Sivri dağlar arasındaki yemyeşil vadinin üç tarafına serpiştirilmiş olan Stellenbosch, Paarl ve Franschhoek birbirlerine yirmişer dakikaka mesafede birbirinden şirin kasabalar. Franschhoek aralarında açık farkla en masalsı olanı. O da diğerleri gibi Güney Afrika’nın en önemli şarap bölgelerinden birisi. Ama vadilerin en içeride olanı ve üç tarafı sarp dağlarla kapalı. Tanrı’nın özenerek yarattığı bu yemyeşil vadinin yamaçlarındaki bağları at sırtında gezip, farklı şarapları tadıp unutamayacağınız bir gün yaşayabiliyorsunuz. Napolèon’un en sevdiği şarap Franschhoek’daki Le Quartier Française ile La Residence’ın ikisi de bu rüya gibi kasabada kalınacak rüya gibi oteller. Le Quartier Française’in restoranı Tasting Room dünyanın en iyi restoranlarından biri ve tam bir yemek tapınağı! Mutfaktaki genç Güney Afrikalı şef Margot Janse mucizeler yaratıyor. Menülerimizi incelerken artık tatlı şarap uzmanı olma yolunda emin adımlarla ilerleyen sevgili arkadaşım Ayşe Terzioğlu hemen bir kadeh Vin de Constance sipariş etti. Anayurdu bizim topraklarımız olan, ama nedense bir türlü kıymetini bilmediğimiz Muscat üzümünden yapılan bu muhteşem tatlı şarap bizim Ayşe’den önce bir zamanlar Napolèon Bonaparte’ın en sevdiği şarapların başında geliyormuş. Lale de ona uyunca ben de karımın kadehinden tatlı yudum(lar) almaya başladım. Koyu altın renkli bu iksir bir Sauternes veya Alman Trockenbeerenauslese’si kadar yoğun lezzetli olabiliyor ve fiyatı sadece 30 Euro kadar. Ülkemizde bu kadar tatlı şarap eksikliği varken neden her ithalatçı bu tip şaraplarla ilgileneceğine hâlâ vasat İtalyan şaraplarıyla ilgilenir anlamak imkansız. Vin de Constance’ın üzümlerinin alındığı Klein Constantia bağları Table Mountain’ın Cape Town’a bakmayan yamaçlarında, neredeyse şehrin içindeler. Buradaki The Cellars-Hohenort oteli ile La Colombe restoranı da bir lezzet seyahati için ideal duraklar. Fiyatlar İstanbul’dan yüzde 30 daha ucuz Tasting Room’a dönecek olursak, her biri birbirinden lezzetli olan 4 veya 6 yemekten oluşan tadım menüsünün yanında Franschhoek’un en iyi şaraplarından Boekenhoutskloof (Bukenhautskloof okunuyor) Cabernet Sauvignon içtik. Boekenhoutskloof bir kült şarap, iyi bir Şiraz da yapıyorlar, ama Cabernet şimdiye kadar içtiğim en iyi Güney Afrika şarabıydı. Aralarında ismini duymadığımız av etlerinin de bulunduğu yemekler için kelimelerin bittiği yer demekle yetineceğim, çünkü bir seyahat yazarının yazdığı gibi “Margot Janse’nin mutfağından sonra başka bir boyuta geçmeniz gerekir.” Yemeği nefis bir Güney Afrika port’u Allesverloren ile taçlandırdık, dört kişi İstanbul’un iddialı restoranlarında önümüze gelenlerin yüzde otuzu kadar altında bir hesap ödedik. Ve birbirimize neden bizim şarap bölgelerimizde, Mürefte’de, Saros’ta, Denizli Güney’de böyle oteller yok, niye büyük şehirlerimizde bile bu fiyatlara bu yemekleri yiyebileceğimiz restoranlar yok diye sorduk. Ülkemize ithal edilen şaraplar arasında çok fazla Güney Afrika şarabı yok. Ancak restoranlarımızdan birisinin şarap listesinde Stellenzicht Shiraz görürseniz tadın derim, pişman olmazsınız. Öte yandan Güney Afrika seyahatinizden dönmeden Vin de Constance almak istiyorsanız, Franschhoek veya Cape Town’daki bir şarap mağazasına gitmelisiniz, çünkü havalimanındaki Duty Free Shop’ta bulunmuyor. Türkiye’de ise Ayşe’nin yanında getirdiği birkaç şişenin dışında bulmak imkansız. Onları da herhalde kendisi arkadaşlarıyla içer.
Cape Town’a giderseniz, diğer günler ne yaparsanız yapın, ilk gün için önerim otelinizde bir duş yapıp kendinize geldikten sonra, teleferikle şehrin arkasındaki Table Mountain’a çıkıp, gezeceğiniz yerlere tepeden şöyle bir bakmanız. Şehir merkezine 15 dakika mesafedeki Clifton Beach akşam güneşi altında parıldıyor olacaktır. Dikkatli bakarsanız plajın tıklım tıklım, denizin ise bomboş olduğunu görürsünüz. Çünkü aşağınızda güneye doğru uzanan denizin önündeki ilk toprak parçası Antartika, suyun ısısı ise 12 derece kadardır. Ertesi gün Clifton Beach’in en “in” olan dördüncü bölümüne giderseniz, denize girmenin imkansız olduğunu, ama kumsalda Güney Afrika güneşi altında güneşlenmeye kalkarsanız derinizin (koruyucu kremlere rağmen) 3 saatte soyulmasının mümkün olduğunu görürsünüz. Table Mountain’dan indiğinizde saat 17.00 olmuş ise, koloniyal dönemden kalmış olan Mount Nelson otelinin bahçesinde “high tea”, yani beş çayı almanız gerekir. Eğer bizim sevgili arkadaşlarımız Ayşe ve Tarık Terzioğlu’yla yaptığımız gibi saati 18.00 yaptıysanız, gene aynı bahçede oturup aynı atmosferi teneffüs ederken akşamüstü içkinizi alabilirsiniz. Mount Nelson’un bahçesi zamanın durduğu yerlerden biri. Sevgili eşim Lale, klasik Margarita’sını sipariş ederken ben Tarık’a “Doktor, koloniyal dönemi yaşayacaksak, birer cin tonik almalıyız” dedim. Öyle ya, İngilizler üzerinde güneş batmayan imparatorluklarının keyfini sürerken böyle bahçelerde cin toniklerini yudumluyorlardı. Ve böylece Ayşe’nin istediği ve aslında en sevdiğim kokteyllerin başında gelen Mojito’yu da aynı Lale’nin Margarita’sı gibi mağrur bir koloniyal ifade ile küçümsedim. Başka diyarlara götüren içkilerCin tonikler tam olması gerektiği gibilerdi. Tanqueray kadehe oldukça cömert doldurulmuştu, tonik ise istediğimiz miktarda ekleyebilelim diye ayrı getirilmişti. İlk yudumlarımız almamızla Ayşe de Mojito’sunu tattı ve “bunu mutlaka denemelisiniz” diye haykırdı. Üzerindeki kahverengiye çalan halkayı saymasak normal görünüşte bir Mojito’ydu. Ama bardaktan içindeki nane yapraklarını aşan yoğunlukta ve eklemeliyim ki nefasette bir nane kokusu yükseliyordu. Bardaktaki pipetlerden birini ağzıma götürdüm. Tadı da muhteşemdi! Cin toniklerimizi bitirdik mi hatırlamıyorum, ama garson biraz sonra elindeki tepside üç Mojito ile yanımızda belirdi. İmparatorlukları, Güney Afrika’yı unuttuk, bir anda kendimizi Küba’daki bir otelin tropikal rüzgarların okşadığı bahçesinde bulduk. İyi içkiler böyle olmalıdır işte, sizi alıp başka diyarlara götürebilmeli. Gün kararırken Waterfront’a gittik. Eski limanı, oteller, bar, restoran ve şık mağazaların olduğu bir merkez haline getirmişler. Belthazar adında defalarca Güney Afrika’nın en iyi steak house’u seçilmiş bir restoran bulduk. İyi de ettik, 178 çeşit şarabı kadehte sunuyorlardı. Bir yandan yemeğin keyfini çıkarırken, bir yandan da neden bizim Haliç kıyılarında böyle bir yerimiz yok veya neden bizim bırakın kadehte, şişede bile sunulacak 178 çeşit şarabımız yok gibi memleket meselelerini tartıştık. Cape Town geceleri için önerim ise ya Manenberg’s’de caz dinlemeniz, ya da Mama Africa’da Cape Town’un Ferhat Göçer’i diyebileceğimiz bir şarkıcının Afrika ritimleri eşliğinde söylediği aryaları dinleyip “eller havaya” yapmak. Bu arada yazı bitti neredeyse, Mount Nelson’daki Mojito’nun sırrını yazmayı unuttum: Üzerinde bir çay kaşığı kadar dünyanın en serinletici likörü olan Branca Menta yüzdürülmüştü...
Örneğin milli içkimiz rakı, sadece su ve buz ile servis edildiği halde tiryakileri tarafından servisi ile ilgili en çok ritüeli olan içkilerin başında gelir. Rakı sofrasında nasıl davranılması ve rakının nasıl içilmesi gerektiği hakkında neredeyse birkaç ciltlik kitap bile yazılabilir. Rakıcılar kadehe sırasıyla rakı, su ve en son olarak buz konulması konusunda ısrarcıdır. Ben rakı içtiğim zaman çok az veya hiç su koymayıp sadece buz tercih edenlerden olduğum için, garson su servisi yaparken kadehimin üstünü elimle kapatırım. Ancak ne var ki garsonlar rakıya kendisi kadar su koymayı bir alışkanlık haline getirmişlerdir. Onun için bir kimsenin su konmasını önlemek için rakı kadehini üstünü eliyle örtebileceğini düşünmediklerinden, sürahideki suyu elimin üstüne dökmekte bir sakınca görmezler. Bu adeta otomatiğe bağlanmış servis alışkanlıkları sizi ne yazık ki birçok restoranda sevdiğiniz bir içkiyi istediğiniz şekilde içmekten mahrum bırakabilir. İçtiğiniz kokteyli beğenmemekte serbestsinizMalt viskinin de servisi rakı kadar karmaşık olabilir. Ona rakının aksine sadece su ilave edilebilir, buzun malt viskinin kadehine bile yaklaştırılmaması gerekir. Malt viskiye konulan su iyi bir su olmalıdır ve oranının viskinin üçte birini pek geçmemesi gerekir. Malt viski su ilavesiyle içindeki parfümsü kokuları serbest bırakır, hafifleyen alkolün hakimiyeti ortadan kaybolur ve bunun neticesinde siz de burnunuzu kadehten ayırmak istemezsiniz. Ama bu su ilavesi şahsi bir seçimdir ve asla garson tarafından yapılmamalıdır. İyi bir restoranda malt viski sipariş ettiğinizde yanında küçük bir sürahide su gelmesi gerekir. Siz de viskininize istediğiniz takdirde, istediğiniz miktarda su ilave edebilmelisiniz. İyi restoranları diğerlerinden ayıran, iyi yemeğin yanı sıra bunun gibi detaylardır. Bazı içkilerin servisinin ise tamamen barmene bırakılması gerekir. Örneğin kokteyller. Kokteyl deyip geçmeyin; iyi bir barmenin aynı bazı şefler ve ev kadınları gibi elinin lezzetli olması gerekir. Bazen küçük dokunuşlar kadehinizdeki içkinin tadında şaşılacak değişiklikler yapabilir. Kokteyl bardağın kenarına konduracağı süslerine kadar onu yapan barmenin eseridir. Klasikleşmiş kokteyllerin ana tarifleriyle oynamadığı ve kokteylin içine koyduğu içkilerde cimri davranmadığı sürece kokteylinizi hazırlayan barmene aynı yemeğinizi hazırlayan şefe karışmadığınız gibi, karışmamanız gerekir. İçtiğiniz kokteyli de, aynı yediğiniz yemek gibi beğenip beğenmemekte serbestsiniz, bunu şefe olduğu gibi barmene de söylemek hakkınızdır. Ama neticede kokteyli hazırlayan barmendir. Aslında bu hafta niyetim size anavatanı Küba yerine dünyanın güney ucundaki soğuk bir okyanusun kıyısındaki Cape Town’dan bir Mojito tarifi vermekti, ama yerimiz kalmadı. Onun için koloniyal dönemden kalma Mount Nelson Oteli’nin bahçesinde cin tonik içmenin neden hata olduğu ve bir restoranda 178 şarabın nasıl kadehte servis edildiği haftaya kaldı.
Bu giriş cümlesini eski yazılarımdan bazılarında kullanmış olabilirim; ne var ki, içki konusunda son yıllarda en heyecan verici olaylardan birisini vurguladığı için, neredeyse her konuda lafı açmaya yarıyor. Biz millet olarak kısa sürede uzmanlaşmayı severiz. Bu şarapta da böyle oldu ve restoranların daha iki yıl önce şaraplık üzümlerin isimlerini bile telaffuz edemeyen müşterileri kısa sürede birer şarap uzmanı haline geliverdi. Hal böyle olunca, restoranlarımız da garsonun şişeden tattırdığı şarapları ağızlarında bilerek veya bilmeyerek gezdiren insanlarla doldu. Bu yanında tabii ki bazı tartışmaları da getirdi. Sipariş ettiğiniz şarap, markası, üzüm cinsi ve en önemlisi rekoltesi doğruysa, ne zaman değiştirilir? Bir kere garsonun size şarabı tattırma nedeni sizin (veya daha vahim durumlarda karınızın) o şarabın tadını beğenip beğenmediğini tespit etmek için değildir. Sipariş ettiğiniz şarabın tadını beğenmediyseniz, bir dahaki sefer o şarabı sipariş etmezsiniz, olur biter. Şarap, sadece mantarından hava alması veya başka bir nedenle bozulmuşsa, ki o zaman ıslak karton gibi kokar, değiştirilir. Akıllı bir restoran sahibi de garsonlarının bu konularda müşteriyle çok fazla tartışmaya girmemesine dikkat eder. İddialı bira menüleriMüşterilerin şarap konusundaki diğer haklarına gelince: Özellikle şarap konusunda iddialı olup (şart olmadığı halde) bunu gösterircesine kırmızı şarapların kocaman kadehlerde servis edildiği bir restoranda yiyorsanız, o kocaman kadehlere konulan kırmızı şarabınızın 18-20 derece ısıda olmasını talep etmelisiniz. Restoranın içindeki “oda sıcaklığının” veya şarabı sakladıkları yerin ısısı sizin sorununuz değildir. Dolayısıyla çoğu restoranımızda olduğu gibi garsonun “şarabınızı serinletelim mi” sorusu yersiz ve münasebetsiz bir sorudur. Siz oraya şarabınızın serinletilmesini beklemeye değil, şarap içmek için gidiyorsunuz. İkinci (veya üçüncü) şişeyi açtırdığınızda şarap aynı şarap bile olsa size tattırılmalı ve kadehleriniz yeni şişeden servis edilecek şarap için yenilenmelidir. Dolayısıyla, şarap konusunda ille de garsonlara zor anlar yaşatayım diyen restoran müşterilerindenseniz, bu konulara yoğunlaşabilirsiniz. Avrupa’nın birçok ülkesinde restoranların artık şarap kadar iddialı bira menüleri de var. Bira servisi ile ilgili dikkat edilmesi gereken birkaç şeye gelince: Sipariş ettiğiniz buz gibi biranızın, köpüğünü yok etmenin marifet olduğunu sanan kötü kalpli bir garson tarafından katledildiğini görmek, defalarca yazdığım gibi, çok acı verici bir şeydir. Bira, bardağınızın yarısına kadar doldurulduktan sonra, şişesi ile birlikte masaya bırakılmalıdır. Bu şekilde biranızı köpüğünü kendiniz ayarlayarak bardağa doldurmanın verdiği zevki de yaşayabilirsiniz. Bu arada denediğiniz bira markaları çoğaldıkça, onların şişelerini de incelemenin ne kadar keyifli olabileceğini görebilirsiniz. Yemek yemek dediğimiz de, zaten bütün bu keyiflerin birleşimi değil mi?
Yüzün üzerinde malt viski, harmanlanmış viski, İrlanda, Amerikan, Kanada, hatta Japon viskisi tatmış ve her birinin tadım notlarını kitaba koymuştuk. O zamandan beri bir araya geldiğimizde eski ve yeni viskilerden bahsederiz. Ne var ki son zamanlarda elimizde viski kadehleri ile yaptığımız sohbetlerde bazen o, bazen ben, viskilerin artık eski tatlarında olmadıklarını söyler olduk. Gerçi viski dünyası da bizim kitabımızı yazdığımız doksanlı yıllardan beri oldukça değişmişti. O yıllarda viski dünyasını kasıp kavuran malt viskilerin çoğu aile şirketleri tarafından bir kalite fanatikliği ile damıtılıyorlardı. Viski ustaları pazarlamacıları dinlemez, ürettikleri viskinin tadıyla, formülüyle oynamayı akıllarının ucundan bile geçirmezlerdi. Sonra malt viski dünyasının bu dev isimleri zamanla çok uluslu dev içki firmaları tarafından satın alındılar. Ve yatırımların kısa sürede paraya çevrilmesi için pazarlamacıların söyledikleri viski ustalarının söylediklerinden daha önemli bir hal aldı. Mehmet Yalçın ile bu değişimlerden de haberdar olduğumuz için Gusto’nun Ocak sayısına bir “eski ve yeni viskiler” tadımı yapmaya karar verdik. Türkiye’de piyasada olan viskiler ile onların bulabildiğimiz en az 10 yıl önce şişelenmişlerini karşılıklı alarak tattık ve ne yazık ki şüphelerimizin doğru olduğunu gördük. Tadım notlarını ve puanlamaları Gusto Dergisi’nde bulabilirsiniz. Ancak özetleyecek olursam, Ardbeg, Talisker ve Highland Park gibi efsanevi ada maltları artık eski kıratlarında değiller. Talisker’deki değişimi daha viskiyi ağzınıza değdirmeden burnunuzda bile hissedebiliyorsunuz. Highland Park’ın da 10 yıl önceki o vahşi, is kokusunda tatlı nüanslar taşıyan funda balı kokusundan eser bile kalmamış. Değişimlerden olumlu etkilenenler de varHarmanlanmış (blended) viskiler ayrı damıtımevlerinin ürünü olan 40 kadar malt viski ile kendi başlarına pek içilmeyen diğer tahılların her viski markasının kendi formülündeki oranlarda karıştırılması, yani harmanlanması ile yapılır. Burada başharmancının ustalığı ne kadar önemliyse, harmanda kullanılan malt viskilerin kalite ve oranları da o kadar önemlidir. Blended viskilerde de ne yazık ki artık eskiden Teacher’s de olduğu gibi yüzde 60 gibi oranlarda malt viski kullanılmıyor. Bu da birçok viskiseverin içtikleri viskilerde eski tatları bulamamalarına neden oluyor. Bu değişimlerden olumlu yönde etkilenen viskiler de yok değil. Gusto tadımında bira ve viski yazarlarının piri Michael Jackson’un hakkında “Harman viski içeceksem onu içerim” dediği Johnnie Walker Black Label’in eski yıllara göre daha lezzetli bir hale geldiğini memnuniyetle gördük. Black Label harmanının kalbi, yani harman viskisinin tadını en çok etkileyen malt viski Talisker’dir. Black Label’de daha yıllanmış Talisker’ler kullanmaya başladılarsa, bu malt viski olarak satılan 10 yıllık Talisker’deki kalite düşüşünü izah edebilir mi bilemeyeceğim. Ancak eskiden 18 yıllık olarak şişelenmeyen Talisker’i artık bu yaşta da (Duty Free Shop’larda) bulabilirsiniz. Bunun alabileceğiniz en iyi malt viskilerden biri olduğunu şahsi tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim, daha doğrusu yazabilir ve böylece negatif bir yazıyı pozitif bir öneriyle bitirebilirim.
Haliyle bunun da yıl boyunca içtiğimiz içkilerden daha kaliteli olmasına dikkat ederiz. Bir zamanlar kaliteli denilince akla ilk gelen içki, hatta belki de tek içki konyak idi. Küçüklüğümde konyak denilince gözümün önüne ellerinde balon şeklinde dev bardaklar tutan ve bardakların içindeki sıvıyı bardağın içinde çevirdikten sonra koklayıp, keyifle yudumlayan göbekli amcalar gelirdi. Konyağın rengi bana o zamanlar evimizdeki bazı mobilyaların rengi gibi geliyordu, ama sonra içki yazıları yazmaya başlayınca o rengin aslında kehribar diye tarif edilmesinin daha uygun olduğunu gördüm. Konyağın Fransızların medarı iftiharı bir içki olduğuna bakmayın. Bordeaux yakınlarındaki Cognac kasabasının dışındaki yamaçlarda yetişen üzümlerin iki defa damıtılmasından bir brendi elde edildiğini keşfeden Hollandalılar olmuş. Brendi (Brandy) kelimesi de “yakılmış şarap” anlamına gelen Hollandaca “brandwijn” kelimesinden türemiştir. Ancak bir brendiyi, “Cognac” olarak adlandırılabilmek için mutlaka Cognac kasabasının sınırları içinde üretilmiş olmalıdır. Bizim Tekel’in ürettiği Konyak adlı brendinin adının sonradan Fransızların itirazıyla Kanyak olarak değiştirilmesi ondandır. Şarkılar mırıldanarak midenize inen XOKonyağın mucidinin Hollandalılar olması Fransızlar için yeteri kadar utanç kaynağı değilmiş gibi, bu asil içkiyi dünyaya tanıtanlar da İngilizler olmuştur. Konyak, Fransa’daki küçük kasabadan dünyaya 18. yüzyılda Londra’da çok popüler olması sayesinde yayılmıştır. Hennessy, Hine ve Martell gibi tanınmış konyak markaları da hep Britanya kökenlidir. Konyakların yıllarını belirten ibareler de İngilizcedir. En alt kategori olan sadece 2 yıl dinlendirilen konyaklara VS (Very Superior), en az 4 yıl yıllandırılanlara ise VSOP (Very Superior Old Pale) adı verilir. 6 yılını meşe fıçılarda geçirmiş olan konyaklar Fransa’nın büyük kahramanı Napoleon’un adıyla anılmaya hak kazanırlar. Ondan sonraki ve fiyat kalite performansı muhteşem olan konyak kategorisi XO (eXtraOrdinary) 10 yıl meşe fıçılarda dinlenmiş ve kadife yumuşaklığına kavuşmuştur. İyi bir XO konyak boğazınızdan aşağıya şarkılar mırıldanarak iner, içinizi yakmaz, tatlı bir sıcaklık vermekle yetinir. Konyak dünyasının devleri Hennessy, Martell, Remy Martin ve tanıtımını Napoleon’un konyağı olarak yapıp 3 büyüklere katılmayı başaran Courvoisier’dir. Bu prestijli markalardan ilk üçünün XO konyaklarını ülkemizde bulabilirsiniz. İngiltere’de aristokratların konyağı olarak bilinen Delamain ile Hine ise daha zor bulunup, gerçek konyakseverler kadar karşısındaki arkadaşı kadehindeki XO konyağını yudumlarken “azizim, ben bir Delamain 1972 içmiştim; aslında Hine 1975 de çok iyidir” gibi konuşabilmek isteyenler tarafından mutlaka denenmesi gereken konyaklardır. Konyakla ilgili diğer bilinmesi gereken bir detay da, özellikle yılbaşı atmosferinde şampanya ile karıştırılmaması için, bazı konyakların etiketlerindeki Fine Champagne Cognac veya Grande Champagne gibi ibarelerin yılbaşlarında severek veya sevmeyerek tükettiğimiz şampanya ile hiçbir ilgisinin olmadığıdır. Grande ve Petite Champagne, Cognac kasabasının güneyindeki en iyi konyaklık üzümlerin yetiştiği killi yamaçlara verilen addır, Paris’in doğusundaki Champagne bölgesine arabayla bir gün mesafededir.
Arnold Schwarzenegger’in Avusturya’nın güneyindeki Graz kentinde başlayan yaşamı, kendisini dünya vücut şampiyonluğundan milyonlarca dolar kazanan bir film yıldızına, oradan da Kaliforniya Valiliği’ne kadar götürdü. ABD başkanlarının Amerika’da doğmuş olmaları kuralı olmasaydı, belki de ABD başkanı bile olacaktı. İtalya’nın güneyine özgü Primitivo ile Hırvat şaraplarının üzümü Crljenak’tan geldiği sanılan Zinfandel ise 19. yüzyılda geldiği Kaliforniya’yı kendine öyle yurt bellemiş ki, Şili, Güney Afrika ve Avustralya’da da dikilmesine rağmen bütün dünyada bir Kaliforniya üzümü, bir Kaliforniya şarabı olarak tanınıyor. Amerika’da her eyaletin çoğunlukla çiçek olan bir resmi bitkisi (state flower), resmi ağacı (state tree) ve bir de resmi kuşu (state bird) bulunur. Kaliforniya senatosu da Zinfandel’i ‘eyaletin tarihi şarabı’ olarak resmi bitkilerinin arasına katmanın doğru olacağına karar vermiş. Ama sayın vali öyle düşünmemiş ve veto nedenini şöyle açıklamış: “Kaliforniya, eyaletimizde yetiştirilen her ürünle gurur duymalıdır! Onlar dünyanın en iyi çiftçilerinin, bilim adamlarının ve yatırımcılarının çabalarının ürünleridir. Aralarından bir tanesini seçip ödüllendirmek doğru olmaz.” Üzümler de göç edebilir Bu pazar durup dururken neden bunları yazdığıma gelince: Son zamanlarda topraklarımızın bağrından çıkan Öküzgözü, Boğazkere gibi yerel üzümler varken, neden Cabernet Sauvignon, Merlot ve Şiraz bağları dikip onlardan şarap yaptığımızı sorgulayanlar ortaya çıkmaya başladı. Bu yabancı kökenli asil üzümlerden yapılan şarapların, anayurdu Anadolu olan üzümlerden yapılan şaraplardan daha az Türk şarabı olduklarını nasıl söyleyebiliriz ki? Reşit Tolon, Bozcaada’da bir yandan adanın üzümlerinden iyi şaraplar yapmaya çalışırken, öte yandan Cabernet Sauvignon ve Şiraz gibi üzümlerden yeni bağlar dikiyor, ilginç kupajlar deniyor. Yanlış mı yapıyor? Sarafin herhalde bu topraklarda en vatan diyebileceğimiz yerlerin başında gelen Çanakkale’de, Saroz’daki bağların Cabernet Sauvignon, Merlot ve Chardonnay’lerinden üretiliyor. Herhangi bir üreticinin Öküzgözü veya Boğazkere’sinden daha mı az Türk şarabı? Bu üzümlerin bazılarının özellikle Denizli’nin Güney ilçesinde çok iyi şaraplar vermeye başladıklarını, ülkemizin bazı yörelerini kendilerine (aynı vaktiyle buralara yerleşen insanlarımız gibi) yurt bilmeye başladıklarını memnuniyetle görüyoruz. Üzümler de göç edip, kendilerine yeni yurtlar bulabilir. İran kökenli Şiraz üzümü, Rhone nehrinin kıyılarını kendisine vatan olarak seçmiştir. Orada Şiraz’dan dünyanın en iyi şaraplarından bazıları üretilir. Sonra Avustralya’daki bağlara dikilmiş, orada da muhteşem şaraplar vermiş. Kimse de “Şiraz bir Avustralya üzümü değildir, onun için Avustralya Şiraz’ı diye bir şarap olmaz” dememiş. Bunu vurgulamak için bizim de örneğin Denizli valiliğine kendi sinemamızın Terminator gibi ağır abilerinden birini, örneğin Kadir İnanır veya Cüneyt Arkın’ı getirmemiz ve onların da yumruklarını masaya vurarak, “Hayır efendim, Öküzgözü ve Boğazkere ne kadar Türk şarabıysa, ilimizin topraklarında yetişen Cabernet Sauvignon ve Şiraz da o kadar Türk şarabıdır; bu böyle biline” diye bağırmaları mı gerekiyor?
Yumuşak hatlı tepelerin yer yer ağaçlıklarla kaplı olduğu ada vahşi bir görüntü sergiler. Sahillerindeki otlar Atlas Okyanusu’ndan esen rüzgarların sürekli etkisiyle eğilmişlerdir. Sık sık yağan yağmurlardan sonra havadaki pus kalktığında çok uzaklarda İrlanda’yı görebilirsiniz. Adalılar viskiyi bulan İrlandalı keşişlerin İskoçya’ya burada ayak bastıklarını ve en iyi malt viskinin Islay’da (Ayla okunur) yapıldığını söylerler. Islay viskilerinin en büyük özelliği denize olan yakınlıklarını tatlarında göstermeleri. Hiç malt viski içmemiş bir kimse bile bir Islay maltının içine iyot ve is sinmiş olan tadını hemen ayırt edebilir. Çünkü deniz kenarındaki duvarları yosunla kaplı mahzenlerdeki meşe fıçılarda geçirdikleri uzun yıllar onları sanki mahzenlerin arkasındaki okyanusun bir parçası haline getirmiştir. Islay adasının nüfusu 3 bin 500 kadar. Gençlerinin çoğu dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi doğdukları yerde kalmayıp, büyük şehirlere göç etmeyi tercih ediyorlar. Ama Islay aslında halkına oldukça cömert davranan bir ada. Adadaki dünyaca ünlü malt viski damıtımevleri İngiltere devletine yılda 300 milyon sterline (750 milyon YTL) yakın vergi geliri sağlıyor. Ardbeg artık ülkemizdeAdanın güneyindeki damıtımevlerinin viskileri karakterlerinde Islay’nın vahşi görüntüsünü yansıtır. Laphroaig, Lagavulin ve Ardbeg ilk içişte sevilecek tarzda viskiler değildir. Bazen bir kadehin içinde okyanustaki fırtınaları yansıtabilirler. Bu rüzgardan, denizden ve az da olsa soğuk havadan hoşlanan birisi iseniz, iyi bir şeydir. O zaman bu üç malt viski ile ilgili söylenen “Onlardan ya nefret edersiniz, ya da çok seversiniz” sözünün ikinci kısmına katılanlardan olursunuz. Laphroaig ve Lagavulin bir aralar ülkemize de ithal ediliyordu, sonra nedense ortadan kayboldular. Ardbeg’de ise seksenli yıllardan sonra uzun süre viski yapılmadı, damıtımevi mahzenlerindeki fıçılarla birlikte uykuya daldı. Bu yıllarda mahzenlerde yıllanmış olan viskiler şimdi çok yüksek fiyatlara satılıyor. Damıtımevi tekrar açıldıktan sonra yapılan viskiler ise 10 yıllık Ardbeg olarak şişelenmeye başladı. Açık renkli, burunda kökenini is ve iyot kokularıyla hemen belli eden nefis bir viski. Bu yıl kaybettiğimiz ünlü viski yazarı Michael Jackson, 10 yıllık Ardbeg için “Genç bir orta ağır siklet boksör” benzetmesi yapardı. Gerçekten de dimdik ayakta duran, size “İyi bir viski içiyorsun” dedirten bir malt. Viskiyle yemek mi, diye soran okurlarıma bir somon fümenin yanında denemelerini öneririm. En iyi tarafı da, artık ülkemize de ithal ediliyor olması! Islay’nın kuzeyinde komşu ada Jura ile aralarındaki Sound of Islay’nın kıyılarındaki Caol Ila ve Bunnahabhain’de Türkiye’de bulabileceğiniz diğer Islay maltları. Adanın güneyinin haşin maltlarının aksine gene içlerinde denizi taşıyan, ama çok daha sakin viskiler. Viski seven bir arkadaşınız varsa, yılbaşı hediyesi olarak bir Ardbeg, Caol Ila veya Bunnahabhain’e hayır diyeceğini hiç sanmam. Ama ilk önce kendinize bir şişe hediye etmeyi unutmayın!