Aslında her mevsim güzeldir, ama kış gelince Almanya benim seyahat listemde hemen ön sıralara geçer. Burası yeme içme konusunda bir cennettir ve ne yazık ki bu konuda çok hakkı yenir. Ama bu hafta size Alman yemeklerinden ve biradan bahsetmek yerine, yılbaşı öncesi görülmeye değer birkaç şehir ve sıcak şaraptan bahsetmek istiyorum.Aralık ayının başlarında Almanya’nın çeşitli şehirlerinin ana meydanlarında devasa Noel ağaçları kurulur. Ağaçlar süslenir, meydanlara açılan caddeler ışıl ışıl olurlar. Şansınız olur da, şehri ziyaret ettiğinizde kar yağarsa, sizi soğuk bir hava eşliğinde rüya aleminden çıkma harika bir manzara karşılar. Ağaç kurulduktan sonra etrafında küçük tahta kulübeler belirmeye başlar, kısa sürede meydan bunlarla dolar. Bazılarında hediyelik eşyalar satılır, bazılarından mis gibi sosis ve Glühwein (sıcak şarap) kokuları yükselir. Christkindlmarkt, yani Noel pazarları yılbaşından birkaç gün öncesine kadar şehirleri süslerler, şehir halkı da, turistler de buralara akın ederler. Noel pazarları Almanya’nın, neredeyse her şehrinde kurulur, ama en güzelleri Bavyera’da olurlar. 30 metrelik Noel ağacıBavyera’nın başkenti Münih’in Christkindlmarkt’ı şehrin ana meydanı Marienplatz’da görkemli belediye binasının önünde kurulur. 150 kadar kiosk’da seramikler, el işleri, yılbaşı süsleri, mumlar satılır. Marienplatz’daki 30 metrelik Noel ağacının gündüz gölgesinin, akşamları ise ışıklarının altında biriken insanlar ızgaralardan yükselen dumanların arasından farklı şehirlerin, farklı bölgelerin sosislerinden seçerler. Küçük gruplar tarafından çalınan geleneksel müzikler eşliğindeellerindeki ekmeklerin arasına sıkıştırılan Nürnberger, Thüringer veya Wiener gibi sosisleri ısırır, bira ya da içlerini ısıtmak için Glühwein içerler.Sıcak şarap içmek 300 yıllık bir gelenek Almanya, Avusturya ve İsviçre’de yılbaşı öncesi Glühwein, yani sıcak şarap içmek 300 yıllık bir gelenek. Eskiden şarabı ateşe sokulmuş bir demirle karıştırılıp ısıtırlarmış. Şimdilerde ise büyük şişe şarabın içine iki adet tarçın çubuğu, biraz karanfil, portakal kabuğu, ikişer adet dilimlenmiş portakal ve limon, beş çorba kaşığı şeker ve iki üç kaşık portakal likörü konuluyor. Sonra şeker çözülene kadar ısıtıldıktan sonra 20 dakika kadar kaynamadan ısıtılmaya devam ediliyor. Glühwein yıllardır Avrupa’nın kayak merkezlerinde yılbaşından sonra da, ilkbahara kadar popülerliğini koruyor. Nürnberg rüya gibi bir şehir Almanya’da Christkindlmarkt denilince ilk akla gelen şehir Nürnberg’dir. Daracık sokakların açıldığı bir meydanda kalenin gölgesine kurulan Noel pazarı Christkindlmarkt rengarenk ışıkları ile tam bir masal dünyası. Ortaçağ’da ilk Noel pazarları kurulurken amaç çocuklara hediye verilmesiymiş. Ünlü tatlı zencefilli keki Lebkuchen ise en az sosisler kadar revaçta. Bamberg, Unesco koruması altındaAlmanya’nın çoğu şehri gibi Nürnberg’e de Türk Hava Yolları ile 2 buçuk saatte ulaşmak mümkün. Bu olağanüstü şehrin yanı sıra oradan trenle yarım saatte Bamberg’e veya bir araç kiralayıp bir saatte Rothenburg’a ulaşabilirsiniz. Bamberg, savaşta zarar görmemiş, zamana demeyeceğim, yüzyıllara direnen UNESCO Dünya Kültür Mirası kapsamında koruma altında biblo gibi bir kent.
HER ŞEY bir aşk hikayesiyle, bir adamın dünyanın öbür ucundaki bir ülkeye ve oradaki bir kadına aşık olmasıyla başladı. Birinci Dünya Savaşı’nın yeni sona erdiği yıllarda Masatuka Taketsuru adında bir Japon genci Glasgow Üniversitesi’nde okumak üzere Japonya için dünyanın öbür ucu sayılabilecek İskoçya’ya gitmişti. Masatuka’nın babası küçük bir sake üreticisiydi. Ama oğlu İskoçya’da bambaşka bir içki, viski ile tanıştı. Bir yandan okurken bir yandan da malt viski damıtımevlerinde çalıştı. Glasgow’un kuzeyindeki Kirkintilloch kasabasında bir doktorun evinde oda kiralamıştı. Orada doktorun kızı Rita ile tanıştı ve ilk görüşte aşık oldu.Rita’nın nişanlısı Osmanlılara karşı savaşırken Şam’da ölmüştü. Kendisine kur yapan Japon gencinden hoşlanmış olmalıydı ki, Masatuka ona bir parfüm hediye edince İskoçya’nın milli şairi Robert Burns’ün mısralarıyla teşekkür etmeyi uygun gördü. Genç Japon’un daha fazla cesaret almaya ihtiyacı yoktu; genç çift kısa bir süre sonra ailelerine sorma gereğini bile duymadan evlendiler. Ve 1920 yılında Masatuka Taketsuru karısını yanına alıp tarih yazmak üzere Japonya’ya döndü. Şimdi size yüz yıl önceki bir aşk hikayesini neden anlattığıma gelince: Masatuka Taketsuru, Japonya’da kimsenin bilmediği bir şeyi çok iyi öğrenmişti: Viski damıtmayı. 1923 yılında ülkenin içki devi Suntory’nin Tokyo ile Kyoto arasındaki Yamazaki köyündeki yeni viski damıtımevini kurdu. Japonların ünlü hızlı trenleri Shinkansen, Yamazaki damıtımevinin hemen önünden geçer. “HİÇ BİR İSKOÇ MALTI YANINA YAKLAŞAMAZ” Masatuka bir süre sonra Suntory’den ayrılıp ülkenin kuzeyindeki Hokkaido adasının Yoichi köyünde Nikka adını verdiği kendi damıtımevini kurdu. Ve kurduğu iki damıtımevinin malt viskileri son on yıldır bütün dünyada ödüle doymuyorlar. Whisky Magazine’e göre 2011 yılında “Dünyanın en iyi malt viskisi” bir Japon maltı olan Yamazaki 1984, “Dünyanın en iyi viskisi” ise aynı 2010 yılında da olduğu gibi gene bir Japon viskisi olan 21 yıllık Hibiki idi. 20 yıllık Yoichi ise 2008 yılında aynı dergi tarafından “Dünyanın en iyi malt viskisi” seçildi. Yoichi deniz kenarındaki konumundan olacak, İskoçya’nın Islay adasının deniz kolan isli malt viskilerinin ayarında bir malt viski.En tanınmış viski yazarlarından Jim Murray da World Whisky Bible kitabının 2015 edisyonunda 100 üzerinden 97 buçuk verdiği 15-16 yıl sherry fıçılarında yıllandıktan sonra 2013 yılında şielenen Suntory Sherry Cask’ı “Dünyanın en iyi viskisi” seçti. Jim Murray saygın bir viski yazarıdır. On iki yıldır yayınladığı kitabında ilk defa ilk 5 arasına bir tane bile İskoç viskisini koymamış olması doğrusu bende bir hayal kırıklığı yarattı, ama Jim Murray binden fazla viskiyi tattıktan sonra “hiçbir İskoç maltı bu Suntory’nin yanına bile yaklaşamadı” diyor. Masatuka ile özellikle Rita buna ne derlerdi bilemem. Japonya’nın ilk viskisini damıttıklarında bu noktaya geleceklerini hayal dahi ettiklerini sanmıyorum, dolayısıyla tabii ki çok sevinirlerdi, ama belki de sevgili İskoçyaları için içlerinde bir burukluk da olurdu.Yamazaki’nin bu başarısı Japon viskileri için olduğu kadar kendisi için de bir ilk değil. Daha geçen sene bu köşede Yamazaki Mizunara’nın Amerikalıların Whisky Advocate dergisinden “Yılın en iyi Japon viskisi”ödülünü aldığını yazmıştım: Yamazaki Mizanura çok ilginç bir deneyin sonucu, çünkü bu viskinin yıllanmasında kullanılan meşe fıçılar, Japonya dahil viski dünyasında geleneksel olarak kullanılan bourbon veya sherry fıçıları değil, “mizunara”, yani Japon meşesi fıçılar. Bu da Yamazaki Mizunara’yı bir bakıma tam “saf” bir Japon viskisi yapıyor. Mizunara fıçıdan gelen harika bir aromayı çok zarif bir edayla taşıyor. Whisky Advocate’in yazarı “ilk yudumumla birlikte adeta bir Japon tapınağı kokusu aldım” diye yazmış. Ama biz artık tadım notu yazamadığımıza göre isterseniz aşk hikayesi ile devam edelim.YOİCHİ’DEKİ DAMITIMEVİ ANILARINI YAŞATIYORMasataka ile Rita’nın hayatları büyük aşk hikayelerinde olduğu gibi mücadele ile geçti. İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya ile İngiltere’nin savaş halinde olmaları Rita’nın hayatını tabii ki çok zorlaştırdı. Ama Japonya’dan ve sevgili kocasının yanından ayrılmadı. Savaştan sonra hastalandı ve 1960 yılında hayata gözlerini yumdu. Masataka Taketsuru ise 1970’li yıllara kadar yaşadı ve viski damıtmaya devam etti. Yoichi’deki damıtımevindeki evleri onların anısına hâlâ orada yaşadıkları şekliyle duruyor.
İSKOÇYA’NIN başkenti Edinburgh dünyanın en güzel şehirlerinden birisidir. Bize göre Avrupa’nın tam diğer ucundadır ve daha bir kaç yıl öncesine kadar İskoçya’ya uçak ile gitmek bile neredeyse bütün günümüzü alırdı. Neyse ki Türk Hava Yolları artık İstanbul’dan bu harika şehire non-stop uçuyor ve bu uçuş da sadece 4 saat sürüyor.Edinburgh’u gezmeyi dönüşe bırakıp havalimanından bir araba kiralayıp yola koyuluyorsanız İskoçya’nın kuzeyine, dağlık Highland bölgesine yapacağınız yolculuk sizi neredeyse her virajdan sonra karşınıza çıkacak muhteşem manzaralarla süslenmiş bir yola sürükler. Forth Nehri’nin Haliç’i Firth of Forth’un üstündeki asma köprüden geçerken sağınızda dünyanın en görkemli köprülerinden birini görürsünüz. Turuncuya boyalı demir yolu köprüsü 1890 yılında yapılmış zamanın mühendislik harikalarından birisidir.Forth Köprüsü’nü geçtikten iki saat kadar sonra cennet gibi bir vadide kurulmuş olan Pitlochry Kasabası’na varırsınız. İskoçya’nın kuzeyi sarp dağların arasındaki vadilerin bazılarını doldurmuş olan göllerle süslüdür. İskoçlar bunlara “loch” derler ve İskoçya’nın en güzel “loch”larından birisi de Pitlochry’ye 15 dakika mesafedeki Loch Tummel’dir. İskoçya’yı çok seven Kraliçe Victoria burayı pek severmiş ve virajlı bir yol ile çıkılıp önünüze dünyanın en dinlendirici, en güzel manzaralarından birisini sunan tepeye de belki de bu yüzden “Queen’s view” yani “Kraliçe’nin manzarası” deniliyor. Burada oturup vaktiyle Kraliçe Victoria’nın yaptığı gibi çayınızın keyfini çıkarabilirsiniz. Highland bölgesinin asıl kapısı Pitlochry’nin biraz kuzeyindeki Drumochter geçididir. Burada Pitlochry Vadisi’nin yemyeşil yamaçları yerlerini sarp dağların hakim olduğu vahşi bir tabiata bırakırlar. Drumochter Geçidi’ni geçince önünüze akmakta olan Spey Nehri’nin geniş vadisi çıkar. Bu vadi İskoçya’nın viski üretiminin kalbidir. Malt viski dünyasının en prestijli markalarının damıtımevleri Spey Nehri’nin vadisine serpiştirilmişdir. Yani burası “viski ülkesi”dir.En güzel görünen damıtımeviDrumochter Geçidi’nden hemen sonra yolun solundaki tepelerin düzlüğe dönüştüğü yerde kurulu Dalwhinnie Damıtımevi İskoçya’nın en yüksek damıtımevi olduğu gibi aynı zamanda en güzel görünenidir. Buralarda çoğu zaman hava bulutlu olur, ama renkleri koyu gri, hatta siyah ile karbeyazı arasında değişen bulutlar, şansınız varsa, gökyüzünü sadece kısmen kaplarlar; o zaman ufka yakın duran güneşin ışığını alttan alıp sadece İskoçya’da görebileceğiniz dramatik bir tabloyu tamamlarlar.Spey Nehri somonu ile de ünlüYol biraz sonra Inverness ve Elgin olarak ikiye ayrılır. Elgin’e sapıp bir saat kadar sonra ünlü damıtım evlerinin yanından geçip Spey Nehri kıyısındaki Aberlour’a varırsınız. Spey viskisi olduğu kadar somonu ile de meşhur bir nehir. Aberlour’da bir gününü mutlaka kalçalarınıza kadar Spey Nehri’nin serin sularının içinde durup somon avlamaya (çalışmaya) ayırmalısınız. Aberlour’daki Dowans ile3 kilometre ötede aynı ismi taşıyan köydeki Craigellachie bölgenin en güzel otelleri.18. yüzyılda buralardaki evlerin kapılarının hemen içinde, portmantonun yanında bir karaf içinde viski ve birkaç bardak bulundurulurmuş; postacı başta olmak üzere evin kapısını çalanlar içlerini ısıtabilsinler diye. Geçtiğimiz yüzyılın başlarına kadar İskoçya’da hanımefendiler dahil sabah evden çıkmadan önce büyük bir yudum viski içmek gibi bir adet olmuş olmasına şaşmamak gerekir. Aberlour’a yarım saat mesafedeki Elgin bölgenin en önemli kasabalarından. İskoçya’nın en prestijli markalarından Johnstons burada. Elgin’in bir de katedrali ünlü. 1224 yılında yapılmış. Piskopos tarafından afaroz edilmesine kızan bir asilzade tarafından yakılıp yıkılmış. Ama bu haliyle bile çok etkileyici bir harabe... Deniz Elgin’e 10 km mesafede.Kıyıdaki Lossiemouth’un gözalabildiğine uzanan plajları hava biraz daha sıcak olsaydı Avrupa’nın en gözde plajları arasında olurdu. Ama heyhat, burası Avrupa’nın en kuzeyi, ve önünüzde uzanan Moray Körfezi’nin kurşuni sularına baktığınızda biliyorsunuz ki ileride artık sadece Kuzey Kutbu var.
Canınız bu hafta sonu ne çekiyor; İtalyan yemekleri mi yoksa Türk mutfağı mı? Manzara mutlaka olsun mu? Peki yeni açılacak restoranlar hangileri? Haydi benimle bir şehir turuna çıkın...Fumee, hem manzarasıyla hem de yemekleriyle iddialıBir arkadaşım “iyi bir restoranın manzarası olması gerekli değildir” der. Bu dediğine bazen katılırım, bazen de katılmam. O gün öğlen yemeğinden önce Boğaz’a bakan harika bir terasta oturup yemek öncesi aparitiflerimizi yudumlarken gözümüzü Asya ile Avrupa’yı ayıran mavi sulardan ve üstünde tembel tembel seyreden irili ufaklı kayıklardan, gemilerden alamıyorduk. Ama biraz sonra da arkadaşım Mehmet Yaşin’i haklı çıkaracak şekilde gözlerimizi tabaklarımızdaki yemeklerden alamayacaktık. Bulunduğumuz yer Kuruçeşme’deki, şehrimizin en yeni restoranlarından Fumée idi. Fumée, daha önce yazdığım Reşitpaşa’daki Mest’ten tanıdığımız Can Ünsal ile Changa’nın şeflerinden Pınar Taşdemir’in ortak eseri. Önündeki manzara ile rekabete kalkışmayan sakin ve temiz çizgilerle dizayn edilmiş bir restoran. Girişte geniş bir barı, önünde de boylu boyunca uzanan ve karşı tarafa, Anadolu yakasına göz kırpan bir balkonu var. Pınar Taşdemir Türk mutfağını abartmadan, daha doğrusu bir çok iddialı şefimizin yaptığı gibi, kimliğini bozmadan günümüze uyarlayan genç ve dinamik bir şef. Yaptığı işi belli ki çok seviyor, yoksa tabaklarımızda yemeklerde bu lezzeti bulmamız mümkün olmazdı. Yemekler ne idi diye soracak olursanız, başlangıçlardan benim gibi balıktan fazla hazzetmeyen birisini bile fazlasıyla tatmin eden levrek ceviche ile yanındaki bademli taratora banmaya doyamayacağınız kalamarlar harikaydı. Sonra bir Erzincan tulumlu mantı geldi. Şimdi mantıya ekmek bandırılır mı diyeceksiniz, ama Mehmet Yaşin de (bilmem Anadolu seyahatlerinde de bunu yapıyor mu) ben de mantı bitince tabağımızda kalan ve mantının piştiği tavuk suyuna karışan cevizliteryağını da ellerimizdeki ekmeklerle sıyırmaktan kendimizi alıkoyamadık. Ortaya söylediğimiz saatlerdir pişirilen kuzutandır ile (ki ben onu daha çok sevdim) üzerine şefin “onları da yiyebilirsiniz” dediği çiçek yaprakları serpiştirilmiş olan kuzu inciğinin ikisi de tekrar tekrar yemeye itirazımın olmayacağı yemeklerdi. Dedim ya, Pınar Türk yemeklerini şahsiyetleriyle oynamadan lezzet katarak çok güzel yorumluyor. Aslında yorumluyor da ne demek, pişiriyor!İtalyan mutfağını sevenlerin adresiFiamma’nın şefi Vittorio Sindoni. Kendisini Şişhane’de kendi adını taşıyan ristoranteden tanıyoruz. Geçen hafta “İstanbul’daki İtalyan şefler dostlarımıza yemek yapacağız, gelir misin” diye sorunca kendimi Taksim’deki Gezi Oteli'nin zemin katındaki Boğaz’a ve Üsküdar’a tepeden bakan Fiamma’da buldum. Vittorio ile La Scarpetta, Eataly, Paper Moon, Mövenpick ve Carluccio’nun şefleri yemeklerden birisini hazırlamışlardı. Detaylara girmeyeceğim; her ne kadar şeflerin dostları kendi dostlarını da getirince biraz kalabalık olduk, ama gene de tam bir “İtalyan ziyafeti” idi. Vittorio tabiri caiz ise “namuslu” bir şeftir, yemeklerle çok oynamaz ve her birinin hakkını verir. Bence yeni restoranı Fiamma da İtalyan mutfağını sevenler için iyi bir alternatif olacak. Pipa uzun ayrılığa son veriyorFratelli Bufala ile birlikte İstanbul’daki en iyi pizzayı yapan Pipa uzun bir ayrılıktan sonra tekrar açılıyormuş. Umarım ikisi de eskiden olduğu gibi kenarları pufudik, ortası sulu domates soslu geleneksel Napoli pizzalarını yapmaya devam ederler. Bu arada yeni açılan restoranlarla her geçen gün daha çok dikkat çekmeye başlayan Karaköy’e bir sürpriz geliyor. Şehrin efsane şeflerinden Rudolf van Nunen yıllarca Swissotel ve The Marmara’da sürdürdüğü sanatını artık Karaköy’de kendi adını verdiği restoranında sürdürecek.“Rudolf”un İstanbul’un önemli lezzet noktalarından birisi olacağına şüphem yok. Geçen yıl The Marmara’nın tepesinde bize Titanic’in son gecesinin mönüsündeki yemekleri yedirmişti. Gördüğümde sorayım, yeni restoranı için Karaköy’ü ve limanı seçmesinde acaba Titanic mönüsünün etkisi olmuş mu? Beluga Fish Gourmet’den midye severlere Ataşehir’de deniz mahsülü seven herkesi gurme lezzetlerle buluşturan Beluga Fish Gourmet, Ekim ayı boyunca konuklarına midyeyi baştan çıkarıcı bir lezzet olarak sunuyor. “Deniz ürünleri deniz kenarında yenir” algısını değiştiren Beluga Fish Gourmet'de tenceler 3 farklı usülde hazırlanıyor; “Moules Marinieres”, “Moules au Safran” “MoulesGratiness” ile yeniliklere hazır olun. The Ritz Carlton’un yenisi “Atelier Real Food” The Ritz-Carlton, İstanbul’un yepyeni restoranı Atelier Real Food; adını zanaatkarların üretimlerini gerçekleştirdikleri yerden esinlenerek alan ve “gerçek yemek” tabirini de adıyla birlikte kullanacak kadar iddialı bir mekan. Dekorasyonu Portekizli mimar Patricia Pina'ya ait. Misafirler, restorana mistik dokularla kaplı paravanın ardından giriş yapıyor. Restoran, Boğaz manzarasına nazır bulunuyor.
Tipik Paris brasserie’leri, lezzetiyle tadı damağınızda kalan steak house’ları ile New York diğer büyük kentlerin daima bir adım önünde yer alıyor.Biliyorum, hepimiz İstanbul’un dünyanın gastronomi başkentlerinden birisi olduğunu zannetmekten hoşlanıyoruz. Son yıllarda çeşitli dünya mutfaklarının iyi örnekleri açıldı, hatta dünyaca ünlü bazı şefler İstanbul’da yeni açılan restoranlara ortak oldular ve bu açıdan itiraf etmeliyim ki durumumuz on-on beş yıl öncesinden çok daha iyi. Müşteriler açısından ise durumumuz ne yazık ki o kadar iyi değil. On beş milyonluk metropolümüzde hala hem öğlen, hem akşam dolu olan restoran sayısı iki elin parmakları kadar bile değil. İstanbul’da günde masalarını bırakın iki, bir buçuk kere doldurmayı başaran bir restoranın bile iyi iş yaptığı kabul edilirken, Londra, Paris ve New York gibi metropollerde akşam yemeği rezervasyonunuzu saat 6-8, 8-10 veya 10-12 arası olarak alıyorlar. Oralarda insanlar akşam tiyaratoya gitmeden gitmeyi bir gelenek haline getirdikleri gibi, tiyatro çıkışında gece yarısını bulan saatlerde brasserie, bistro ve restoranlara gidiyorlar. Hal böyle olunca o şehirler o iyi restoranları bizden daha fazla hak ediyorlar.Bir çok konuda olduğu gibi, iyi restoranlar konusunda da New York dünyanın diğer şehirlerinden birkaç adım önde gidiyor. Siz bu hafta bu 24 saat uyumayan şehirden birkaç restoran önerisinde bulunacağım. Buna yapmadan önce hemen ekleyeyim ki New York ve Londra gibi şehirlerde restoran önermek çok zordur, çünkü onlarca çok iyi restoran vardır ve kime ne önerirseniz önerin, hep “ama filancayı unuttun” veya “aa, filancaya gitmedin mi” tepkisini alırsınız.Lafayette güzel ama Balthazar ile rekabet etmesi zorDoksanlı yıllarda Balthazar’ın açılmasından sonra New York’ta tipik Paris brasserie’leri moda oldu. Balthazar ve yaratıcısı Keith McNally’nin yeni bebeği Minetta Tavern her daim dolu ve yemekleri kadar atmosferi, dünyaca ünlü müşterileriyle popülerliğini sürdürüyor. Bu yıl ünlü şef Andrew Carmellini’nin yeni brasserie’si Lafayette merakla bekleniyordu. Aynı adı taşıyan caddede otuzlu yılların dekorunu taşıyan yüksek tavanlı ve cam cepheli Lafayette güzel, ama Balthazar ile rekabet etmesi zor olacağa benziyor. Nitekim bu satırların yazarı akşam yemeğini Lafayette’te yedikten sonra ertesi gün öğlen Balthazar’ın barının kenarına oturup birası eşliğinde istridyelerini söylediğinde kendisini evine gelmiş gibi hissetti.Brasserie atmosferinden hoşlanıyorsanız Midtown’da alışverişe öğlen yemeği arası verdiğinizde Rockefeller Center’in ortasında rengarenk bayrakların bulunduğu küçük meydandaki Brasserie Ruhlmann’ı da deneyebilirsiniz. Dana Kaburga Bourgugnion muhteşem. Aslında doğrusunu isterseniz, bu hafta size New York’un bu yıl ki en güzel sürprizi olan Tertulia’yı anlatacaktım, ama yerimiz kalmadı. Boqueria’nın eski şefi Seamus Mullen’in oradaki olağanüstü tapas’ını başka bir zaman anlatırım. Ama hazır New York’tayken, yazıyı steak ile bitirelim. New York’ta steak konusunda hala Brooklyn’deki Peter Luger 1 numara. Manhattan’da ona en yakın steak’leri bulabileceğiniz yer ise eski şef garsonu Wolfgang’ın adını taşıyan steak house’lar. Peter Luger’in neredeyse sadece kaç kişilik steak istediğinizi soracak kadar sade olan menu’sunu uygulayan Wolfgang’s’ın son şubesi New York Times binasının altında. Üç tarafı çok yüksek tavanlarına kadar pencereler ile kaplı olan mekanın bir tarafına çok büyük bir bar yerleştirilmiş, masalarını beklerken içkilerini içen müşterilerden adım atacak yer olmuyor, atmosfer sanki otuzlu yılların bir Hollywood filmi gibi. Etler aynı Peter Luger’deki gibi muhteşem, Porterhouse steak kayak tabakta geliyor, etin suyu, yağı adeta yarım ekmek banacak miktarda tabağın bir kenarında birikiyor. İlk lokmanız ağzınızda erirken düşünmeden edemiyorsunuz, acaba İstanbul’un her biri birbirinden iddialı steak house’larının daha çok fırın ekmek, daha doğrusu daha çok miktarda Porterhouse steak yemeleri mi lazım?
Oktoberfest geçen hafta Münih Belediye Başkanı’nın on binlerce kişinin önünde birkaç darbe ile tahta bir bira fıçısının tıpasını açıp elindeki dev bardağı doldurmasıyla başladı. Evet, Münih’te bira akmaya başladı...İLK Oktoberfest 1810 yılında Bavyera veliaht prensi Ludwig ile Therese von Saxe-Hildburg-hausen’in düğününde Münih’in biraz dışındaki bir çayırda yapılan at yarışlarından ibaretti. Ama o gün kadar eğlenilmiş ki bunun her yıl yapılmasına karar verilmiş ve Münih Belediyesi 1819 yılından sonra festivalin düzenlenmesini üstlenmiş. Belediye bira festivali mi düzenlermiş demeyin, Almanya ve İngiltere gibi ülkelerdeOrtaçağlardan beri halkın birasız ve ekmeksiz kalmamasını sağlamak belediyelerin asli görevleri arasındaydı.FOTO GALERİ İÇİN TIKLAYIN!İki hafta süren Oktoberfest dünyanın en ünlü bira festivalidir. Her yıl 6 milyon kişi ziyaretçi ediyor ve 6 buçuk milyon litre kadar, yani ziyaretçi başına bir litreden biraz daha fazla bira içiliyor. 1881 yılında bu kadar bira içen insanın acıkacağı da akıllarına gelmiş ki iyemek standları da açılmış. Oktoberfest’te yenilen çevirme piliç sayısı 460 bin, sosis 400 bin, bütün sığır ise 100’den fazladır. Yani bira satışının üstüne birayla birlikte yenilen yemekleri, konaklama giderlerini, on binlerce bira bardağı başta olmak üzere hediyelik eşya satışlarını koyarsanız Oktoberfest’in ve biranın Münih’e ne kadar faydası olduğunu hesaplayabilirsiniz.İki hafta için de olsa kendinizi eğlenceye verinİlk Oktoberfest’in yapıldığı çayır artık şehrin içinde, gelin hanımın adına Theresienwiese, yani “Therese’nin Çayırı” diye biliniyor. Ama Münihliler oradan bahsederken kısaca Wiesn’e yani “Çayıra gidelim” diyorlar.Oktoberfest her ne kadar dünyanın en büyük bira festivaliyse de içebileceğiniz bira sayısı oldukça sınırlı, çünkü Oktoberfest’te sadece hâlâ Münih belediye sınırları içinde üretim yapmakta olan 6 bira şirketinin çadır kurmasına izin veriliyor. Toplam 100 bin kişinin aynı anda oturup bira içebildiği bu çadırların en büyüğü ise Münih’in en ünlü birahanesi Hofbräuhaus’un 10 bin kişilik çadırı.Servisi milli elbiseli kızlar yapıyorÇadırların genellikle ortasında veya en hakim noktasında heybetli bira göbekleri olan müzisyenlerden oluşan bir orkestra vardır.Çaldıkları müzik evinizde asla dinlemeyeceğiniz bir müzik, ama orada elinizdeki kocaman bardaktan biranızı yudumlarken doğrusu iyi gidiyor.B avyera’nın milli kıyafeti olan deri şortlarını giymiş olan Almanlar ve bu ortamda kendilerini Alman zannetmeye başlayan turistler şarkılar eşliğinde kocaman bardaklarını havaya kaldırıp sağa sola sallanırlar ve bunu yaparken de çok eğlenirler. Bira servisini Dirndl adı verilen Bavyera’nın milli elbiselerini giymiş çoğu genç, bazıları orta yaşlı Fraulein’lar yapar.Ve her biri ellerinde altışar, yedişer bira bardağı taşır. Bardaktaki biranın bir litre, yani bir kilo, boş kalın cam bardağın da bir o kadar olduğunu hesaplarsanız, bu genç ve orta yaşlı kızların bu işi nasıl bu kadar güler yüzlü yapabildiklerine şaşarsınız. Oktoberfest iki hafta için de olsa insanların dertlerini, sıkıntılarını unutup kendilerini eğlenceye verdikleri bir festival. Eski Yunan’da bir filozof “Festivalleri olmayan bir hayat, üzerinde han olmayan uzun bir yol gibidir” demiş. Doğru söze ne denir?- Oktoberfest’te litrelik biranın fiyatı bu yıl ilk defa 10 avro’yu buldu. Bu Oktoberfest’te sadece biraya ödenen paranın 65 milyon avro olacağı anlamına gelir.- Bira, yemekler, konaklamalar ile birlikte Oktoberfest’in Münih ekonomisine iki hafta içindeki katkısının 1 milyar 100 milyon avro olduğu tahmin ediliyor. - Bavyera’da kişi başı bira tüketimi yılda 200 litre (Türkiye’de 11) civarındadır. FC Bayern München’li futbolcular şampiyonluklarını sahada kafalarından aşağı bira dökerek kutlarlar.
Yunan adaları denilince akla ilk gelen şeyler lacivert bir deniz, küçük beyaz evler ve tabii ki sokaklara, hatta kumsallara tahta masa ve sandalyelerini atmış tavernalardır. Bu yaz Yunan adalarını adeta işgal ettik, onun için bu hafta önümüzdeki yaz için aklınızda olsun unutamadığım 10 tavernayı sıralayacağım.Nikos-MykonosMykonos’ta iyi bir taverna bulmak zor olabilir ama köyün tam ortasındaki Nikos’un mezeleri çok güzel, varsa ğiğantes yani bomba fasulye pilaki istemeyi ihmal etmeyin.Taverna Kalymnos-KosKos’taki meşhur balıkçı Nick’in hemen yanındaki Kalymnos’ta yemedim, ama rengarenk sandalyeleri, masa örtüleri sayısız çiçek sepetleri, saksılarıyla adaların en güzel tavernalardan birisi olmalı.Manolis-LipsiLipsi’nin tepeye tırmanan daracık sokakları içinde bir avluya adeta saklanmış olan Manolis’te ilk önce mutfağa girip aşçı “Bunu yiyin” deyince tattığım, sonra da kendimden geçerek yediğim kayısılı kuzunun tadı hala damağımda. Yemekten sonra o harika tat ağzımdan çıkmasın diye kahve bile içmemiştim. Küçük bir ada, küçük bir köy, harika bir taverna!Taverna To Steki-LerosAlinda koyunun en ucunda kalan To Steki’de masalar kumun üstüne atılmış, ayağınızı uzatsanız denize değiyor. Bizim gümüşten de küçük olan atherina’lar ve inanmayacaksınız ama kızarmış patateslar olağanüstü! Kişi başına ödediğiniz ise neredeyse bütün tavernalarda olduğu gibi 10-15 Euro.Mylos-LerosMylos artık o kadar tanındı ki müşterinin yarıdan fazlası Türk. Mylos çok iyi bir taverna, sahibi Taki her daim orada, taraması unutulmaz bir lezzet!Dimitri Bambukos Molyvos-MidilliUzo adası Midilli’nin en kuzeyindeki Molyvos, adanın belki de en güzel köyüdür. Küçük bir balıkçı barınağının kenarına dizilmiş olan tavernalardan Dimitri Bambukos bir taş bir ev ile balıkçı teknelerinin arasına sıkışmış. Manzara güzel, atmosfer muhteşem, masanızda da lezzetli mezeler ve uzo, daha ne isteyebilirsiniz ki?Mesaionas-Mesta-SakızMesta, Sakız adasının güneyindeki dağ köylerinin en güzeli. Ortaçağ’dan beri neredeyse değişmeden kalmış olan Mesta’nın meydanı ağaçlarla kaplı, ağaçların altında ise olabilecek en tipik tavernalardan birisi Mesaionas var. Mezeleri de, köfte başta olmak üzere yemekleri de çok güzel. Etrafınızı saran sihirli atmosfer ise eşsiz.Primasera-PorosPoros, Pire’ye bir saat mesafede ünlü Hydra adasının komşusu. Mezeleri çok lezzetli, pirzolasının tadı hala damağımda. İstakoz da çok iddialı. Mezze-PorosAdından anlaşılabileceği gibi mezeleri ile iddialı ve gerçekten de lezzetliler. Sahibi eski bir buzuki sanatçısı olduğu için çok güzel çalıyor ve söylüyor.Manos-SimiManos artık bir klasik olmuş iyi yemekler sunan bir şovmen-şef-patron, ünlüler, yemeğin sonunda ellerinde tencereler çıkıp dans ediyor.
Masmavi bir denize doğru uzanan birkaç iskele, rengarenk balıkçı tekneleri bağlı, bazıları boş, bazılarında yaşlı bir balıkçı oturmuş, ağlarını tamir ediyor... Leros on iki adanın en güzellerinden birisi. Meze sofralarındaki patlıcan salatası, tarama, cacığın, yanı sıra kızarmış patatesin tadı çocukluğumuzdaki gibi...On iki adaları görmenin en iyi yollarından birisi adalar arası sefer yapan katamaranlar olmalı. Bodrum-Kos feribotu gecikme yapınca katamarana zor yetişmiş, biletçiyi son kalan üç kişilik yere dört kişi sığmamız konusunda zor ikna etmiştik. Üst güverteye çıkıp teknenin burnuna yakın bir yere oturduk, sadece 45 dakika sonra da Kalimnos limanına girdik. Kalimnos’un evleri diğer adaların aksine beyaz yerine pastel renklere boyanmış, limanı saran yamaçlarda yükseliyorlar. Tepeye yerleştirilmiş birkaç kilise ise sanki yukarıdan gelen gideni kontrol ediyor. Bizim hedefimiz Leros adasıydı, o da Kalimnos’tan 45 dakika kadar sürüyor ve biz Leros limanına girdiğimizde saat bir olmuştu. Kalacağımız Atlazia otelin sahibi Yorgo küçük arabasıyla bizi karşıladı.Mussolini adada kendisi için yazlık yaptırmışLeros on iki adanın en güzellerinden birisi. İtalyanlar da öyle düşünmüş olmalılar ki 1912 ile 1948 yılları arasındaki işgal döneminde Leros’u on iki adanın merkezi yapmışlar. Art Deco binalar ve kenarlarında palmiyeler dizili geniş bulvarlarla süsledikleri Lakki’yi de adanın, hatta on iki adanın baş şehri yapmışlar. Leros o zamanlar moda olmuş olmalı ki, Mussolini bile kendisine Leros’ta bir yazlık villa yaptırmış. Adalar Yunanistan ile birleşince Leroslular İtalyanlara inat Lakki’yi terk edip eski haçlı kalesinin eteklerinde iki koyun arasındaki bir sırtta kendilerine yeni bir köy kurmuşlar. Lakki de vasat bir marinası ve çoğu metruk Art Deco binalarıyla uykuya dalmış. Leros’un yeni merkezi Platanos kurulduğu sırtın iki tarafından adeta denize doğru akıyor. Pandeli güneyde kalan koyda, kuzey yamacından denize indiğinizde ise karşınıza Aya Marina ve Alinda koyu çıkıyor. Atlazia bu koyun karşı kıyısında kurulu beş-altı odalı bir otel, önünden bir arabanın geçeceği genişlikte bir yol, kaldırım yok, yoldan hemen sonra iki-üç metrelik bir kumsal. Masmavi bir denize doğru uzanan birkaç iskele, rengarenk balıkçı tekneleri bağlı, bazıları boş, bazılarında yaşlı bir balıkçı oturmuş, ağlarını tamir ediyor.Ayağınızı uzatsanız denize değiyorsunuzOdalarımıza yerleştiğimizde acıkmıştık, otelin yanında Taverna to Steki’yi görünce hemen oturduk. Masalar kumun üstüne atılmış, ayağınızı uzatsanız denize değiyor. Yunanistan’da her tavernada söylediğimiz mezelerden söyledik, bazıları yoktu. Olmayanlar için tavernanın sahibi Dimitri Spyrou “Bana bırakın” edasıyla bazı önerilerde bulundu. Yer o kadar güzel ki hiç itirazımız olmadı, hele sevgili eşim Lale’nin bayıldığı ve Yunanistan’da her gittiğimiz tavernada ısrarla sorduğu kızartma atherina’ları bulmuşken. Meze sofralarında patlıcan salatası, tarama, cacığın yanı sıra kızarmış patatesi çok güzel yapıyorlar, çoğumuzun çocukluğundan tadı damağında kaldığı gibi.Buzukinin eşsiz sesi“Peki Leros’a gitmişken Mylos’a gitmediniz mi” diye sorarsanız, aslında akşam yemeği için Mylos’da yerimizi ayırmıştık. Mylos’u da zaten iki-üç sene önceki bir yazımda yazmıştım: ”İki koyun arasında denize doğru uzanan bir yarımada düşünün. En ucuna bir yeldeğirmeni denizin üstünde ancak kendisinin sığacağı kadar bir adacığa sanki manzarayı tamamlasın diye yerleştirilmiş. Batmakta olan güneş denizin rengini koyu bir laciverte boyuyor. Koyun karşısında kayaların üstünde görkemli bir kale var. Kale ve altındaki sahilde uzanan köy gün batımıyla birlikte yavaşça kızıla boyanıyorlar, sonra ufka iyice yaklaşan güneş sanki bu kadar mavilik yeter diyerek denizin lacivertine de kızıl tonlar atmaya başlıyor. Değirmenin hemen yanıbaşında bir taverna var, Mylos diye bir taverna. Üst katında harika bir bar, önünde kocaman bir balkon.” Yani bu kadar keyif aldığım bir yere tekrar gitmeye tabii ki niyetim vardı, ama öğlen yemeğimiz bitince Dimitri yanımıza gelip “akşama buzuki var” deyinceye kadar. Dimitri’nin iki-üç metre enindeki kumsala attığı masaları ve bizi fazlasıyla memnun etmiş olan yemekleri, bizi akşam yemeğimizi de aynı kumların üstünde yalınayak oturup yememiz konusunda ikna etmekte zorlanmadı. Ege’nin lacivert suları gün batımına doğru önce koyu bir laciverte, sonra da kızıla boyanırken, hemen yanı başımızdan buzukinin o eşsiz sesi, kadehlerimizden de uzonun çınlaması geliyordu.