Avrupa'nın en önemli müzelerinden Prado ile onun kadar çok değilse de onun kadar önemli olan eserlere ev sahipliği yapan Thyssen-Bornemisza Müzesi, geniş bulvarlar, harika parklar, eski şehrin labirent gibi dar sokaklarında dolaşırken birden karşınıza şıkan küçük meydanlarıyla Madrid çok keyifli bir şehir. Üstüne bir de bizim konumuz olan yeme içme de Avrupa'nın en ilginç şehirlerinden birisi. Madrid'in artık biraz turistik olsa da en ilginç restoranlarının başında 1725 yılında açılmış olan ve dünyanın en eski restoranı kabul edilen Botin geliyor. Duvarlar Madrid’deki birçok restoran gibi fayanslar ile kaplı, beyaz masa örtüleriyle aynı kumaştan beyaz ceketler giymiş garsonlar dekoru tamamlıyorlar. Botin’de süt kuzusunun tadına da bakmalısınız. İspanyol şarapları denilince akla ilk gelen bölge Rioja'dır, ama son yıllarda ona ciddi bir rakip olarak ortaya çıkan Ribera del Duoro'nun kırmızılarını da akılda tutmakta yarar var. Bir de yemeğinizden önce Ayşe kadın fasülye (İspanyolcası ne acaba?) ve enginar kalbi gibi kızartılmış sebzeleri ihmal etmeyin dedikten sonra, Botin'deki yemeğinizi içi krema doldurulmuş Bartollilos de Madrid ve Lepanto gibi hem lezzetli, hem de çok rahat içimli bir İspanyol brendisi ile taçlandırmanızı öneririm.PASTANELERİ VE TATLILARI ÇOK ÜNLÜMadrid'in pastaneleri ve tatlıları çok ünlü. En ünlüleri ise Puerta del Sol'deki La Mallorquina. 1894 yılında kurulmuş olan bu pastanedeki diğer tatlıları, pastaları da deneyin, ama mutlaka içi kenarlarından taşacak kadar kreme ile doldurulmuş bir pepito de crema yiyin, pişman olmazsınız. Ama Madrid'de, hatta İspanya'nın neresinde olursanız olun, mutlaka yemeniz gereken tabii ki "tapas"!TAPAS İÇİN EN İYİ YERLER ŞEHRİN KÜÇÜK MEYDANLARIİspanyollar öğle yemeğinden sonra öğleden sonra uykusuna yatıp saat altı gibi bu meydanlardaki tapas barlarını dolduruyorlar. Bar tezgahının üzerine dizili tapas’dan, yani küçük mezelerden seçip yanında bira veya bazen de şeri veya şarap içiyorlar. Tapas için en iyi yerler eski şehre serpiştirilmiş küçük meydanlar. Plaza Mayor'a birkaç yüz metre mesafedeki Plaza Santa Ana çok canlı bir meydan, sokaklara atılmış masalar her daim dolu, insanlar güneşin, biralarının, masalarındaki yemeklerin keyfini çıkarıyorlar. Meydanın bir kenarındaki Cerveceria Alemana çok iyi bir tapas barı. Tadanlar bilir, “jamon iberico”, yani İberya jambonunun iyileri en iyi İtalyan prosciutto’larından daha lezzetli olabilir ve bir tapas sofrasının olmazsa olmazıdır. Jamon dışında karışık yeşil zeytin tabağı, chorizo sosisi, kızarmış kalamar, boquerones (sardalye) ve mutlaka albondigas (domates soslu küçük köfteler) masanızda yer almalıdır.
Yetmişli yıllarda Talimhane’de bir Çin lokantası vardı. Caddeden birkaç merdivenle inilen basık tavanlı küçük bir lokanta. Öyle bir adı filan yoktu, sadece Çin Lokantası. Zaten o yıllarda Elmadağ’daki gene sadece ülkenin ismini taşıyan “İtalyan Lokantası” ile vaktiyle Rus devriminden kaçan Rusların açtıkları ve hala varlıklarını sürdüren bir iki Rus lokantası dışında İstanbul’da pek yabancı ülkelerin mutfaklarını temsil eden pek restoran yoktu.Elmadağ’daki Çin Lokantası talebelik yıllarımda bile çok sevdiğim bir restorandı. Yeşil biberli dana eti, tatlı ekşi soslu tavuk gibi Çin yemekleriyle ilk orada tanıştık. Yemekten sonra yeşil çay içildiğini orada gördük. Hatta şef restoranın yöneticisi Yakar bey’in misafirlerini uğurlarken dudaklarından dökülen “şei-şei”in (xiexie) Çince “teşekkür ederim” anlamına geldiğini de orada öğrendik.İstanbul nedense Çin lokantalarını hep sevdi. Gümüşsuyu’nda şehirdeki Çinlilerin pek rağbet ettikleri birkaç Çin lokantası dışında Dragon yıllarca bu zengin mutfağın ülkemizdeki temsilcisi olmaya devam ediyor. Çin mutfağının İstanbul’daki en yeni temsilcisi ünlü Uzakdoğu kökenli otel zinciri Shangri La’nın içindeki Shang Palace ise adı kadar iddialı!Shang Palace insanın kalbine dokunuyorShang Palace bir otelin içinde olmanın rahatlığıyla ferah bir mekan, tipik Çin lokantalarının aksine dekorasyonunda bol miktarda kırmızı renk, fenerler ve ejderhalar kullanılmamış. Zangin bir şarap listesi var, yakında someliyeleri Atakan Esgel’in dediğine göre Uzakdoğu yemekleriyle uyumu çok iyi olduğu için yakında geniş bir bira listesi de hazırlayacaklarmış. Mutfak Olivier Pistre kontrolünde Çinli şef Tony Sum’a emanet. Noodle, yani Çin usulü erişte isterseniz hemen masanızın yanında bir Çinli şef belirip önündeki hamur yumaklarını büyük bir maharetle upuzun eriştelere çeviriyor.Shang Palace’in yıldızı İstanbul’da yiyebileceğiniz en iyi diyebileceğim Pekin ördeği. Masanızda kıtır derisi üstünde bırakılarak servis ediliyor. Fransa’dan ithal ediliyormuş, çok ördek meraklısı değilseniz bile mutlaka tadın derim, çünkü çok hafif ve çok lezzetli. Ördek seviyorsanız ise, yemeniz zaten şart. Bütün mönüyü burada sayacak değilim, ama başlangıç niyetine yediğimiz yağda kızartılmış kadayıfa sarılı karides ile zencefilli somon olağanüstüydü. Çin lokantalarında yemekler masanın ortasındaki bir cam tablada döndükleri için, istediğiniz kadar yemeği, hatta arkadaşlarının kendileri için sipariş ettikleri yemekleri bile tadabiliyorsunuz.Bir de hangi Çin lokantasına giderseniz gidin dim-sum yemeyi ihmal etmeyin. Bu içlerinee sebze, et veya karides doldurulup buharda kaynatılmış zar kalınlığındaki hamur bohçaları ağzınızda lezzet patlamaları yapacaktır. Eskiden Çin’de dim-sum’ı yemek öncesi yerlermiş, kelime anlamı da “kalbe dokunuş” imiş, hani yemek damağınıza dokunmadan bunlar hafiften bir kalbinize dokunsunlar dercesince!Kung Fu hareketleri eşliğinde yeşil çay servisiÇin yemeğinden sonra yeşil çay içmek adettendir, hatta diyebilirim ki Çin dışında Çin’de olduğundan bile daha adettendir. Shang Palace da çay servisi bizim Maraş dövme dondurmacılarını kıskandıracak bir maharetle yapılıyor. Kanton mutfağının farklı bir geleneğiymiş, çayınız bu iş için altı yaşından beri özel eğitim almış olan bir Kung Fu Tea Master tarafından uzun bir ağzı olan bir ibrik/çaydanlıktan Kung Fu hareketleri eşliğinde neredeyse bir metre uzaktaki fincanınıza dökülüyor.
Küçük bir çocukken bazı yaz tatillerimizde İmroz’a giderdik. Homeros’un İlyada destanında adı geçen İmroz’un daha “Gökçeada” olmadığı yıllardı. Benim annem İmrozludur. Doğduğu köy, adanın kuzey sahilinden dimdik yükselen Aya Dimitri dağınının adanın iç kısmına bakan yamaçlarında kurulu olan Tepeköy, eski ismiyle Ağridia’dır. Tepeköy’e on beş dakika mesefedeki İspilya’da hemen dibinden buz gibi bir suyun adeta fışkırdığı dev bir çınar ağacı vardı. Eniştem Angeli Hacudi çok keyifli bir adamdı, bazen hepimizi İspilya’ya götürüp kuzu çevirirdi. Kuzu ateşin üstünde yavaşça dönerken Thio Angeli, dağın eteklerinden topladığı kekikleri yağa bandırıp kuzunun üstüne sürerdi. O kekikle kuzunun kokusu, ateşin çıtırdaması, yaprakların, suyun sesi, karşımızda denizden adeta fırlayan Ege’nin en yüksek adası Samothraki ile birlikte çocuk yaşta hafızama çıkmamak üzere kazınmıştı.Onun için geçenlerde sevgili arkadaşlarımız Ülker ve Mehmet Yaşin “bu sefer de siz bizim tarafa gelin, size Gökçeada kuzusu yedirelim” diyince hiç düşünmeden soluğu Dragos’ta aldım. Adadan kuzu çıkarılması yıllar boyunca yasaktı, ben de zaten son yirmi yılda ‘Gökçeada’ya sadece iki defa gitmiştim. Ülker ile Mehmet’in bizi kuzu yemek için davet ettikleri restoran bir balık lokantasıydı: Parga Balık. Maltepe sahilinde, eski Süreyya Plajı’nın olduğu yerde önünde bir bahçe olan üç katlı taş bir bina. Mehmet Yaşin neredeyse haftada bir orada balık yiyormuş. Restoranın sahibi Cem Köroğlu tam bir balıkla yatıp, balıkla kalkıyor denebilir.Dört saatte odun ateşinde pişiyorÇoğu sabah erkenden kalkıp balıkçı arkadaşlarıyla balığa çıkıyor, kendi yakaladığı balığı restoranın girişindeki tezgaha koyuyor. Mehmet’in dediğine göre canı istavrit çekerse Cem Köroğlu’na söylüyormuş, o da ertesi sabah çıkıp istavrit yakalıyormuş ve bunu neredeyse her tanıdığı müşteri için yapıyormuş.Biz o akşam balık yemedik, ama Parga’nın mezelerinden iyi bir balık lokantası olduğu apaçık ortadaydı. Girişte tezgahın yanında asılı olan kalkanları, hele içerdeki odun fırınını görünce, en kısa zamanda tekrar gelip yemek üzere not ettikten sonra kuzuya konsantre oldum. Çocukluk hasretim İmroz kuzularını neden bir balık lokantasında yediğimize gelince, Cem Köroğlu balık avlamak için gittikleri Gökçeada’dan dönerken bir kaç tane kuzuyu yanında getirmiş. Benim çocukluk hikayelerime aşina olan Mehmet Yaşin de, sağolsun, bize haber vermiş.Kuzu biz Parga Balık’a geldiğimizde dört saattir fırında, odun ateşinde yavaş yavaş pişiyordu. Masaya geldiğinde suyunu altındaki tabağa neredeyse bütün bir ekmeği bandıracak kıvamda bırakmış, etler kemikten tuttuğun anda kendini bırakacak yumuşaklığa gelmişlerdi. Ağzımda suyunu, tadını bırakıp eriyen etin lezzeti ise beni çocukluğumun İmroz’una götürmeye fazlasıyla yetti. Aslında kesinlikle yanına güzel bir kırmızı hakkediyordu, ama biz masamızdaki mezelerin cazibesine kapılıp rakılarımızı yudumlamaya başlamıştık bile. İşin içine rakı girince ortaya tabii ki memleket meseleri de çıkıyor.Artık kasabalara, köyler tekrar eski isimleri verilmeye başlandığına göre, Gökçeada da gene İmroz olacak mı acaba? Bilmem, ama sanki Homeros memnun olurdu gibi...Parga Balık: Turgut Özal Cad 211, Süreyya Plajı, Maltepe. Tel: 0216-3835556
Gazeteci Mark Mill-Weber'in "Mint Juleps with Teddy Roosevelt: The Complete History of Presidential Drinking" (Amerikan Başkanları'nın İçki İçme Tarihi) kitabında anlatıldığına göre Amerikan başkanlarının çoğunun içkiyle araları pek bir iyiymiş.ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger telefon ahizesini eline aldığında canı sıkkındı. Beyaz Saray'ın ünlü teyp kayıtlarına yakalanan olaya göre hattın öbür ucunda devrin İngiltere Başbakanı Edward Heath vardı. Heath, Richard Nixon ile 1973 Arap-İsrail Savaşı hakkında görüşmek istiyordu. Kissinger derin bir nefes aldıktan sonra "Acaba daha sonra arayabilir misiniz" diye sordu: "Başkan biraz sarhoş da!"Şimdiki Başkan Barrack Obama'nın bildiğim kadarıyla içkiyle arası arada bir içtiği bira ile sınırlı. Doksanlı yılların efsane başkanı Bill Clinton, İngiltere veya İrlanda ziyaretlerinde sık sık bir pub'da elinde bir bira bardağı, birasını yudumlarken görüntülenirdi. Obama da bu konuda Clinton'a benziyor denilebilir, çünkü o da zaman zaman elinde bira bardağıyla tipik bir pub müşterisi havasında poz vermeyi seviyor. Clinton ile Obama arasındaki Başkan George Bush içki kullanma hakkını gençlik yıllarında tedavi görecek kadar abartılı kullanmış olduğu için Beyaz Saray'daki sekiz yılında hiç içki içmedi.Ama eskilere bakacak olursak, gazeteci Mark Mill-Weber'in "Mint Juleps with Teddy Roosevelt: The Complete History of Presidential Drinking" (Amerikan Başkanları'nın İçki İçme Tarihi) kitabında detaylı şekilde anlatıldığına göre Amerikan başkanlarının büyük çoğunluğunun içkiyle araları pek bir iyiymiş. İlk başkan George Washington çiftliğinde kendi viskisini damıtırmış ve kendisi bol miktarda içtiği gibi kalanını da satarmış. Washington yemin töreninden sonraki kutlamalarda rom bulundurulması ve en azından bir fıçı romun da romları hala çok ünlü olan Barbados adasından getirilmesi konusunda ısrarcı olmuş.“Eski bir Başkan içmekten başka ne yapabilir?”19. yüzyılın başkanlarından Franklin Pierce 65 yaşında sirozdan ölene kadar her türlü içkiden bol miktarda içiyormuş. Demokrat Parti kendisini 1856 seçimlerinde aday göstermeyince "Eski bir ABD Başkanı oturup içki içmekten başka ne yapabilir ki?" diye söylenmiş. Sonra Abraham Lincoln başkan olmuş. Lincoln'un içki ile arası hiç yoktu. İçki içmediği gibi içenlerden de hoşlanmazdı. Kitaba adını veren Teddy Roosevelt başkanlık konutunu beyaza boyatıp White House olmasını sağlayan başkandır. Tenis oynamayı çok seven Başkan bütün kabineyi Beyaz Saray bahçesine çağırıp nane, şeker ve viskiden yapılan Mint Julep ikram edip, bakanlarla tenis oynarmış. Başka spor sever Başkan, Warren Harding, başkanlığı yirmili yıllarda Amerika'daki içki yasağına rastladığı halde golf çantasına bir şişe viski koyup vuruşlarından önce bir yudum alırmış. Aynı yılların başkanlarından Herbert Hoover ise o kadar şanslı değildi ki muhteşem şarap koleksiyonu karısı tarafından içki yasağı var bahanesiyle şişe şişe teker teker lavaboya dökülmüş.‘Martini güzeldi ama şimdi bir viski alayım lütfen!’Churchill'in ikinci dünya savaşı yıllarında Roosevelt'in hazırladığı Martini'leri tuvalete gitme bahanesiyle orada döktükten sonra boş kadehiyle Başkan'ın yanına dönüp "Martini çok güzeldi Mr President, ama ben şimdi bir viski alayım lütfen" dediği rivayet olunur. Kennedy'e gelince, yakışıklı başkan o yıllarda Bloody Mary gibi moda olan içkilere düşkündü. Yazıya Nixon ile başladık, Nixon ile bitirelim. Chateau Lafite Rotschild'in çok pahalı şaraplarını seven Başkan, Beyaz Saray'daki davetlerde kendi şarabını içerken misafirlerine anlaşılmasın diye peçeteye sarılı şişelerde orta karar bir şarap ikram ederdi. Ne diyeyim, adam hilesiz hiç bir şey yapamıyormuş!
İkinci Dünya Savaşı'nı takip eden yıllarda Avrupa'dan Amerika'ya uçan uçaklar menzilleri yetmediği için İrlanda'nın batı sahillerindeki Shannon Havalimanı'na inip yakıt alırlardı. Aldıkları yakıt okyanusu geçmeye kıl payı yeter, Kanada'nın New Foundland sahilleri gözüktüğünde tekrar yakıt almak için bir de oraya inerlerdi. O yıllarda uçak yolculuğu şimdiki gibi değildi, Amerika'ya uçmaya herkesin parası yetmezdi, transatlantikler hâlâ iki kıta arasında yolcu taşımaya devam ederlerdi.İşte gene o yıllarda Shannon Havalimanı'nda bir cafe-bar varmış; varmış diyorum, çünkü daha benim bile doğmamış olduğum yıllardan bahsediyorum. Şık hanımefendiler ve beyefendiler uçak yakıt alırken orada oturup, Atlas Okyanusu'nun dalgalarının soğuk rüzgarlar eşliğinde dövdüğü İrlanda sahillerinin kemiklere işleyen soğuğunda narin vücutlarını ısıtmak için olacak, birer sıcak kahve veya bir duble viski içerlermiş. Sonra bir gün o bar'da çalışan Joe Sheridan adında bir barmenin aklına bu ikisini, yani kahve ile viskiyi birleştirmek gibi dahiyane bir fikir gelmiş ve ortaya sıcak kokteyllerin en ünlüsü olan Irish Coffee, İrlanda Kahvesi çıkmış.Irish Coffee yapmak çok kolay. Bir duble İrlanda viskisinin içinde damağınızı tatmin edecek miktarda şekeri hafif ısıtarak erittikten sonra kahve bardağınızı üstte bir parmak boşluk bırakacak kadar filtre kahve ile dolduruyorsunuz. Sonra kalan bir parmaklık boşluğu da viskili kahve ile karışmamasına dikkat ederek krem şanti ile dolduruyorsunuz. Krem şantinin kahve ile karışmaması önemlidir, çünkü İrlanda Kahvesi içmenin en keyifli tarafı sıcak kahvenizi soğuk krem şantinin arasından yudumlamanızdır. Irish Coffee'nin İrlanda viskisi yerine rom kullanılarak yapılan Jamaican Coffee veya tekila kullanılarak yapılan Mexican Coffee diye versiyonları da vardır. Bunlarda biraz daha tat versin diye kahve likörü de kullanılır, ama doğrusunu isterseniz hiçbiri Irish Coffee'nin yerini tutmaz.İçinizi ısıtan GlühweinKış aylarında akla gelen ikinci bir sıcak içki de sıcak şarap veya bütün dünyada bilinen Almanca adıyla Glühwein'dır. Glühwein, Ortaçağ Almanya'sında insanların kış aylarında ısıttıkları şaraba çeşitli baharatlarla lezzet vermeye çalışmalarıyla ortaya çıkmış. Orta Avrupa'da Almanca konuşulan ülkelerde "Christkindlmarkt" adı verilen Noel pazarlarında Glühwein içme geleneği günlerimize kadar gelmiştir, hatta insanların sıcak şarapla lezzetli bir şekilde içlerini ısıtmaları Alp dağlarındaki kayak merkezlerinde bile bir gelenek haline gelmiştir.Ama sıcak şarap içmek için ille de Almanya’ya veya kayak merkezlerine gitmek zorunda değilsiniz. Glühwein kolaylıkla evde de yapılabilir. Bütün ihtiyacınız olan birkaç şişe ucuz kırmızı şarap ile bazı baharatlar, meyveler ve tatlı canınız isterse brendi ve/veya rom. Çok temel Glühwein tariflerinde 3-5 şişe vasat kırmızı şarabın içine birkaç dilim portakal kabuğu, biraz şeker veya bal, tarçın çubukları ve karanfil konulması önerilir. Şarap kısık ateşte 10-15 dakika asla kaynatılmadan ısıtılır. Ve sıcak servis edilir ki amacına ulaşsın, içinizi ısıtsın. Ünlü İngiliz şarap yazarı Jancis Robinson, Glühwein için tek bir şey söylüyor: “Onun tek görevi vardır, o da sıcak olmak.” Ama siz Jancis Robinson’un küçümsemesine bakmayın, evde yaptığınız sıcak şarabı da oldukça lezzetli bir hale sokabilirsiniz. Ne de olsa içine koyacağınız baharat ve meyvelerde ne bir sınırlama, ne de bir kural vardır. Hayalgücünüzün ve damağınızın sizi götüreceği yere kadar uzanabilirsiniz.Aromalar yükselsinÖrneğin biraz daha yaratıcı olup birkaç meyve daha kullanmak isterseniz şu tarifi de deneyebilirsiniz: Bir şişe kırmızı şaraplık bir ölçüyle verecek olursak, ona birer tek (2 cl kadar) rom, portakal likörü ve brendi ekliyoruz. Birer adet portakal ve elma kabuğu ile dört beş kuru kayısı şarabımızın meyveleri, 10 adet karanfil ile 3 tane orta boy tarçın çubuğu da baharatları oluyorlar. Bunların hepsini 10-15 dakika, aman dikkat kaynatmadan, ısıtırken bir kahve fincanı şekeri de içinde eritirseniz nefis bir Glühwein yapmış olursunuz. Sıcak servis etmeyi de unutmayın ki, kadehten bütün bu baharatların, meyvelerin ve şarabın kalan aromaları yükselsin, soğuk bir kış gününde hem içiniz ısınsın, hem de ağzınız tatlansın.
Dünyanın en ünlü seyahat dergilerinden Conde Nast Traveller "Münih'i boşverin, bira içmek istiyorsanız Avrupa'daki şu şehirlere gidin" diye 10 şehirlik bir liste hazırlamış. Münih’i boşvermem ama listedeki şehirlere itirazım olmadı...BAMBERGTürkiye'de yılda kişi başına 11, Çek Cumhuriyeti ve Almanya gibi bira içme konusunda iddialı ülkelerde ise yılda kişi başına 120-130 litrelerde olan bira tüketimi, Nürnberg'in bir saat kuzeyindeki bu Bavyera kasabasında yılda kişi başına 300 litre, yani neredeyse günde bir litre! Bamberg, UNESCO koruması altında Ortaçağ'dan kalma biblo gibi bir kasaba. Bamberg'in Archt Schlenkerla gibi "Rauchbier" adı verilen isli biraları bira dünyasında kendi başlarına bir kategori olarak kabul ediliyorlar.KÖLNKöln'ün de aynı Düsseldorf gibi kendisine has bir birası vardır. Kölsch de Altbier gibi üstten fermante edilir, ama rengi açıktır. Şehrin dört bir yanında ahşap fıçılardan "Stange" adı verilen bizim rakı kadehlerine benzeyen bardaklara doldurularak servis edilir. Kölsch koruma altında bir biradır ve " satılabilmesi için AB kurallarına göre Köln'de yapılması şarttır. En ünlüleri kendi birahaneleri olan Früh ile Gaffel'dir.LEİPZİGEski Doğu Almanya'nın en büyük şehirlerinden Leipzig o yıllarda Lokomotive Leipzig takımıyla tanınırdı. Lokomotive şimdi 6. Lig'de ama hala 3-5 bin seyirciye oynuyor. 2. Lig'den Bundesliga'ya çıkmaya çalışan Red Bull şehrin takımı olmayı daha başaramadığı gibi, destekçisi enerji şehrin içeceği olmayı başaramadı. Leipzig'de bira denilince de akla hemen şehrin kendine özgü ekşi ve hafif tuzlu tadı olan birası Gose geliyor. Gose içmek için en iyi yer ise Bayrischer Bahnhof'taki birahane.BRÜKSELBelçika'nın başkenti dünyanın bira konusunda en ilginç şehirlerinden birisidir. Burada hala yüzyıllarca öncesinin metodlarıyla vahşi mayalar tarafından mayalanan biralar üretilir. Lambic adı verilen bu ekşi biralardan Cantillon'un Brüksel'deki fabrikasını gezmek mümkün. Şehir merkezindeki ünlü Mort Subite bu bira zengini ülkenin biralarından çeşitleri bulabileceğiniz çok ilginç bir birahane.OBERPFALZDerginin tek bir şehir yerine birkaç köyü kapsayan tek önerisi Bavyera'nın Çek sınırındaki Oberpfalz bölgesindeki Windischeschenbach ve Neuhaus köyleriyle etraflarındaki birkaç köy. Buralarda asırlardır "Zoigl" diye bilinen bir bira yapılır ve içilir, meraklıları da dünyanın dört bir tarafından buraya bira tatmaya gelirler.NAMURBelçika'daki Namur tam bir bira şehri. Etrafındaki manastırlardan Maredsous ve Leffe'nin keşişlerinin eski bira reçeteleriyle yapılan biralar bütün dünyada tanınıyor. Rochefort manastırı ise Trappist adıyla bilinen keşişlerin hala bira yapmaya devam ettikleri manastırlardan birisi. Namur ve çevresindeki köyler bira zenginliğini tatmak için ideal.DÜSSELDORFAlmanya'nın en şık şehirlerinden Düsseldorf, Altstadt'ı, yani eski şehri kadar kendine has birası Altbier ile de ünlüdür. Altstadt'taki asırlık "Zum Uerige" Almanya'nın en tipik birahanelerinin başında gelir.PİLSEN (PLZEN)Çek Cumhuriyeti'nin Pilsen kenti 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ve bir anda bütün dünyaya yayılan sarışın, alttan fermante, hafif acımtrak biralara adını veren kent. Pilsner Urquell'in fabrikası burada.DUBLİNDublin'de Temple Bar diye bilinen bölgede çok sayıda pub'da litrelerce Guinness içilir. Şansınız varsa şehrin en eski pub'ı Brazen Head'da kendi aralarında İrlanda folk şarkıları çalıp söyleyen müşterilere rastlayabilirsiniz.BİRAZ UZAK OLSA DA BURTON UPON TRENTİngiltere'nin kuzeyindeki bu kasaba 18. yüzyıldan beri ülkenin bira başkenti olarak anılmıştır. Suyunun bira yapımı için çok uygun olduğu söylenir. Şehirdeki pub'larda İngilizlerin Ale biraları ahşap fıçılardan servis edilir. Gerçi Burton sadece bira içmeye gitmek için biraz uzak olsa da, ünlü biralarını Londra pub'larında bulmak mümkündür.
Bugünlerde çevrilmekte olan yeni Bond filmi “Spectre”de Daniel Craig hangi içkiyi içecek? İşte geçmişten günümüze James Bond’un filmlerde içtiği içkiler ve yeni filmdeki sorunun cevabı...Masasının önündeki pencerenin dışında Karayip Denizi’nin türkuvaz suları ışıl ışıl parıldıyordu. Cin toniğinden büyük bir yudum aldıktan sonra önündeki daktiloya bir daha baktı. Yazdıkları hoşuna gitmişti Ian Fleming’in, gülümsedi, cin toniğinden bir yudum daha aldıktan sonra sigarasını küllüğe bıraktı, parmakları daktilosunun tuşları üzerinde gezinmeye başladı:‘“Bir Dry Martini” dedi Bond: “Balon şampanya kadehinde. Üç ölçek cin, bir ölçek votka, yarım ölçek Kina Lillet vermut. Buz gibi oluncaya kadar çalkala, sonra büyükçe bir parça limon kabuğu ekle. Anladın mı?” Barmen bu fikri beğenmişti: “Tabii ki mösyö” diye onayladı.’ İleride dünyanın en ünlü ajanı olacak olan James Bond hayat bulduğu ilk roman Casino Royale’in sayfalarında içmeye başlamıştı bile, hem de yaratıcısı Ian Fleming’in sevdiği içkileri. Ajanımızın hayatının ayrılmaz parçası kokteyllerJames Bond önüne gelen kadehten bir yudum aldıktan sonra barmene “çok iyi, ama patates yerine tahıldan damıtılmış bir votka kullansaydın daha da iyi olurdu” diye bir yorumda bulunmadan da edemedi. Özenle tarif çok aşık olduğu, ama daha sonra kendisine ihanet edecek olan sevgilisi Vesper’in adını veren James Bond hayatının (ve filmlerinin) çoğunda içki konusunda ukalalık etmekle geçirecekti. Filmlerinde en çok kullanılacak iki replik de “Name is Bond, James Bond” ile “A Martini, shaken, nor strirred” olacaktı. Vesper Martini, Bond’un filmlerinde içtiği tek kokteyl değildi, hatta aslında ilk kokteyl de değildi. O şeref Campari ile rosso vermut karışımı olan Americano isimli kokteyle ait. Daha sonra Goldfinger’in Kentucky’deki at çiftliğine gidince oradaki ünlü at yarışlarının klasik kokteyli Mint Julep, Old Fashioned, Küba’da Halle Berry denizden çıkıp kumsalda kendisine katılınca içtikleri Mojito, ve hatta cin ile lime suyu karışımı African Martini gibi kokteyller ajanımızın hayatının ayrılmaz parçaları oldular. Ian Fleming günde bir şişe cin, 70 kadar da sigara içerdi. Doktorlar ona “biraz daha az iç, hatta mümkünse cin yerine viski iç” uyarısında bulununca (ellili yıllarda doktorların tavsiyeleri farklıymış) Fleming ajanına da romanlarında viski içirmeye başlamış. Kendisi de zaman zaman viski içmesine rağmen o yıllarda gittikçe popülerleşen votkaya dönmüş. Tabii ki ajanına da votka içirmeye başlamış, Vesper Martini’ler de Votka Martini’ye dönüşmüş. Votkanın filmlerdek rolüJames Bond filmlerinde votkanın önemli bir yeri var. İlk başlarda, bazen şişeden, sek Smirnoff içiyordu. Sonra 007’nin içeceği votka, votka üreticileri arasında bir prestij savaşı haline geldi. “Die Another Day”de Finlandia, 007’nin votkası olabilmek için milyonlarca dolar ödedi. Bugünlerde çevrilmekte olan yeni Bond filmi “Spectre”de ise Daniel Craig gene votka içecek, çünkü bu seferde Belvedere reklam bütçelerini zorlayıp James Bond’un votkası oldu. Bira da içiyorAma James Bond filmlerinde sadece kokteyl ve ağır içkiler içiyor sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Daha ilk filmlerden geçen yıl ki “Skyfall”a kadar elinde ünlü bir Hollanda birası ile de görüldü ajanımız. Hatta içtiği biranın kalitesini de pek umursadığı söylenemez, çünkü içtiği biraların arasında Jamaika’nın sudan biraz hallice olan birası Red Stripe bile var. Ama zaten kendisi de uyduruk bir şahıs. Ian Fleming, Jamaika’daki evinde ajanına ne isim koyacağını düşünürken salondaki masanın üstünde bir kitap gözüne çarpmış: The Birds of West Indies (Batı Hint Adaları’nın Kuşları). Kuş kitabının yazarının adı neydi dersiniz: James Bond.
20’nci yüzyılın başlarında dünyanın büyük bir savaşa sürüklendiği yıllarda aslında bu çapta bir “Dünya Savaşı”, bu çapta bir felaket beklenmiyordu. İnsanlar yeni çıkan otomobiller ve gittikçe yaygınlaşan demiryolları sayesinde seyahat edebiliyor, hafta sonları bile kendilerini büyük şehirlerden sayfiyelerdeki plajlara atıp denizin keyfini çıkartabiliyorlardı. Avrupa bir yandan üzerine savaşın kara bulutları çökerken, öte yandan da “Belle Epoque” adı verilen bu “güzel çağ”ı yaşıyordu.Bu yıllar aynı zamanda büyük devletlerin sömürge imparatorluklarının olduğu yıllardı. Ve bu yeni diyarlara seyahat eden Avrupalılar aynı lüksü oralarda da arıyorlardı. Onlarca bavul eşliğinde günlerce, hatta aylarca sürecek seyahatlere çıkılıyordu. Böylece başta İngiltere İmparatorluğu’nun Asya’daki sömürgelerinde olmak üzere dünyanın önemli şehirlerinde Avrupa’daki benzerlerinden eksiği kalmayan saray gibi oteller açılmaya başlandı. Bunların bir çoğu, şanslıyız ki günümüzde hala misafir ağırlamaya devam ediyor... Singapur Raffles en güzel otellerdenAdını Singapur’un kurucusu Sir Stamford Raffles’dan alan otel 1887 yılında kurulmuş, ama hala koruma altında olan harika bir koloniyal mimari örneği binasıyla dünyada kalınacak en güzel otellerden birisi. Ahşap panjurların güneşten koruduğu odalar, kusursuz cilalı teak ağacından koridorlar, tepenizde tembel tembel dönen pervaneler... Raffles’ın dünyaca ünlü Long Bar’ı Singapore Sling kokteylinin yaratıldığı zamanın durduğu bir yer.Raffles’ı yıllarca işleten Ermeni asıllı Sarkies kardeşlerden Aviet’in 1901 yılında açtığı Burma’nın başkenti Rangoon’daki (şimdiki Yangon) Strand da Asya’nın efsanevi otelleri arasında. Şimdiki Myanmar, o zamanlar Burma diye bilinen bir İngiliz sömürgesiydi.Sanki İngilizler hala Hindistan’da gibiBurma’dan Hindistan’a, Bombay’e geçecek olursak, oradaki Taj Mahal Palace da tam bir saray edasında muhteşem bir otel. İç bahçesindeki havuzun etrafında çayınızı içerken sanki İngilizler Hindistan’dan hiç gitmemiş gibi hissediyorsunuz. Ama bu otelin çok ilginç bir hikayesi var. Dev bir sanayi imparatorluğuna sahip Tata ailesinden Jamsetji Tata bir misafiri ile şehrin iyi otellerinden birisine girmek istemiş, ama kapıdan Hintli olduğu gerekçesiyle geri çevrilmiş. Bunun üzerine sinirlenen Jamseti, Taj Mahal Palace’i kurmuş. Yıl 1903 idi ve Taj Mahal yıllarca Hindistan’ın en önemli oteli olarak kalmakla yetinmemiş, dünyanın önemli otel zincirlerinden biri olmuş. Ve diğer hanımefendiler...U şeklindeki koloniyal binasıyla (arkasındaki kuleyi boşverin) karşısında durduğunuzda sizi adeta kucaklayan Hong Kong’taki Peninsul; Saigon’daki Majestic; Penang’daki Eastern & Oriental; Colombo’daki Galle Face; Tianjin’deki Astor ve nicesine yer kalmadı... Ama seyahat etmenin standartlarının, kalitesinin çok yüksek olduğu yıllardan kalan bu “hanımefendiler”in hala varlıklarını sürdürmeleri çok güzel.