İpsala’dan hudutu geçtikten sonra sizi ilk önce Dedeağaç, sonra da sırtlarını Rodop dağlarına dayamış iki tipik Osmanlı kenti, Gümülcine (Komotini) ve İskeçe (Xanthi) karşılarlar. Yabancı bir ülkede olmanıza rağmen sizi yurdunuzdaymışsınız gibi hissettiren bu kentlerden Gümülcine çok bereketli bir ovanın kenarında kurulmuş, nüfusunun yarısı da Batı Trakya Türklerinden oluşuyor. Hal böyle olunca da kent camileri, çarşıları ve tabii ki esnaf lokantaları, köftecileri, asırlık kahvehaneleri ile tam bir Anadolu kenti görüntüsü veriyor.
Gümülcine’de ilk uğradığımız Trakya Aile Lokantası şehrin merkezinde küçük bir dükkan. Saat 11 buçukta sabah servis edilen paça, işkembe ve diğer çorbalar yeni bitmiş, öğlen yemeği hazırlıkları başlamıştı. Rıdvan Usta kömür ızgarasına köfteleri dizince ne yiyeceğim konusunda kafamda hiç bir soru işareti kalmadı. Balkanlar köftenin anayurdu ve bu küçük lokantanın köftelerinin iyi oldukları da görüntülerinden hemen belli oluyordu. Köfteler lezzette de beni yanıltmadılar, ama ekmeğimi masadaki birbirinden lezzetli tencere yemeklerine cömertçe bandırmaktan da feragat edemedim.
Trakya lokantasının hemen yanındaki Çukur Kahve 1858 yılından beri aynı köşede, müşterilerin çoğu da sanki yıllardır orada oturuyorlarmış gibi. Kahvenin önündeki masalardan biri okkalı bir kahve eşliğinde kenin önünüzden akıp gitmesini seyretmek için ideal. Gümülcine’nin en büyük camii Yeni Camii 16. yüzyılda yapılmış, önünde küçük bir meydan, arkasında bir saat kulesi var. Meydanı saran dükkanlardan birisinden nefis bir kahve kokusu yayılıyor, önünde de kokunun cezbettiği insanlardan oluşan upuzun bir kuyruk. Kahveden bahsetmişken Gençlerbirliği lokalinin iki devasa asırlık çınarın gölgesindeki bahçesinde Yunanistan’ın olmazsa olmazını, bir soğuk kafe frape içmeyi de ihmal etmeyin.
Gümülcine’ye gitmişken mutlaka uğranması gereken bir esnaf lokantası da Ta Adelfi. İki kardeşin yarım yüzyıl önce kurdukları lokantanın duvarlarında o günlerin fotoğrafları var. İki kardeş, iki beyefendi, kravatlı, kostümlü lokantalarının önünde poz vermişler. Ta Adelfi belli ki görmüş geçirmiş bir lokanta. Yemekler tanıdık yemekler, lezzetler tanıdık lezzetler. Dışarıda hava çok sıcak, masaya ilk önce buz gibi Komotini birası Vergina geldi. Birayla birlikte musaka, pastitio (fırında makarna), sıcak domates ve biber dolmaları ve domates sosu yanındaki pilava karışmış nefis bir İzmir köfte damağımı mest ettiler.
Gümülcine ile Dedeağaç arasındaki Sapes kasabası da Melissa adındaki bir lokanta için yolu on beş, yirmi dakika uzatmaya değiyor. Hüseyin Usta küçük lokantasını zamanla büyütmüş, müşterileri Gümülcine’den Dedeağaç’a bütün bölgeden geliyorlar. Fırında oğlağı saatlerce pişmiş, çatalla dağılacak kıvama gelmiş, tadının zirvesindeydi. Hüseyin Usta’nın köfteleri ise kime sorsak “mutlaka yiyin” dedirtecek kadar meşhur ve şöhretlerini hak edecek kadar da lezzetliydiler. Aynı Batı Trakya’daki çoğu yer gibi...
Güngör Uras’a veda...
Güngör Uras ile 27 yıl önce La Torretta ile The North Shield pub’ı yazmak için Ataköy Marina’ya geldiğinde tanışmıştık. Ayşe Teyze’ye anlatır gibi basite indirgediği ekonomi yazılarının yanı sıra Ali Rıza Kardüz adıyla restoran yazıları da yazıyordu. Çok iyi bildiği konuları bile servis personeline “hanım kızım (veya delikanlı) anlat bakalım bunlar ne” diye sorar, dudaklarında muzip bir gülümseme belirirdi. O harika üslubuyla bunca yıldır yazdığı restoran yazılarının ülkemizde faydasını görmeyen restoran yoktur. Daha sonra benim de yeme içme yazılarına başlamamla onlarca yemekte beraber olduk. Güngör Uras her gördüğümde sevindiğim, aynı masada oturmaktan, sohbet etmekten, kahkahalarına eşlik etmekten, her seferinde, büyük keyif aldığım bir beyefendiydi. Çok özleneceksin Güngör bey, nurlar içinde uyu...