyman’ın ve Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Josef’in gezdiği köprü 2004 yılından beri gene var. Aslına sadık olarak tekrar yapılan köprü Mostar’ın ortasında dev bir hilal gibi bütün görkemiyle duruyor. Mostar çok güzel bir şehir. Arnavut kaldırımlı sokakların kenarlarını 16. yüzyıldan kalma çoğu restore edilmiş cumbalı Türk evleri süslüyor. Nehir kıyısında kayaların üzerinde cafè ve barlar, savaşı unutmaya çalışan Boşnaklar ve turistlerle dolu. Burada her yol Mostar köprüsüne çıkıyor. Cafèlerden birisinde oturup, soğuk bir bardak Saraybosna birası Sarajevsko yudumlarken önünüzde dünyanın en güzel eski şehir manzaralarından birisini seyrediyorsunuz. İçtiğiniz bira da Mostar kadar değilse de oldukça eski. Boşnak okurlarım “Bari biramıza sahip çıkmayın” diye gene kızacaklar, ama Sarajevsko bayıldığım Saraybosna’nın daha Osmanlı toprağı olduğu 1864 yılında kurulmuş,yani aslında bir Osmanlı birası! Mostar Köprüsü koruma altında Yemeğe gelince, Mostar bu konuda Saraybosna’nın yanında çok zayıf kalıyor. Şehir yaralarını hala saramamış, eski Mostar’ın olduğu Boşnak kısmıyla Hırvatların yaşadığı yeni şehir arasında pek gidip gelme yok. Ama buralara gelmişken bir Boşnak böreği, daha doğrusu “bürek” yemeden olmaz. Biz bürek konusunda çok şanslıydık, çünkü Başkonsolosumuzun zarif eşi Yeşim Hanım masamızı etli, patatesli, kabaklı ve peynirli böreklerle donatmıştı. Hepsi birbirinden lezzetliydi. Balkanları gezmeyi kendimize vazife edindiğimiz arkadaşım Prof. Dr. Tarık Terzioğlu’yla bir kere daha Bosna’daki börek ve özellikle köfteleri bizim buralarda bulmanın mümkün olmadığı konusunda mutabık kaldık. Mostar Başkonsolosumuz Ali Davutoğlu ile Yeşim Hanım bizi misafir ettiklerinde Ankara’ya dönmek üzereydiler. Ama buraları yeni doğan oğullarına Balkan ismini verecek kadar sevmişlerdi. Konsolosluğun bir kısmını çeşitli kursların verildiği ve sergilerin düzenlendiği bir kültür merkezine dönüştürmüşler, Mostar’ın UNESCO Dünya Kültür Mirası kapsamına alınması için diplomatik çevrelerde Mostar için Mostarlı gibi uğraşmışlardı.Onlardan ve Mostar’dan ayrıldıktan yarım saat kadar sonra yolda camisi ve üzerinde bir kale olan bir tepeye yaslanmış cumbalı evleriyle çok iyi korunmuş bir Osmanlı köyüne daha rastladık. Poçitelj ve İbrahim Paşa Camisi bizi birkaç yüzyıl geriye götürdü. Sonra geniş kavisler çizerek alçalan bir yoldan Adriyatik sahiline doğru yolumuza devam ettik. Orada Dubrovnik bizi bekliyordu. Ve ben oranın da resmini yıllar önce gözüme kestirdiğimi hatırlıyordum.
Pub’ı dolduran Manchester United taraftarları kızgındı. Takımları ilk 15 dakikasında 2-0 öne geçtikleri maçta 3-2 geriye düşmüş, sonra Galatasaray ile zar zor 3-3 berabere kalmışlardı. Biz bu kızgınlıktan nasibimizi almamaya çalışırken, Türk olduğumuzu anladılar; tahminimizin aksine aramızda hoş bir sohbet başladı, pub’ın kapanma saatine kadar bira içmeye devam ettik. Şimdi, bir Galatasaraylı olarak çok hoşuma gitmese de (eminim Ali Bey de eski günleri anıyordur) sıra Fenerbahçe’de. Sarı kanaryalar bu hafta Londra’ya gidiyor. Chelsea’yi eleyebildikleri takdirde (bu yazı yazılırken ilk maçın sonucu belli değildi) yarı finalde karşılaşacakları formsuz Arsenal ile istikrarsız Liverpool’un ikisi de aşılabilecek engeller, yani Moskova’daki final çok yakın olur. Ama bunlar spor sayfasının ve o sayfada yazanların konuları, bizim konumuz ise maç İngiltere’de olunca İngiltere’nin futbolla birlikte olmazsa olmazları, bira ve pub’lar. Londra’nın bir pub cenneti olduğunu yazmaya gerek yok. İngiltere’nin başkentinde bir zamanlar her dört evden birisinde cin damıtılıyormuş. Sonra devletin de özendirmesiyle bu “cin evleri”nin yerini bira, daha doğrusu ale içilen pub’lar almış. Londra’nın merkezinde mutlaka görülmesi gereken iki tarihi pub görkemli bir eski banka binasından pub’a çevrilmiş olan Old Bank of England (194 Fleet Street) ile Cittie of Yorke (22 High Holborn). Öğlen yemeğini bir pub’da yemek isterseniz Wellington (352 Strand) ideal. Tabağınızı kaplayan dev bir Yorkshire Puding içindeki et sote ve yanında bir bardak ale, İngiliz mutfağı ile ilgili fikirlerinizi değiştirebilir. Bira dünyası sadece “sarışın” değilBiralara gelince, Londra’nın birası Fuller’s London Pride. Ama bar tezgahlarındaki seramik pompalardan akan Abbot Ale, Harvey’s Sussex Bitter, şirin bir sahil kasabası Southwold’un birası Adnams ile Theakston Old Peculier ve Shepherd Neame gibi kült biralara rastlarsanız, kafanızı çevirmeyin. İlle de ale mi içeceğiz diyorsanız, pub’larda tabii ki alışık olduğunuz sarışın lager biralardan da, şarap da içebilirsiniz. Şarap için birçok yerde rastlayabileceğiniz ve onlarca şarabın kadehte verildiği All Bar One pub’larını tercih edebilirsiniz. Çin mahallesinin kenarındaki De Hems Dutch Cafè ise, Avrupa’da çok az yerde bulabileceğiniz Belçika (manastır) biralarını tatmak için çok iyi bir bar. Bira dünyasının birkaç “sarışın”dan ibaret olmayıp, aslında ne kadar zengin olduğunu orada bir Westmalle, Maredsous ve Duvel tadarak görebilirsiniz. Chelsea tarafında ise, Kings Road’daki Trafalgar her daim dolu bir pub. Maç öncesi veya sonrası karnınızı doyurmanız için yolun karşısındaki salaş İtalyan lokantası Made in Italy’de muhteşem pizzalar var, o kadar bira arasında karnınız acıktığında iyi bir alternatif olabilir. Gene Kings Road’daki Chutney Mary, Londra’nın en iyi Hint lokantalarından biri. Orada içeceğiniz bira ise muhtemelen Hint birası Kingfisher olacaktır. Bu biranın (bizimkilere benzeyen) tadı sayesinde yurda dönüş yolculuğunuz Chutney Mary’de başlayabilir. Zaten Fenerbahçe imkansızı başarıp Moskova’daki Şampiyonlar Ligi finaline kalırsa oraya gidecek olan taraftarların içecekleri bira da pek yabancı olmayacak: Efes Pilsen, Moskova barlarında en havalı biraların başında geliyor.