Bir de gene alışkanlıklarınızın esiri olup her yudum rakıdan sonra rakı kadehinin yanındaki su bardağından kocaman bir yudum da su alırsanız, içtiğiniz içki bir anda 11, bilemediniz 12 derecelik bir içki olur. O sırada karşınızda oturan ve size “rakı sert içkidir” diye katılmayıp kadehindeki beyaz şarabı yudumlamakta olan eşinizin içtiği içki ise 12-13 derece, yani sizin rakınızdan daha serttir. Böylece rakının aslında sandığımız kadar maço bir içki olmadığını tespit ettiğimize göre, bir kadının kocasıyla yemek yerken kocasının şarabına eşlik etmeyip, benim sevgili eşimin sık sık yaptığı gibi rakı gibi daha hafif bir içkiyi tercih etmesine şaşırmamak gerekir. Çünkü ‘kadın kırmızı şarapta erkeğe eşlik eder’ diye bir kural yoktur, o masada kendi tatlı canının çektiğini içer. İçki seçme nedeninizin yemek seçme nedeninizden bir farkı olmaması gerekir. Yemek yerken nasıl sevdiğiniz yemekleri tercih ediyorsanız, içki içerken de bir içkiyi seçmenizin nedeni o içkinin tadını sevmeniz olmalıdır. Yemek ile içki uyumu üzerine birçok kural olduğu söylenirse de, bunları bir tabu haline getirmenin yararı yoktur. Neticede kuralları koyanlar genellikle belirli içkileri sevenlerdir ve bu kurallar konusunda lüzumsuz derecede fanatik olurlar. Kebapla ne içilmesi gerektiği konusu buna iyi bir örnektir. İstanbullular kebapla 30 yıl kadar önce tanıştıklarından beri, balık lokantalarından alışık oldukları uzun meze sofralarını kebabın önüne koyuverdiler. Meze denilince ilk akla gelen rakı olduğuna göre, rakı bir anda kebap sofralarının gözdesi haline geldi. Ama rakılarını yudumlayarak yedikleri mezelerden sonra önlerine gelen bol baharatlı, acılı bir Adana kebabının yanına yoğun anason kokulu rakının ne kadar yakışıp yakışmadığını çözemediler. ‘Kırmızı ettir, yanında kırmızı şarap içelim’ diyecek oldular, kebapçılarda 25 derece civarında olan oda sıcaklığında ılık şaraplarını acılı kebaplarının yanında yudumlayınca bunaldılar. Zamanla Şiraz gibi baharlı şarapların bile kebabın yanına yakışmadığını gördüler. Kebap aslında tek başına hakkı verilerek yenmesi gereken bir yemektir. Öncesinde birkaç mezeden tadımlık yenildikten sonra, yani meze sofrasında soğumadan, içindeki yağ donmadan, daha suyu üzerindeyken tadı çıkarılması gereken bir yemektir. Yanına en yakışacak içki ise buz gibi bir biradır. Acılı bir kebap yiyorsanız, içtiğiniz biranın renginin koyulaşmasında yarar vardır. Yanık karamelize arpa tadının kebabın baharatlarıyla uyumu muhteşem olur. ‘Kebapla bira mı olur’ diye hemen burun kıvırmayın, Almanlar’ın dediği gibi bira sıvı ekmektir, ekmekle, pideyle yediğiniz (nedense İskender kebabın dışındaki) her yemeğin yanına yakışır. Yeter ki denemeye hazır olun, lezzet dünyanızın sınırlarını başkalarının koymasına izin vermeyin.
Nispeten yeni bir Amerikan icadı olan basketbol dışındaki severek seyrettiğimiz neredeyse bütün sporlar, futbol, rugby, tenis, golf bu adadan çıkmış ve önce bir zamanlar üzerinde güneş batmayan imparatorluklarının topraklarına, sonra da dünyaya yayılmış. Kriket gibi bize yabancı olan İngiliz icadı sporlar da eski sömürgelerde hâlâ oynanıyor ve on binlerce seyirci tarafından seyrediliyor. Durum içki dünyasında da farklı değildir. Viski İskoçya’dan bütün dünyaya yayılmış, cin gibi bir Hollanda icadı olan içki de İngilizler marifetiyle dünya çapında üne kavuşmuş, hatta onlarla özdeşleşmiştir. Konyak bile dünya çapında tanınmaya ve sevilmeye 18. yüzyılda Londra cafe’lerinde moda olduktan sonra başladı. Bordeaux şaraplarının değeri de ilk olarak İngilizler tarafından anlaşıldı. Renginden dolayı kısaca Claret dedikleri bu şarabı o kadar sevdiler ki, üretimin çoğunu imparatorluklarına ithal etmeye başladılar. Sherry, Port ve Madeira gibi ünlü İspanyol ve Portekiz tatlı şaraplarının çoğu da İngilizler tarafından üretildi ve içildi. Hatta Osborne, Sandeman, Graham, Taylor gibi bilinen sherry ve port markaları İngiliz kurucularının adlarını taşır. Aynı ünlü Hennessy konyağının adının İrlandalı kurucusundan miras kaldığı gibi. Hal böyle olunca İngilizler’in içkilerin nerede ve nasıl içilmeleri gerektiği hakkında söyleyecek çok şeyleri var. Kırmızı şarapta eşlik Bu haftaki yazımın yarısını kaplayan bu girişin elbette bir sebebi var. Efendim, Reha Muhtar “Kadınlar rakı erkeklerini sevmezler” diye bir yazı yazmış, gazetemizin yazarlarından Tuğçe Baran da “Rakının ağızda bıraktığı koku çok daha hoştur, kırmızı şarabın ağızda bıraktığı koku ve tat ne yazık ki iyi değil” diye itiraz edivermiş. Rakının ağızda bıraktığı tadın ertesi gün ağzınızdaki misafirliğini sürdürdüğünü şahsi tecrübelerimden söyleyebilirim. Bunun iyi bir şey olup olmadığı rakıyı ne kadar sevdiğinizle bağlantılıdır. Ama bu biraz uzun bir konu olacak, onun için masada kiminle ne içilir, Reha Muhtar’ın “Kadın kırmızı şarapta erkeğe mutlaka eşlik eder” tespitinin aksine “erkek şarap içerken, kadın ona rakı içerek eşlik edebilir mi”yi önümüzdeki haftaya bırakıp yazının başına, yüz yıl öncesinin İngiltere’sine dönelim. O zamanlar yemeklerde genellikle Claret başta olmak üzere şarap içilirdi. Reha Muhtar yazısına “Kadın kalktı mı masa biter” diye nokta koymuş, ama o zamanlar yemek bittiğinde kadınlar masadan kalkar ve “drawing room”, yani çekilme odası adı verilen bir odaya “çekilirlerdi”. Onlar orada kadınlar bir arada iken ne konuşurlarsa onları konuşurken, masadaki beyefendiler bir hizmetkâr tarafından getirilen port şarabını yudumlamaya başlar ve önlerindeki karafta ışıldayan şaraba saygısızlık etmemek için ancak ilk kadeh portlarını bitirdikten sonra purolarını yakarlardı. Yani kadın kalktı mı, masa bitmezdi! Ama neyse ki artık “Kadın kalktı mı masa biter” diye bir sorunumuz yok ve bunu tartışmanın da pek anlamı yok. Çünkü 21. yüzyıl kadınları yemek bitip sıra port içmeye gelince masadan kalkmıyor. Hatta benim bazı arkadaşlarım gibi (onlar kendilerini bilirler) büyük bir keyifle eşleri ve arkadaşlarıyla beraber portlarını yudumluyorlar. Böylesi de, bana sorarsanız, çok daha güzel oluyor.
Okurlarım arasından bana katılmayanlar olabilir, ama kış içkilerinin en iç ısıtanları Avrupa’nın en kuzeybatı ucundaki her yerden uzak bir ülkede, İskoçya’da yapılır: Malt viski. İskoçlar “İyi viski soğuk havada yapılır ve soğuk havada içilir” derler. Onlar soğuğa alışıktırlar. Evlerinin kapısından çıkıp yüzlerine kırbaç gibi vuran kuzey rüzgarını yediklerinde derin bir nefes alır ve “fresh” (taze) diye haykırırlar. Geçtiğimiz yüzyılın başlarına kadar İskoçya’da kadınlar dahil sabah evden çıkmadan önce büyük bir yudum viski içmek gibi bir adet olmuş olmasına şaşmamak gerekir. O devirlerde evlerde kapının hemen içinde, portmantonun yanında bir karaf içinde viski ve birkaç bardak bulundurulurmuş, postacı başta olmak üzere evin kapısını çalanlar içlerini ısıtabilsinler diye. Kışın soğuklarla birlikte gelen yağmuru da yiyince akla gelenler malt viskiler ise ada viskileri olur. Bunlar deniz kenarındaki mahzenlerde yıllandırılırken geçirdikleri sürede denizin tuz ve iyot kokularını içlerine sindirirler. Buna bir de yapıldıkları arpanın turba ateşi üzerinde kurutulurken içine sinen is kokusunu eklerseniz, tek kelimeyle nefis olurlar. İskoçya’nın batı sahillerinde Atlantik Okyanusu’nun dalgalarının kış boyunca sürekli dövdüğü bu adalarda yapılan malt viskilerin tatlarına alışmak zordur. Bir içki yazarının dediği gibi “Onlara ya bayılırsınız, ya da nefret edersiniz.” Ama sevmekte ısrar eder ve onlardan ilk tadıştan sonra vazgeçmezseniz, o zaman Lagavulin, Laphroaig, Bunnahabhain ve Talisker gibi Keltçe isimler taşıyan şişeler içki dünyanızın olmazsa olmazları arasında yer alıverirler. İskoçya’nın viski adaları arasında en ünlü olanı 3 bin 500 nüfuslu Islay Adası’dır. Islay’daki yedi malt viski damıtımevinden Bowmore, Lagavulin ve Laphroaig gibi dünyaca ünlü olanlarının viskilerini bir zamanlar ülkemizde bulabiliyorduk. Şimdi ise sadece onlar kadar yoğun Islay karakteri taşımayan, vahşilikleri nispeten terbiye edilmiş Bunnahabhain ve Caol Ila içki dükkanlarının raflarını süslüyorlar. Diğer adalara gelince; volkanik Cuillin tepelerinin dramatik bir güzellik verdiği Skye adasının malt viskisi Talisker ile İskoçya’nın en kuzeyindeki okyanustan esen rüzgarların ağaç bile yetişmesine izin vermediği Orkney adasının malt viskileri Highland Park ile Scapa, Türk viskiseverlerin buralarda bulabilecekleri diğer malt viskiler. Talisker ile Highland Park ne yazık ki artık eski yoğunluklarında değiller. Eski Talisker’den bir yudum aldığınızda adeta damağınızda infilak ederdi. Şimdi Duty Free Shop’larda bulabileceğiniz 18 yıllığı aynı lezzeti veriyor, ama 10 yıllığı da her şeye rağmen hâlâ Talisker, aynı artık eski lezzetlerinde olmamalarına rağmen hâlâ görkemlerini ısrarla içlerinde saklamaya çalışan 12 ve 18 yıllık Highland Park’lar gibi! Epeydir malt viski yazısı yazmamıştım, ama doğrusunu isterseniz yazdığım kelimeler bile içimi ısıttı. Şimdi dışarıya çıkıp hava “fresh” mi diye bakacağım. Öyle ise, kendime de, sizlere de bir Pazar yürüyüşünden sonra birer Talisker veya o kadar da üşümediyseniz Caol Ila önereceğim.
Sevgili doktorum İlyas Tokatlı ne kadar itiraz ederse etsin, kırmızı eti gördüm mü dayanamam. Hal böyle olunca, İstanbul’da epeydir ihmal ettiğim bir şeyi, bir de Ahmet Örs ve Kenan Erçetingöz tarafından teşvik edilince geçen hafta yapmaya karar verdim. Armutlu’daki “dry aging” metoduyla 28 gün dinlendirdiği etleriyle kısa sürede haklı bir üne kavuşan Dükkan’ın sahibi Emre Mermer, kasap dükkanının yanında bir de steak house açtı. İddiasız bir dekor, tahta masalar küçük bir terasa taşıyorlar, ortada dev bir ızgara, etler önünüzde pişiyorlar. Ahmet Örs ve Kenan ile son et ziyafetimiz Brooklyn’deki Peter Luger’deydi. Peter Luger, 20 küsur yıldır Zagatt tarafından New York’taki en iyi steak house seçiliyor. Dolayısıyla üçümüzün de bu konudaki standartı oldukça yüksekti. Kenan önceden gelmiş, Steak House’daki diğer karnivorların arasında yerini almıştı. Yanına oturduk. İlk gördüğümüz şey masanın üstündeki dev salata kasesiydi, isteyen oradan salatasını alabiliyormuş, ama doğrusunu isterseniz biz pek ilgilenmedik. Tam aramızda ne yiyelim diye tartışırken, Emre Mermer geldi ve bir çok restoran sahibinin yaptığı gibi “bana bırakın” dedi. Benim aklım daha önce Sunset’te yediğim Dükkan’ın Porterhouse’unda idi, ama Emre “T-Bone ve dana pirzolası” dedi. Bir de “bunu tatmalısınız” diyerek görünüşte Kobe beef gibi “marbled”, yani içinde mermerin damarları gibi yağ çizgileri olan bir bonfile getirdi. Ama bonfile ne yazık ki sert çıktı. Emre de hayal kırıklığı ile “hayvan işte, bazen böyle çıkabiliyor, bu işin zorluğunu görün” diye söylendi. T-Bone ile dana pirzolasının alındığı hayvanlar ise tabiri caiz ise, “adam gibi hayvanlar” çıktılar. Her iki steak de, Peter Luger’i aratmayacak yumuşaklıkta ve lezzetteydiler. Daha önemlisi, ağzımızı ıslatacak kadar suluydular. Pişme derecesine gelince, Emre Mermer onu sormuyor bile, etiniz önünüze tabii ki, “rare”, yani az pişmiş olarak geliyor. Steak’lerimizin yanında aynı Peter Luger’deki gibi yaptığımız gibi Brooklyn Lager içtik, sanki rüya aleminde gibiydik. Emre burnunuzun kemiğini sızlatan bir hardal da yapmış, ama bu ete hardal koymak gibi bir gaflette bulunmaya niyetimiz yoktu. Bu arada masaya tatmamız için gelen hamburger de yediklerimin en iyilerindendi. Tatlıya yer kalmamıştı, ama ilgilenenler için ızgarada ananas yapıyorlar. Aynı gün akşam yemeğine ise kalp doktoru arkadaşım Genco Yücel’in evine davetliydik. Genco’nun eşi Esra yemek yapmayı pek sever. Et sevdiğimi bildiğinden sağ olsun gitmiş Dükkan’dan dana pirzolası almış. Tabaktaki devasa eti görünce “şaka olmalı” diye düşündüm. Ama bir karnivor için fark etmez, et öğlen yediğim kadar ki kadar yumuşak ve lezzetliydi. Yanında da bu sefer Brooklyn Lager değil, bir Avustralya Şirazı içtik. İkisi de nefisti. Emre Mermer’in Steak House, Armutlu (0212-277 38 48)TEOMAN HÜNAL
Geçtiğim hafta da İstanbul’daydı ve Ritz-Carlton otelinde bir Şili şarapları tadımı yaptı. Tadılan altı şaraptan 2007 rekoltesi, burunda hoş ve temiz bir kokusu olan, damakta asiditesi yüksek bir limonsu tat bırakan, gençliğini ve diriliğini hissettiren Montes Sauvignon Blanc ile Cabernet Sauvignon-Merlot-Syrah kupajı Sideral Altair 2003 en dikkat çeken beyaz ve kırmızı idiler. Nimbus Estate Merlot ise yeni dünya Merlot’larının rahat içimleriyle fazla ciddiyet aramayacağınız iyi öğlen yemeği şarapları olduğunu gösteriyordu. Ama tadım hemen başlamadı. Önümüzde dizili altı kadehe tadacağımız şarapların konmasını beklerken Pascual Ibanez lafı uzattıkça uzattı. Hangi yemeklerle hangi şarapların içilmesi, şarabın nasıl servis edilmesi gerektiği, garsonun şarabı kadehe doldururken eliyle etiketini kapatmamaya dikkat etmesi derken, konu aperitif olarak içilecek şarap ve içkilere geldi. Benim dikkatim de önümdeki boş kadehlerden Pascual’ın söylediklerine gitti. Aperitif, Latince aperire’den gelir ev Türkçe’de açmak veya başlamak anlamına gelir. İyi bir aperitif iştah açmalı ve aç karına içileceği için yüksek alkollü olmamalıdır. Bundan 7 yıl önce yazdığım bir yazıda “Bildiğim en iyi aperitiflerden birisi soğuk bir biradır” diye yazmışım. Bu fikrim aradan geçen yıllarda değişmedi. Onun için şimdi bir şarap tadımında karşımda duran şarap uzmanı “İyi bir bira şarap kadar asil olabilir ve en iyi bir aperitiflerden birisidir” deyince kulaklarıma inanamadım. Yanımda oturan başka bir şarap uzmanı, ama aynı zamanda sıkı bir birasever olan Randy Mays ile bakıştık, o da benimle aynı şeyi duymuştu. Benjamin Franklin’in “Bira, Tanrı’nın bizi sevdiğinin bir ispatıdır” sözünü hatırladık. Pascual Ibanez’in önerdiği tek aperitif tabii ki soğuk bir bira değildi. Çoğumuzun, özellikle hanımların düşündüğü gibi beyaz şaraplar da önermedi. Şilili someliyeye göre ille de şarap içecekseniz, Martini veya Cinzano gibi vermutları, İspanya’nın ünlü tatlı şarabı şeriyi, özellikle Jerez yerine deniz kenarındaki Sanlucar de Barrameda’nın hafif tuz ve deniz havası kokan şerilerini tercih etmelisiniz. Bir de aperitif denilince Campari başta olmak üzere İtalyan bitterleri de unutulmamalı. Campari sıcak bir öğleden sonra deniz kenarında portakal suyu ile muhteşem olur, ama aperitif olarak alındığında çok doyurucu olmaması için soda ile denenebilir. Sert alkollü içkilere gelince, orada da memnuniyetle gördüm ki Senor Ibanez ile aynı fikirdeydik. İçinde iri kesilmiş limon dilimleri (ve bulabilirseniz Bodrum mandalinaları) yüzen bir cin tonik en iyi aperitiflerin başında gelir. Aperitifler akşam yemeğine başlama içkisi oldukları için birer tane içilmelidirler. Gittiğiniz yerde içebileceğiniz gibi evde eşinizin giyinmesini beklerken de bir aperitif alabilirsiniz. Ancak ikinci durumda unutmamanız gereken şey, alkol kontrolü ile sadece yemekten dönerken değil, giderken de karşılaşabileceğiniz olmalı.
Onlarca kitap ve yüzlerce yazı ile bira dünyasının zenginliğini önümüze seren “bira avcısı”nın ölüm haberini aldığımızda yeme içme yazarlarından oluşan bir grup, Almanya’nın Bamberg kentinde Aecht Schlenkerla birahanesinde aynı adı taşıyan efsanevi isli birayı yudumluyorduk. Aecht Schlenkerla, Michael Jackson’un “hakkında kitap bile yazabilirim” dediği biralardan birisiydi. Schlenkerla 1678 yılından beri Bamberg’de üretiliyor. Rauchbier, yani isli bira denilmesinin nedeni, maltın kurutulmasında yakılan odunun kokusunun biraya sinmesi. Lagavulin ve Laphroaig gibi yoğun is kokulu ada malt viskilerini andıran bir kokusu, malt ve şerbetçiotu tadının karamel aromalarının arasından sıyrıldığı yoğun lezzeti var. İlk içildiğinde yadırgansa bile, bu kestane rengindeki bira, aynı ada malt viskileri gibi şans verilince ikinci bardakta kendisini sevdiriyor. Bamberg dünyanın en çok bira içilen şehri olmalı. Türkiye’de kişi başına yılda 11 litre olan bira tüketimi, Almanya’da 120, Bamberg ve civarında ise 300 litre, yani neredeyse kişi başına günde bir litreye yakın.464 yıllık lezzet Bamberg’e Weimar’dan gelmiştik. Goethe’nin, Schiller’in şehri Weimar’ın yakınlarındaki Bad Köstritz kasabası da siyah birasıyla ünlü. Schwarzbier, yani siyah bira, diğer esmer biralara benzemiyor ve kendi başına bir bira kategorisi olarak kabul ediliyor. 1543 yılından beri üretilen Köstritzer, Alman İmparatorluğu zamanında asiller tarafından tercih edilen bir biraydı. Doğu Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet bloğunun kontrolüne geçince, devletleştirilip sıradan bir bira halini almış. Almanya’nın tekrar birleşmesinden sonra ülkenin en prestijli markalarından Bitburger, bu nevi şahsına münhasır biraya kıyamamış olmalı ki, Köstritzer’i satın alıp savaş öncesindeki kalitesinde üretmeye başlamış. Zarif bir şerbetçiotu burukluğunun önünde bitter çikolata ve yanık arpa kokuları dikkat çekiyor. Çok rahat içimli, lezzetli bir bira. Ancak ne yazık ki, Bitburger ülkemize ithal edilmesine rağmen aynı şirketin birası olan Köstritzer nedense edilmiyor. Başka bir bira yazarı Tim Webb eskiden sadece ale içip, lager biraları içmediğini itiraf ettikten sonra ekliyor: “Köstritzer ve Schlenkerla gibi biralar bana fikrimi değiştirtti.” Gerçekten de bu tarz biralar, bazen küçümsenen bira dünyasının aslında ne kadar zengin olduğunu gösteriyor. Bad Köstritz ve Weimar, Leipzig’e, Bamberg ise Nürnberg’e sadece bir saatlik mesafedeler. Almanya nedense turistik seyahatler için pek aklımıza gelmeyen bir ülke. Oysa Ortaçağ’dan kalma adeta peri masallarının sayfalarından fırlamış çok iyi korunmuş kentleri, muhteşem bir kültür mirası, dünyanın en iyi beyaz şaraplarından bazıları ve birbirinden lezzetli binden fazla bira ile size tat farkları yaşatabilecek iyi bir uzun hafta sonu tatili alternatifi.
Gusto dergisi Ekim sayısında “Rengarenk Yudumlar” başlığıyla bir likör tadımı yapmış ve Türkiye’de bulabileceğiniz ithal ve yerli likörleri tadım notlarıyla bir sıraya koymuş. Amaç “Bayramda likör içilir mi, içilmez mi”den çok, “hangi likör içilir” sorusuna bir cevap bulmak olmuş. Gusto’daki tadıma göre Türkiye’de bulabileceğiniz en iyi likör Bailey’s. Katılmamak pek mümkün değil. 30 yıl kadar önce üç İrlandalı kafadarın icadı olan Bailey’s, İrlanda viskisi ile kremanın karışımı. Dünya çapında bir marka haline geldikten sonra milyonlarca dolar karşılığında dünyanın en büyük içki şirketi Diageo tarafından satın alınmış. Bailey’s belki de bütün likörler arasında ağızda en hoş tat bırakanıdır. Duty Free Shop’larda karamel ve naneli yeni çeşitleri de bulunabiliyor, ama doğrusu klasik Bailey’s yanında veya içinde hiçbir şey istemiyor. Kokteyl sevenler için öneriler İkinciliği yazarınızın da pek sevdiği Grand Marnier almış. Grand Marnier en renkli likörlerden biridir. Işıltılar saçan kehribar rengi ve konyağın arasından sıyrılıp damağınızı sıvayan turunç lezzetleri ile tek kelimeyle muhteşemdir. Paris’te sokak kenarlarındaki krepçilerde şekerli krepin üzerine serpiştirildiğinde kaç tane krep yiyebileceğinize şaşırmanıza neden olabilir. Grand Marnier, krepin dışında kek ve tatlıların içinde de kullanılır. Bu ikiliyi bariz bir puan farkı geriden İtalyanların buram buram badem kokan Amaretto di Saronno’su izliyor. Dördüncü Sheridan’s ile beşinci kahve likörü Kahlua’yı listenin ilk Türk likörü Hare izliyor. Hare’nin krema ve Türk kahveli likörü bayram öncesi Mey İçki’nin likör sevenlere güzel bir sürprizi oldu. Gusto’nun Türkiye’deki en iyi likörler listesindeki en büyük sürpriz ise Fransızların ünlü portakal likörü Cointreau’nun ilk ona girememesi olmuş. Oysa Cointreau, tekila ve limon suyunu olağanüstü bir gayret ile dengelediği Margarita başta olmak üzere birçok kokteyli zenginleştirdiği gibi, birkaç buz tanesi ile kendi başına da keyifle içilebilecek bir likör. Ne var ki Gusto’nun tadımcıları öyle takdir etmişler. 13. sırada yer alan Malibu da ilk 10 arasında yer alamamış. Ama rom ve hindistan cevizi, daha doğrusu tropikal tatları ve kokteylleri sevenlerin vazgeçemediği Malibu bu sıralamadan pek etkilenmez. Daha önce tatmadıysanız, çeyrek ölçek Malibu, çeyrek ölçek beyaz rom ve yarım ölçek ananas suyunu bol buz ile karıştırıp yapabileceğiniz bir Barbancourt Haiti Punch, bu likörün nelere kadir olduğunu size gösterebilir. Ama biz kokteyllere geçip konuyu dağıtmayalım. Zaten bayramda misafirlerine likör ikram etme geleneğini sürdürmek isteyenlerdenseniz, o zaman Gusto’nun sıralamasından ziyade, eskiden olduğu gibi ev yapımı bir vişne likörü veya Hare’nin nane ile ahududu gibi bildiğimiz tatlara sahip likörlerini tercih edebilirsiniz.
Ulusal Parkinson Vakfı, Londra’daki evinde geçirdiği bir kalp krizinde hayatını kaybeden dünyanın en tanınmış bira ve viski yazarının ardından bütün Amerikalıları kadeh kaldırmaya davet ediyor. Sadece Amerika’da değil, bütün dünyada, bira ve viski seven, üstadın eserleri sayesinde bu dünyanın zenginliklerini keşfeden birçok insan bu akşam Michael Jackson için kadehlerini kaldıracak. Michael Jackson 1980’li yıllarda Beerhunter (bira avcısı) adlı TV programı ile milyonlarca seyircinin bira ile ilgili düşüncelerini değiştirmelerini, biranın çok kişinin sandığı gibi tekdüze bir içki olmadığını görmelerini sağladı. Biranın şaraba gösterilen saygıyı hak eden bir içki olduğunu anlatmak için kitaplar, makaleler yazdı, biraya olan aşkını bütün samimiyetiyle kağıda döktü. Bütün dünyayı bitmek bilmeyen bir enerjiyle dolaştı. TV programı ile olduğu kadar yazılarıyla da biraseverler tarafından çok iyi tanınıyor ve gittiği bira festivallerinden bir pop yıldızı gibi ilgi görüyordu. Dünyanın en iyi biralarıŞubat ayında Gusta buğday birasının lansmanı için İstanbul’a gelmişti. Feriye Lokantası’nda yediğimiz öğlen yemeğinde “Dünyanın en iyi biraları hangileri” diye sorduğumuzda, bir İngiliz olmasına rağmen tereddütsüz “Belçika ve Amerikan biraları” diye cevap vermişti. Belçika’yı köy köy gezmiş, bütün biraları tatmış ve özellikle manastırlarda üretilen Trappist biralara hayran olmuştu. İstanbul’a geldiğinde pençesine yakalandığı Parkinson hastalığı ilerlemişti, ama Belçika biralarından bahsederken, gözlerinde hemen bir parıltı beliriyordu. Dünyanın en iyi biralarını sayarken başka ülkelerin tek tük biralarının arasında 10 Belçika birasını ardı ardına sayıvermişti. Belçika biralarına olan ilgisi başkaydı. Great Beers of Belgium (Belçika’nın Büyük Biraları) yazdığı yedi bira kitabından tek bir ülkeye ve biralarına adanmış olan tek kitap. Michael Jackson bira kadar viskiye, daha doğrusu malt viskiye de tutkundu. 1990’lı yıllarda malt viskiler yüzlerce yıldır saklı oldukları İskoçya vadilerinden dünya piyasalarına çıktıklarında, viskiseverlerin bu yeni viskileri tanımalarına gene o yardımcı oldu. Malt Whisky Companion adlı eseri yüzün üzerindeki malt viskinin bölgeleri, özellikleri, tadım notları ile uzun yıllar bu satırlarının yazarının da aralarında olduğu malt viskiseverlerin elinden düşmedi. Whisky adını taşıyan son viski kitabı ise dünyanın bütün önemli damıtımevlerinin ve viskilerinin anlatıldığı ve bu asil içki ile ilgili bilmeniz gereken her şeyi kapsayan bir başyapıt. Onun için bu akşam saat 9’da elinizde bir kadeh varsa, Michael Jackson için kadeh kaldıracak olan yüz binlere katılın derim. O anda içmiyorsanız bile, bu olağanüstü kişi için bir gülümseyin. Yaşamdan daha çok keyif almamıza yaptığı katkı ile o gülümsemeyi fazlasıyla hakediyor.