Yirminci yüzyılın ilk yıllarında yaklaşmakta olan Dünya Savaşı’nın kara bulutlarının altında Avrupa’nın Londra, Berlin ve Paris gibi başkentlerinde bohem bir yaşam devam ediyordu. Bankalar Caddesi’ndeki Osmanlı Bankası Müzesi’nde 31 Aralık’a kadar bu yıllarda Paris’te yaşayan Osmanlıların yaşantılarını anlatan “1908 İhtilaline Doğru Osmanlıların Paris’i” sergisi var.
1831 yılında ilk Osmanlı talebelerinin Paris’te okumaya gitmeleriyle başlayan hikaye II. Abdülhamid döneminde Paris’e sürgüne giden Jön Türkler ile devam ediyor ve bu şehre duydukları hayranlık ile gördükleri karşısındaki şaşkınlığı anlatıyor. Abdülhak Şinasi “Paris’i aşkını duyduğumuz bir vücut ve bir ruh gibi severdik” derken Yahya Kemal, Paris’teki talebelik günlerinde bu şehre hayranlığını “memleketi bir zindan, Avrupa’yı nurlu bir alem gibi görüyordum. Bilhassa Paris hayalimin fevkinde bir yıldız gibi parlıyordu” diye kağıda dökmüş. Paris’te o yıllarda yaşam İstanbul’dan çok farklıydı. Sokak kahvelerinin şimdi olduğu gibi o yıllarda da Parislilerin yaşamında önemli bir payı vardı. Paris’teki Osmanlılar da buralarda oturmaktan zevk alıyorlardı. Ahmed İhsan 1890 yılında Paris’teyken bu alışık olmadığı manzarayı anlatmış: “Hava güzel olduğu zaman her kahvehane önündeki yaya kaldırımının yarısına kadar sandalye ve masa dizildiğinden oraları kamilen seyirciler (herhalde müşteriler demek istiyor) ile dolar. Hakikat-i halde bulvardaki kahvelerden birisinin önüne oturup geleni geçeni seyretmek kadar bir ecnebinin nazar-ı dikkatini celb edecek şey azdır.” Sonra da bu kahvelerde “kadın ve erkeklerin pek karmaşık bir halde zaman geçirdiklerini” dehşet içinde müşahade etmiş! Yahya Kemal kahvelerdeki manzarayı daha sempatik bulmuş olmalı ki, çok daha keyifli anlatmış: “Quartier Latin’de hür bir insan olduğum orada cıvıldaşan binlerce gence karışacağım o günün akşamı, ilk defa d’Harcourt kahvesine girdim. Bir kanapeye oturdum; bir sütlü kahve ısmarladım; etrafıma bakıyorum. Şapkalı, kasketli, siyah kadife bereli yüzlerce talebe, kimi sarışın, kimi esmer, harc -ı alem birçok kadınlar masaların etrafını tutmuşlar, bira ve sütlü kahve içiyorlar, sandviç yiyorlar, laubali şakalarla konuşuyorlar, bir masadan bir masaya dolaşıyorlardı; hepsinin tasasız olduğu, hepsinin kayıtsız bir ömür sürdüğü, hepsinin birbirini az çok tanıdığı anlaşılıyordu.”
Yemeğe gelince, 1860’lı yıllarda paşalar, şehzadelerden oluşan Paris’in Osmanlı ziyaretçileri yüzyılın sonuna doğru yerlerini parasız talebe ve sürgünlere bırakmıştı. Onların da yemek yedikleri yerler genellikle ucuz restoranlar, oluyordu. Necmettin Arif bey 1904 yılında bunları yeme içme yazarı gibi kağıda dökmüş: “Paris’de bir defalık yemek için muhtelif ve hatta çok gali fiyatlarda lokantalar mevcut ise de bir tilmiz o gibi yerlere gidemeyeceğinden acemilik giderilinceye kadar ya 39 Bulvar Sen Mişel’de Veber lokantasında iki frankla yemek yenebilir. Daha iyicesi bittabi daha pahalı olarak yine başka renk kırmızı boyalı Bouillon Boulant yazılı lokantaya gidilir ki oradan üç, üç buçuk, dört frankla çıkılır. Bu lokantalarda alakart, yani listede yazılı yemeklerin fiyatları da yanlarında yazılı bulunduğundan, hesap eyleyebilir.”
O yıllarda Paris’te yaşayan her Osmanlının hayranlık duyduğunu iddia edemeyiz. Mustafa Said bey 1898 yılında bulunduğu Paris’e notunu hemen vermiş: “Paris hayatı denilen ahval bu kahvehanelerdeki rezailden ibaretdir ki bu merkez-i medeniyet addolunan şehr-i şehiri bir fuhuşhane-i beynelmilel derekesine tenzil ediyor.”
“Osmanlıların Paris’i” imparatorluğun son yıllarından insan manzaraları sunan, o devirlerde neler düşünüp, neleri beğenip, neleri yadırgadığımızı gösteren çok güzel ve bunu her sergi için söylemek zor, ama eğlendirici bir sergi. Özellikle seyahat etmekten ve yeme içmeden hoşlanıyorsanız mutlaka gezmelisiniz.
Osmanlıların Paris’i sergisi
“1908 İhtilaline Doğru Osmanlıların Paris’i”
Haberin Devamı