Cape Town’a giderseniz, diğer günler ne yaparsanız yapın, ilk gün için önerim otelinizde bir duş yapıp kendinize geldikten sonra, teleferikle şehrin arkasındaki Table Mountain’a çıkıp, gezeceğiniz yerlere tepeden şöyle bir bakmanız. Şehir merkezine 15 dakika mesafedeki Clifton Beach akşam güneşi altında parıldıyor olacaktır. Dikkatli bakarsanız plajın tıklım tıklım, denizin ise bomboş olduğunu görürsünüz. Çünkü aşağınızda güneye doğru uzanan denizin önündeki ilk toprak parçası Antartika, suyun ısısı ise 12 derece kadardır. Ertesi gün Clifton Beach’in en “in” olan dördüncü bölümüne giderseniz, denize girmenin imkansız olduğunu, ama kumsalda Güney Afrika güneşi altında güneşlenmeye kalkarsanız derinizin (koruyucu kremlere rağmen) 3 saatte soyulmasının mümkün olduğunu görürsünüz.
Table Mountain’dan indiğinizde saat 17.00 olmuş ise, koloniyal dönemden kalmış olan Mount Nelson otelinin bahçesinde “high tea”, yani beş çayı almanız gerekir. Eğer bizim sevgili arkadaşlarımız Ayşe ve Tarık Terzioğlu’yla yaptığımız gibi saati 18.00 yaptıysanız, gene aynı bahçede oturup aynı atmosferi teneffüs ederken akşamüstü içkinizi alabilirsiniz. Mount Nelson’un bahçesi zamanın durduğu yerlerden biri. Sevgili eşim Lale, klasik Margarita’sını sipariş ederken ben Tarık’a “Doktor, koloniyal dönemi yaşayacaksak, birer cin tonik almalıyız” dedim. Öyle ya, İngilizler üzerinde güneş batmayan imparatorluklarının keyfini sürerken böyle bahçelerde cin toniklerini yudumluyorlardı. Ve böylece Ayşe’nin istediği ve aslında en sevdiğim kokteyllerin başında gelen Mojito’yu da aynı Lale’nin Margarita’sı gibi mağrur bir koloniyal ifade ile küçümsedim.
Başka diyarlara götüren içkiler
Cin tonikler tam olması gerektiği gibilerdi. Tanqueray kadehe oldukça cömert doldurulmuştu, tonik ise istediğimiz miktarda ekleyebilelim diye ayrı getirilmişti. İlk yudumlarımız almamızla Ayşe de Mojito’sunu tattı ve “bunu mutlaka denemelisiniz” diye haykırdı. Üzerindeki kahverengiye çalan halkayı saymasak normal görünüşte bir Mojito’ydu. Ama bardaktan içindeki nane yapraklarını aşan yoğunlukta ve eklemeliyim ki nefasette bir nane kokusu yükseliyordu. Bardaktaki pipetlerden birini ağzıma götürdüm. Tadı da muhteşemdi! Cin toniklerimizi bitirdik mi hatırlamıyorum, ama garson biraz sonra elindeki tepside üç Mojito ile yanımızda belirdi. İmparatorlukları, Güney Afrika’yı unuttuk, bir anda kendimizi Küba’daki bir otelin tropikal rüzgarların okşadığı bahçesinde bulduk. İyi içkiler böyle olmalıdır işte, sizi alıp başka diyarlara götürebilmeli.
Gün kararırken Waterfront’a gittik. Eski limanı, oteller, bar, restoran ve şık mağazaların olduğu bir merkez haline getirmişler. Belthazar adında defalarca Güney Afrika’nın en iyi steak house’u seçilmiş bir restoran bulduk. İyi de ettik, 178 çeşit şarabı kadehte sunuyorlardı. Bir yandan yemeğin keyfini çıkarırken, bir yandan da neden bizim Haliç kıyılarında böyle bir yerimiz yok veya neden bizim bırakın kadehte, şişede bile sunulacak 178 çeşit şarabımız yok gibi memleket meselelerini tartıştık.
Cape Town geceleri için önerim ise ya Manenberg’s’de caz dinlemeniz, ya da Mama Africa’da Cape Town’un Ferhat Göçer’i diyebileceğimiz bir şarkıcının Afrika ritimleri eşliğinde söylediği aryaları dinleyip “eller havaya” yapmak. Bu arada yazı bitti neredeyse, Mount Nelson’daki Mojito’nun sırrını yazmayı unuttum: Üzerinde bir çay kaşığı kadar dünyanın en serinletici likörü olan Branca Menta yüzdürülmüştü...
Cape Town’ın şaşırtan Mojito’su
İstanbul’dan gece yarısına çeyrek kala kalkan THY uçağı Johannesburg’da kısa bir aradan sonra ertesi gün öğlene doğru Cape Town’a varıyor. Saat farkı yok, jet-lag yok, sadece kendiniz uykunuzu tam olarak alamadığınız bir geceden uyanmış gibi hissediyorsunuz
Haberin Devamı