ALP dağlarının eteklerinde, Bad Tölz kasabası yakınlarındaki bir tepenin üstünde Bavyera kralı II. Ludwig’in yaptırdığı Neuschwanstein Şatosu yükselir. Adeta bir hayal aleminden fırlayan bu Disneyvari şatodan, Bavyera’nın kuzeyindeki etrafındaki surlardan içindeki evlere kadar olağanüstü güzel korunmuş bir Orta Çağ kasabası olan Rothenburg ob der Tauber’e kadar Almanların “Romantische Strasse” (Romantik Yol) adını verdikleri yol uzanır. Birbirinden güzel köylerin arasından uzanan bu yola hele altınızda açık üstlü bir araba, üzerinizde de masmavi bir gökyüzü varsa, doyum olmaz. Bavyera’nın doğusunda da “Romantische Strasse” kadar hoş, ama çok daha az bilinen bir rota vardır. İstanbul’dan kalkan sabah uçağı saat 9 buçuk gibi Münih’e iner. Havalimanından kiralayacağınız bir araba ile ki, gene açık üstlü olmasında fayda var, doğuya doğru giderseniz bir buçuk saat içinde Avusturya sınırındaki Passau kentine varırsınız. Passau, Innsbruck’un içinden geçen Inn nehrinin Tuna ile birleştiği noktada, iki nehir arasında bir dil gibi uzanan kara parçasına kurulmuş. İki görkemli nehir, etrafta yemyeşil tepeler, Tuna’nın karşı kıyısında yükselenin üstünde bir kale kurulmuş. Kalenin yanından adeta aşağıya düşen uçurumum altında iki nehir yetmiyormuş gibi, bir üçüncüsünün, Ilz’in suları da diğerlerine karışıyor.Tuna Nehri, pastel renkli tipik evler, daracık sokaklarTuna’nın karşı kıyısındaki sarp bir tepenin üzerinde kurulu Vate Oberhaus Kalesi’ne çıkmaya kesinlikle değiyor. Eski piskoposluk şatosu ve etrafını saran kaledeki restoranda oturup Münih’in ünlü Augustiner birahanesinin bir birası eşliğinde aşağıda kalan harikulade manzarayı seyredebiliyorsunuz. İki büyük nehir tembel tembel akıyorlar, kıyıya bağlanmış vapurlar ile Viyana’ya, Budapeşte’ye kadar turlar yapılıyor. Tuna oralardan taa Karadeniz’e kadar akıyor. Passau pastel renkli tipik evleri, ortalarında Alpler’in kuzeyindeki en büyük barok kilise olan Stephansdom (katedrali) ile bir masal kitabının sayfalarından fırlamış gibi. Biranızı bitirdikten sonra aşağı inip ilk önce Tuna, sonra da Inn nehrinin kıyılarında yürüdükten sonra katedral meydanını bulmak için kendinizi kentin daracık, çok keyifli sokakları arasında kaybedebilirsiniz. Passau’dan Nürnberg otobanına çıktıktan bir saat sonra Bavyera’nın neredeyse tam ortasındaki Regensburg kentine varırsınız. Burası da yüzyıllardır sanki hiç değilmemiş, Avrupa’nın en güzel eski şehirlerinden birisine sahip; zaten UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde. Regensburg yüzyıllar boyunca sadece Bavyera’nın değil, bütün Almanya’nın en önemli ve en zengin şehirlerinden birisi ve Roma Cermen İmparatorları’nın taç giyme yeri olmuş. Tuna nehri kıyısındaki Regensburg’u karşı kıyıya 12. yüzyılda yapılmış olan dünyanın en muhteşem taş köprülerinden birisi (Steinerne Brücke) bağlıyor. Köprüyü geçerken karşınızda katedrali, binaları, hanlarıyla şehrin yüzyıllardır bozulmamış silüeti görünüyor. Regensburg’un Altstadt’ı görmeye, gezmeye değer. Katedrali ve diğer kiliselerin kuleleri dışında şehri ilk başta pek anlam veremediğiniz başka kuleler de süslüyor. Bunlar 500 yıl önce İtalya’ya giden zengin tüccarların oralarda görüp özendikleri pek de işlevi olmayan kuleler. Ama doğrusunu isterseniz eski evlerin arasından yükseldikleri sokaklara da çok hoş bir hava veriyorlar.Sauerbraten yemeğini denemeden olmazAlman yemeği denilince aklınıza ilk olarak sosis ve domuz geliyorsa yanılıyorsunuz. Nefis bir et suyu sosu ile servis edilen Kalbsroulade ve sirke-şarap-otlarla marine edilip hafiften ekşi bir tat alan ünlü yemekleri Sauerbraten denemeye değer. Bavyera’da rastlarsanız mutlaka tadın diyeceğim bir yemek de Zwiebelrostbraten. Bu üstünde kızarmış soğan halkaları olan et de nefis bir sos ile yeniliyor. Adını söylemek biraz zor oluyor, ama inanın tadına değiyor.Bavyera denilince içecek de akla tabii ki ilk olarak bira geliyor. Eyalette içilen biranın neredeyse üçte biri Weissbier, yani “beyaz bira” denilen buğday birası. Bira festivalleri başta Eylül sonundaki Oktoberfest olmak üzere dünyaca ünlü. Regensburg’a yolunuz Ağustos’un ilk yarısında düşerse hemen yakınındaki Straubing’de yapılan Gaubodenvolksfest’e gitmelisiniz. ALMANLARIN FESTİVALLERİ BİR BAŞKA“Volksfest” halk festivali demek, ama Almanların festivalleri bir başka oluyor; tam bir panayır gibi, lunapark, oyunlar, milli kıyafetlerini giymiş genciyle yaşlısıyla düzgün insanlar. Devasa çadırların içine kurulmuş birahaneler, insanlar kadınlı erkekli litrelik bardaklardan, litrelerce bira içiyorlar, şarkılar söyleyip, ya hep beraber sallanıyorlar, ya da dans ediyorlar. On gün süren Gaubodenvolksfest, ülkenin Oktoberfest’ten sonra ikinci büyük bira festivali, on günde içilen biranın miktarı da 2 milyon litre kadar. Ve Straubing, Münih filan değil, küçük bir şehir. Regensburg’dan Münih havalimanına dönerken vaktiniz olursa Kelheim yakınlarında Tuna nehri küçük bir kanyona akmadan önceki bir dirseğin kenarına kurulmuş olan Weltenbug manastırını görmelisiniz. Tam adıyla Weltenburg Kloster’de neredeyse aralıksız bin yıldır, yani dünyadaki her manastırdan daha eskilerden beri bira yapılıyor. Oradan Münih’e dört metrelik şerbetçiotu bitkilerinin göz alabildiğine uzandığı Hallertau ovasından gidiliyor...
Herhangi bir restoran için şu veya bu yemeği en iyi yapar demek çok zordur ve çoğunlukla diğer restoranlara haksızlıktır. Oysa bizde yıllarda ilk önce İstanbul’u, sonra da sahil şeridimizi saran steak çılgı nlığı ile birlikte herkes kendince “en iyi” steak house’larımızı seçmeye başladı bile. Oysa daha iki üç yıllık mazileri olan bu restoranlar için bu tip yorumlarda bulunmak için daha çok erkendir. Onun için ben bu hafta dünyada en iyi steak yiyebileceğiniz restoranlardan örnekler vereceğim. Amerika’nın en önemli yemek dergilerinden Saveur bir yıl kadar önce Amerika’daki en iyi 7 diye Bern’s Steak House (Tampa), Craftsteak (Las Vegas ve New York), Five O’Clock (Milwaukee), Gene and Georgetti (Chicago), Gorat’s (Omaha), Pacific Dining Car (Los Angeles) ve tabii ki Brooklyn’deki efsanevi Peter Luger’i sıralamıştı. Bunlardan Peter Luger benim için her zaman “en iyi” steak yiyebileceğim yerler listesinde en tepelerdedir. Peter Luger’i defalarca yazdım, kendimi çok tekrarlamak istemem, onun için ola ki yolunuz New York’a düşerse, mutlaka Peter Luger’e gidin ve bir Porterhouse yiyin demekle yetineceğim. New York’un klasik steak house’ları arasında otuzlu yıllarda geçen bir filmi anımsatan dekoruyla, garsonlarıyla ve tabii ki tam kıvamındaki New York Strip’i ile Smith & Wollensky de uğramadan yapamadıklarım arasındadır. Batı‘da en konuşulan steak house’ların başında ise Kaliforniya’da Arnold Schwarzenegger’den sonra en ünlü Avusturyalı olan Wolfgang Puck’ın Beverly Wilshire otelinin içinde açtığı ve çok kısa bir sürede Amerika’nın en iyileri arasına giren Cut. Dünyaca ünlü Kobe steak’lerin yapıldığı Wagyu sığırlarının eti böyle bir ustanın elinde olağanüstü bir hal almış. Cut’taki steak‘ler olağanüstü, hemen yanı başındaki Sidebar’da içeceğiniz aperitif Martini kokteyl de Beverly Wilshire’ın büyülü atmosferinde... Ne diyeyim, büyüleyici!Brooklyn’de bir et mabediAvrupa’dan bir örnek verecek olursak Floransa’da, 19’ncu yüzyı lın sonlarından kalma Trattoria Sostenza var ki, orada yemek yemek ömre bedel. Via della Porcellana’da küçücük bir kapı. Beyaz fayans duvarlar, 20-30 kiş iyi oturtacak kadar yer olan tahta masalar. Girişte küçük bir servis barı, salonun sonunda bir avluya bakan açık bir mutfak. Mönü bir kağıda el yazısı ile yazılmış. Tereyağlı makarna, et soslu makarna, Toskana’nın o harika beyaz fasülyeleri gibi baş langıçlardan ana yemek için küçük mutfağa bir göz atmalısınız: Küçük bir kömür ızgarasında dev steak’ler, bir etobur için muhteş em bir manzara! Burası Brooklyn’deki Peter Luger’den sonra gördüğüm en etkileyici et mabedi! Peter Luger’de T-Bone steak’in en etkileyici kısmına Porterhouse Steak, Floransa’da ise Bistecca alla Fiorentina diyorlar... Dünyanın en güzel isimli yemeği!Her faninin tatması gereken bir lezzet... İtalya’dan İspanya’ya, daha doğrusu Bask Ülkesi’ne geçersek, Bilbao ile San Sebastian arasındaki Axpe adında küçük bir dağ köyünde Asador Etxebarri’yi buluruz. Burada şef Victor Arguinzoniz ızgara yapmayı ayrı bir boyutlara taşımış. Victor burada, Axpe’de doğmuş. Izgarasında meşe, portakal ve elma ağaçlarından kestiği odunu karıştırıyor, ızgarasına koyduğu ürüne göre farklı kombinasyonlar kullanıyor. Etxebarri’nin mutfağında etler, dev karidesler marine edilmiyor, ızgaraya konmadan önce üzerlerine sadece biraz zeytinyağı sürülüyor. Sofraya ise Victor’un bir Fransız köyünde 80 yaşında bir kadından yapmasını öğrendiği bembeyaz bir tereyağ konuluyor. Deniz tuzu serpiştirilmiş ve ızgaraya iki tarafıda eti sırlayacak kadar tutulmuş çiğe yakın chuleta ise “ben iyi et yaparım veya et severim” diyen her faninin mutlaka tatması gereken bir lezzet. Arjantin’de kompetan bir antrekot pişiricisiDev steak’lerden bu kadar bahsedip Arjantin’e değinmemek tabii ki haksızlık olur. Buenos Aires’in rengarenk liman mahallesi La Boca’daki El Obrero şehrin en ünlü parilla, yani et lokantalarından. Her tarafı Boca Juniors başta olmak futbol takımlarının bayrakları ve Maradona başta olmak üzere futbolcuların ve takımların resimleriyle dolu olan basit dekoru da, atmosferi de çok hoş. Ojo de bife, yani antrekot ile Chorizo sosisi muhteşem! Daha iyileri var mı, bilmem! Bu saydıklarım canım az pişmiş kocaman bir steak çektiğinde ilk aklıma gelip, ağzımın içinde ısırdığım etin suyunun tadını ta buradan hissetmemi sağlayanlar. Bu da saydığım “steak house”ların “benim en iyilerim” olmaları için fazlasıyla yeterli.
SAKIZ limanınından kiraladığımız bir araba ile adanın güneyindeki dağ köylerine doğru yol almaya başladık. Güneş, Çeşme yarımdasının arkasından doğmuş, yavaş yavaş etrafı ısıtmaya başlamıştı. Karşımıza ilk önce her halinden çok bereketli olduğu belli olan geniş bir ova çıktı. Kampos eskiden adanın merkeziymiş, Sakız’ın neredeyse sakızı kadar meşhur limonları, turunçgilleri bu ovada yetiştiriliyor. Ova bir zamanlar limon, portakal, nar bahçeleriyle kaplıymış. Eskiler hâlâ Sakız’a bir bahar günü sabahın erken saatlerinde, denizden yaklaştığınızda mis gibi limon kokusu alırsın diye anlatırlar. Kampos’un çok zengin olduğu yıllardan kalma konaklar büyük bahçelerini saran duvarların arkasında metruk halde zamana karşı direniyorlar. Kampos’dan sonra yol tepelere doğru tırmanmaya başlıyor, ama öyle korkulacak, bol virajlı bir dağ yolu değil, oldukça geniş ve keyifli bir yol. Limandan çıktıktan itibaren bir saati bile geçmeden Pyrgi köyü ne vardık. Bu Sakız’ın en tanınmış dağ köyü, neredeyse bütün evler balkonlarının altları dahil, pastel bir gri renkte geometrik desenlerle boyanmış. Daracık sokaklar, ağaçların altına masaların atılmış olduğu bir kafenin adeta işgal ettiği kilise meydanına açılıyorlar. Meydanın kenarında birkaç tane kıraathane var, yaşları belli olmayan adamlar sandalyelere dizilmişler, boşluğa bakıyorlar. Pyrgi’den sabah kahvemizi içtikten sonra bu sefer oldukça dar ve virajlı bir yoldan on dakikada Ermosios’a indik. Burası siyaha yakın bir renkteki volkanik kumsalı ve harika deniziyle belki de adanın en güzel plajı.Prygi, Sakız’ın en tanınmış dağ köyü olabilir, ama bence en güzeli ünvanı başka bir köyün olmalı. Oraya varmak için yaz sıcağı altında yolumuza devam ettik, Ermosios’un denizinde serinlettiğimiz vücutlarımız gene ısınmaya başlamışlardı ki, karşımıza uzaktan çok güzel görünen Olimpi köyü çıktı. Gerçi o bir serap gibiydi, görünmesiyle kaybolması bir oldu ve nihayet Mesta’ya vardık. Sakız’ın güneyi adanın sakız üretiminin merkezi. Buradaki dağ köyleri etrafları adeta surlara benzer evler tarafından kapatılmış ortaçağdan beri neredeyse aynı kalmış köyler. Sakız vaktiyle Osmanlı hareminde çok revaç ta olduğu için bu bölgeye o yıllarda da çok önem verilmiş, halk ve köyler sakız üretimine bir şey olmasın diye korunmuş. Mesta sanki ortaçağdan beri hiç değişmemiş, taş evlerin arasına sıkışmış olan daracık sokaklarında kollarınızı açtığınız zaman iki yanınızdaki duvarlara dokunabiliyorsunuz. Evler sayısız kemerle birbirlerine bağlanmışlar, o derece ki denilene göre Mesta’nın damlarında sokağa inmeden dolaşarak bütün köyü gezebilirsiniz. İşte bu köyde dünyanın en hoş otellerinden birisi bulunuyor. Atinalı Tasos Tzekuras babasının Mesta’da işlettiği birkaç odalı pansiyonu devralmaya karar verince köyün dört bir köşesinden birkaç eski taş evi daha almış ve bunları çok zevkli bir şekilde, iyi bir otel müş terisini fazlasyla memnun edecek şekilde döşemiş. Lida Mary’nin sadece yedi odası var, birbirlerine uzaklar, ama bu sayede de sanki kendi evinizde kalıyormuş gibi oluyorsunuz. Zaten Mesta’da bir iki gün kalınca insan kendisini köyün yerlisi gibi hissetmeye, köyün meydanında rastladığı köylülerle selamlaşmaya başlıyor. Mesta’nın meydanı da ağaçlarla kaplı, bir köş esinde onbeş-yirmi basamakla çı kılan bir tepede devasa bir kilise var. Meydanın bir tarafında birkaç modern kafe var, diğer tarafında ise olabilecek en tipik Yunan tavernaları ndan birisi Mesaionas; mezeleri de, yemekleri de çok güzel.Ama ben Yunan adasındayım, ille de deniz kenarında yiyeceğim derseniz, gün batımından önce gene virajlı bir yoldan beş dakikada Mesta’nın limanına inebilirsiniz. Tasos’a orada bir taverna tavsiye et dediğimizde, “kıyıda iki tane var, ikisi de iyidir” demişti. Gerçekten de Limenas Mesta’nın iki tavernasında da iyi mezeler, papalina başta olmak üzere kalamar, ahtapot gibi basit deniz mahsülleri ve uzo’nuzun eşliğinde bir Yunan adasında olmanın keyfini doyasıya çıkarabiliyorsunuz. Küçük bir limandasınız ve denizin tam kenarında oturup harika bir gün batımını n Ege’nin o hiç bir denizde bulamayacağınız o lacivert sularının turuncunun tonlarından geçerek karamasını seyrediyorsunuz. Biz öyle yapınca Tanrı ‘ya hem bizi, hem de bu coğrafyayı yarattığı için şükrettik.
Brezilya Uruguay’a yenildiğinde, bunun formaların rengine bağlanması Brezilya Futbol Federasyonu’nu harekete geçirmiş ve 1954 Dünya Kupası‘nda giyilecek formalar için bir tasarım yarışması açılmıştı. Brezilya milli takımının forması işte böyle ortaya çıkmış... GÜNEYAmerika’nın Atlas Okyanusu sahilleri boyunca uzanan Brezilya, Uruguay ve Arjantin’in futboldaki rekabetini bilmeyen yoktur. Bu üç ülke aralarında tam dokuz kere dünya şampiyonu olmuşlardır. Uruguay ve Arjantin gök mavisi formaları sayesinde “Celeste” diye bilinirler. Brezilya’nın belki de dünyanın en tanınan forması olan sarı -yeşil forma ile mavi şortları nın ise çok hoş bir hikayesi vardır. Çok kişi bilmez, ama Brezilya 1950 Dünya Kupası finalinde kendi sahası nda, ünlü Maracana stadında Uruguay’a 2-1 yenildiğinde sahaya yakaları mavi olan beyaz forma ve beyaz şort ile çıkmıştı. Brezilya’nın kaybettiği bu final hâlâ her Brezilyalı’ nın içinde uhdedir. Bir Rio de Janeiro gazetesi milli hafızada “Maracanazo” diye anılan bu felaketi, hatta milli travmayı beyaz formaların “psikolojik ve moral sembolizmden yoksun” ve uğursuz olmasına bağlamıştı. Brezilya Futbol Federasyonu hemen duruma müdahale etmeye karar vermiş ve 1954 Dünya Kupası‘nda giyilecek formalar için bir tasarım yarışması açmış. Dünyanın belki de en tanınan futbol forması olan Brezilya milli takımının forması işte böyle ortaya çıkmış. Brezilya bayrağının renkleri yeşil, sarı ve mavidir. Yarışmayı kazanan 19 yaşındaki Aldyr Garcia Schlee o günleri anlatırken “bu renkler bir futbol forması için çok zor renklerdi” diye anlatıyor. İlk önce şortların kenarında beyaz çizgiler olan mavi olmasına karar vermiş . Formalarda sarı ve yeşil ile bir süre oynadıktan sonra yaka ve kol uçları yeşil olan sarı forma ve beyaz çoraplara karar vermiş ve efsanevi Brezilya forması ortaya çıkmış . Aldyr sarı formaların Brezilya’ya ekzotik bir hava verdiğini söylü yor ve haklı da. Brezilya yeni formasıyla katıldığı 1954 Dünya Kupası‘nda başarılı olamayıp ilk turlarda elendi. Gelin görünki ilk Dünya Şampiyonluğu’nu kazandığı İsveç 1958’de de finalde bu formayı giyemedi, çünkü ev sahibi İsveç sahaya sarı forma mavi şort ile çıkacaktı . O yıllarda takımların Dünya Kupası‘nda bile öyle birbirinden şık birkaç farklı forması yoktu. Brezilya da İsveç‘e sadece sarı formalarıyla gelmişti ve final günü Stockholm’de bir dükkana gidip lacivert formalar alıp sarı formalarından kestikleri amblemleri bu formalara dikip final maçına çıktılar. Dünya Kupası ne kadar değişmiş demeden edemiyor insan; düşünün, finale kalan takım maç günü finalde giymek için forma alış verişi yapıyor! Ama Brezilya daha sonraki Dünya Kupaları‘nda o muhteşem yeşil yakalı sarı formalarıyla tam 4 defa daha Dünya Şampiyonu oldu. O formaları şimdi 5 Dünya Şampiyonluğu yıldızı süslüyor. Aldyr’e gelince, o Uruguay sınırına yakın Pelotas kentinde oturuyor. Yaşı ilerlemiş, tasarladığı dünyanın en tanınan futbol formasını pek önemsemiyor. Pele’nin kendisine hediye ettiği 10 numaralı sarı Brezilya formasını kaybetmiş, hatta dahası Brezilya yerine evine birkaçkilometre mesafedeki Uruguay’ı tutuyor. Aldyr Ingiltere’yi yenerek gücünü gösteren Uruguay’ın bu yaz, gene Maracana’da, üçüncü Dünya Şampiyonluğu’nu kazanmasını hayal ediyordur. Ama Brezilya’nın böyle bir felaketi bir daha kaldırabileceğini sanmıyorum. Onun için Uruguay finale kalır mı bilemem, ama kalır da karşısındaki takım ev sahibi Brezilya olursa, karşılarında nedeyse hepsi Aldyr Garcia Schlee’nin yarattığı efsanevi sarı formayı giyip Maracanazo’nun tarihe karışması için dua eden bü tün bir ülkeyi bulacaklar.
Havalimanındaki pasaport polisi elindeki pasaportu uzun uzun inceledikten sonra karşısındaki adamı süzdü: “Alcides Ghiggia... Siz gerçekten o musunuz?” Altmışlı yaşlarındaki adam zoraki bir gülümseme ile “Evet” dedi, “Ben oyum”. Genç polis kız, elindeki pasaporta Brezilya giriş damgasını vururken acı bir gülümseme ile söylendi: “Siz bu ülkeye verdiğiniz acının farkında mısınız?”Bu olaydan 40 sene kadar öncesine,Rio de Janeiro’nın Maracana Stadı’ndaki 1950 Dünya Kupası finaline dönelim. Brezilya’ya kendi sahasında dünya şampiyonu olmak için beraberlik yetiyordu ve onları desteklemek için stadın tribünlerini 200 bin kişilik mahşeri bir kalabalık doldurmuştu. Brezilyalı futbolcular dünya şampiyonu olacaklarından çok emindiler. Friaça’nın golüyle 1-0 öne de geçtiler. Schiaffino 66. dakikada durumu 1-1 yaptığında stadta pek ses çıkmadı, çünkü beraberlik yetiyordu ve herkes Brezilya’nın ilk dünya şampiyonluğundan hâlâ çok emindi. Sonra maçın 79. dakikası geldi. Ghiggia bir kaç çalımdan sonra ceza sahasına girdi, herkes orta yapacağını beklerken o topu kalenin yakın köşesine bırakıverdi, kaleci Barbossa topa doğru atladığında çok geç kalmıştı. Uruguay 1930’dan sonra ikinci kez dünya şampiyonu olmuştu ve dev Maracana bir ölüm sessizliğine bürünmüş, tribünlerden atlayıp intihar edenler olmuştu. Ghiggia ilerki yıllarda o günü anlatırken “Maracana’yı tarihinde 3 kişi tek harekette sessizliğe bürümüştür, Frank Sinatra, Papa John Paul II ve ben” demiştir.KALE DİREKLERİNİ BİLE YAKTIO trajik anın ikinci aktörü olan Brezilya kalecisi Barbossa ise o günden sonra ülkesinde neredeyse hayatı boyunca uğursuz olarak görüldü. 80’li yıllarda Brezilya milli takımının kampını ziyaret etmesine bile uğursuzluk getirir diye izin verilmedi. Barbossa “Hayatımın en üzücü günü o maç günü değil, bir gün sokakta dolaşırken bir kadının ‘Şuna bakın, işte bütün Brezilya’yı ağlatan adam bu’ diye bağırdığı gündü” demişti. Barbossa 1963 yılında arkadaşlarını evinde bir mangal partisine çağırıp bu lanet üstünden kalksın diye nereden bulduysa Maracana’nın kale direklerini bile mangalında yakmıştı. Ama heyhat, Brezilya o günden sonra 5 defa Dünya Kupası’nı kazandı, fakat o kâbus unutulmadı... Bu haftaki yazımı hepimizin iyi bir Dünya Kupası seyretmesi dileklerimle ilginç bir 1950 Dünya Kupası notu ile bitirelim: Türkiye, “Brasil 1950” elemelerinde Suriye’yi 7-0 yenmiş, ikinci rakibi harpten çıkmış Avusturya maça çıkmayınca da Brezilya’ya gitme hakkını elde etmişti. Ama sonra da tahsisat eksikliğinden, yani paramız olmadığı için Dünya Kupası’na gitme hakkından vazgeçmiştik.
Hamburglular her yıl Mayıs ayında “Hafengeburtstag“, yani Hamburg limanının doğumgününü kutlarlar. Bu yıl limanın 825’inci doğumgünüydü ve her yıl olduğu gibi bir milyon kişi Hamburg sokaklarını ve Elbe nehrinin kıyılarını doldurdu. Dev cruise gemilerinden küçük balıkçı teknelerine, askeri gemilerden römorkörlere, direklerini onlarca yelkenin süslediği geçmiş yüzyıllardan kalma dev yelkenlilerden modern yelkenlilere, motorbotlara kadar yüzlerce tekne misfir oldukları limanda adeta birbirlerine ve izleyicilere hava attılar. Akşam Hamburg’un en iyi restoranlarından birisine gidecektik, ama itiraf etmeliyim ki limandaki onlarca, belki de yüzlerce yiyecek içecek standı arasında Thüringer sosislerine rastlayınca dayanamadım, soğuk bir bira eşliğinde Almanya’da olmanın keyfini çıkardım. Sokak yemeğinden alınan böyle küçük mutluluklar bazen dünyaya bedel olabiliyor diye düşündükten sonra zor bulduğumuz bir taksi ise Elbchausee’ye çıktık. Türkçesi “Elbe şosesi” gibi bir şey olan bu yol Elbe nehrinin kuzey kıyısı boyunca zengin banliyölerini katediyor. Nereye kadar gidiyor bilmiyorum, ama taksimiz 15 dakika kadar etrafına dev ağaçların gölgesindeki villaların serpiştirildiği caddeden gittikten sonra solda, önünde devasa kırmızı bayrakların dalgalandığı bir binanın önünde durdu. Burası Le Canard Nouveau idi, bir buçuk milyonluk Hamburg’daki on bir tane Michelin yıldızlı restorandan birisi, bizim için daha önemlisi dünyada Michelin yıldızı olan tek Türk şef Ali Güngörmüş’ün restoranı. Yemeğe körili falafelle başlamakLe Canard Nouveau’nun Elbe nehrine hakim harika bir balkonu var. Birkaç yıl önce gittiğimde orada oturmuştuk, ama ne yazık ki durmak bilmeyen bir yağmur bizi içeriye soktu. Şef bize camekan mutfağın önünde ana salona camekan kapılarla bağlı özel bir oda ayırmıştı. Bir önceki gelişimde yemek öncesi servis edilen küçük tabaklardaki iştah açıcıların damağımda yarattığı lezzet patlamaları hâlâ hafızamdaydı, ama bu sefer başka bir sürpriz vardı. Yemeğe körili bir falafel ile başladık, nefisti. Mayıs ayı Almanya’da “Spargelzeit”, yani beyaz kuşkonmaz mevsimidir. Hamburg’da sürekli kuşkonmaz yedik, ama Ali Güngörmüş’ün kuşkonmaz morel mantarı birlikteliği hoş bir ayrıcalık oldu. Sonra patates ravioli ve üstüne birkaç bezelye bırakılmış bezelye sos eşliğinde kaz ciğeri geldi, o da olağanüstüydü.Başarının şımartmadığı isimTadım mönülerinde adettendir, arada bir sorbe verilir, damak temizlensin diye. Le Canard Nouveau’daki passion fruit margarita yemek sonrası tatlı ihtiyacını bile karşılayacak lezzet ve kıvamdaydı. Ana yemeğimiz olan çamfıstığı soslu enginar ve kerevizli steak’den sonra şef elinde bir şişe tatlı Riesling Auslese ile aramıza katıldı. Sohbet ettik, “İkinci Michelin yıldızı ne zaman” sorusuyla çok karşılaşıyor olmalı ki mütevazı bir gülümsemeyle “Bir yıldızı koruyayım bana yeter” dedi. Ali Güngörmüş ilkokulu Tunceli’de okuduktan sonra Münih’e babasının yanına gitmiş. Çıraklıkla girdiği mutfaklar onu kısa sürede Michelin yıldızlı restoranlara, oradan da kapanmak üzere iken satın alıp adına “Nouveau” eklediği Le Canard’ı satın almaya götürmüş. Riesling Auslese eşliğindeki sohbetimiz geç saatlere kadar sürdü. Başarının şımartmadığı, ayakları yere sağlam basan bir Michelin yıldızlı şefle ikinci kere beraber olmanın keyfi ve elimde kızım şef Esen Hünal Blake’e gülümseyerek “Bir şeften başka bir şefe” diyerek imzaladığı Akdeniz yemeklerini kendi yorumlarıyla sunduğu “Mediterran” kitabıyla ve bir daha ki İstanbul ziyaretinde La Brise’de bir yemek yemek sözüyle otelimize döndük.Hamburg balık halindeki süren gelenekEskiden Pazar sabahlarının erken saatlerinde, üzerlerinde martıların çığlıklar atarak dolaştıkları balıkçı tekneleri Hamburg limanına girdiklerinde halk onları karşılardı. Balık halinde kurulmuş ızgaralarda sosisler, balıklar kızartılır, halk erkekli kadınlı ellerinde bira bardakları müzik eşliğinde soğuk denizlerden evlerine dönen balıkçıları karşılardı. Bu yeme içme saat 9 sularında halk Pazar ayini için kiliseye gidebilsin diye sona ererdi. Artık balıkçı tekneleri Elbe Nehri’nden limana kadar gelmiyorlar, ama bu geçmişi yüzyıllara dayanan gelenek hâlâ yaşatılıyor. Biz de ertesi sabah erken kalktık, balık haline gidip kalabalığın arasına karıştık. Birer bira ve sosis aldık, sabah 6’da bira içmek her zaman yapabileceğimiz bir şey değildi, gülümseyerek biralarımızı yudumlamaya başladık. Eski balıkçı halinin bir ucuna kurulmuş bir sahnede yaş ortalaması bizden on yaş kadar yüksek olan bir grup rock çalıyordu. Biraz onları dinleyip, hem onların, hem de kendimizin haline güldükten sonra dışarıya çıktık. Rıhtıma bağlı tek bir balıkçı teknesi hâlâ Hamburg limanının 825 yılının bir şahidiymiş gibi orada duruyordu.
Eski siyah Citroen yana yatarak virajdan çıktı. Kapıları arkaya doğru açıldı. İçinden çıkan ince beyaz çizgili siyah kruvaze takım elbise giyen adamlar makineli tüfeklerini kafede oturam insanların üstüne boşalttıktan sonra Citroen’in kapısının kenar çıkıntısına basarak hızla uzaklaştılar. Tekerleklerin gıcırtısı eşliğinde uzaklaşırken kaldırımda kanlar içinde şık hanımefendi ve beyefendiler bırakmışlardı.Marsilya denilince aklıma eskiden böyle sahneler gelirdi. Akdeniz kıyılarındaki bu liman kenti, uzun yıllar kaçakçıların ve gangsterlerin şehri olarak ün yapmıştı. Bu ün, bizim gibi hem aynı denizin kıyısında, hem de çok uzaklarda olan insanlara Borsalino ve French Connection gibi filmler sayesinde ulaşmıştı. Ben de Marsilya’da ilk iş olarak Vieux Port‘ta bir kafede oturup bir pastis söyledim. Akdeniz şehrilerinin ortak özelliklerinden birisi anasonlu içkilerden hoşlanmalarıdır. Bu Beyrut’ta arak, İzmir’de rakı, Atina’da uzo, Marsilya’da ise pastis’dir. Kadehimdeki pastisimi adet olduğu üzere bire beş su ile karıştırdım.Marinada hayatın keyfini çıkarıyorlarBir süre eski siyah Citroen’in caddenin karşısındaki apartmanların arasındaki sokaktan çıkmasını beklemedim dersem yalan olur. Sonra etrafımı seyretmeye başladım. Vieux Port, İstinye koyu gibi şehrin içine doğru uzanmış eski liman. Artık liman olarak kullanılmıyor, dev bir marinaya dönüştürülmüş, kıyılarına kaldırım cafe’leri ve restoranlar serpiştirlmiş. Marsilya çok güzel bir şehir. Daracık sokakların arasından şehre hakim olan Notre Dame de la Garde kilisesine kadar tırmanırsanız hem kiliseyi gezebilir hem de Marsilya’yı tepeden seyredersiniz. Kilisenin rengarenk tavanlarından sarkıtılmış olan küçük gemiler denizlerde hayatını kaybetmiş olan Marsilyalı denizciler için edilen duaları temsil ediyor.Marsilya tam bir liman kenti ve pazar sabahları eski limanın kıyısında hâlâ balık pazarı kuruluyor, balıkçılar kıyıya bağladıkları teknelerinin önüne kurdukları tezgâhlarda çoğu hâlâ canlı olan balıkları satıyorlar. Rengârenk insan manzaraları, bağırış çağırışlar, balık alan Marsilyalılar ve onları yüzlerinde bir tebessüm, ellerinde kameralar ile seyreden turistler.İstakozlu balık çorbasını tadınŞehir deniz ile bu kadar iç içe olunca, mutfağına hakim olan yemekler de tabii ki deniz mahsülleri oluyor. Marsilya’ya kadar gitmişken mutlaka yenilmesi gereken yemek dünyaca ünlü balık çorbası Bouillabaisse. Mütevazı bir başlangıcı olmuş bu ünlü çorbanın. Balıkçılar denizden dönünce sahilde oturup pazarda satılmayan balıklardan çorba yaparmış. Zamanla çorbanın içine lezzet katsın diye baharatlar, kabuklu deniz mahsülleri de koymuşlar. Bouiilabaisse balıkçıların kazanlardan balık restoranlarına terfi edince içine daha makbul balıklar, hatta istakoz bile konmaya başlanmış. Bir yemeğin başarı öyküsü işte kısaca böyle, Marsilya’da en iyisini yiyebileceğiniz restoranların başında da Le Rhul geliyor. Efsanevi mimar Le Corbusier’in eseri kendi adını taşıyan otelin restoranı La Ventre de l’Architecte, Le Moment ve La Petit-Nice Passedat, Marsilya’nın “star” şeflerinin mutfak sanatlarını icra ettikleri restoranlar, La Cantinetta ise türünün en iyi örneklerinden bir İtalyan lokantası. La Cantinetta’nın bulunduğu La Paine mahallesi şehrin nabzının gecenin geç saatlerine kadar atmaya devam ettiği bölge.En şirin sahil kasabası CassisLe Rhul’ün bulunduğu sahil şeridi şehrin doğusunda kalıyor. Kayalıkların arasından giden bir sahil yolunun kıyısında çoğu restore edilen ve son zamanlarda süratle fiyatları artan çok güzel eski evler var. Karşınızda Akdeniz’e birkaç çıplak ada serpiştirilmiş, biri Monte Cristo Kontu’nun zindanlarında kaldığı kalenin bulunduğu ada, Ile d’If. Sahili takip eden virajlı cadde sonra nedense plajlar ve beach club’lar ile dolu bir düzlüğe açılıyor. Onun ötesi ise gene kayalıklar arasına giren turkuaz renkli fiyortlarla dolu Calanquez bölgesive kendi körfezinin kenarı kurulmuş şirin bir sahil kasabası Cassis; buralıların tabirine göre “makul fiyatlı bir St Tropez.“Marsilya’ya sadece yarım saat mesafedeki Aix-en-Provence da mutlaka görülmesi gereken harika bir yer, ama Provence’ı da bu yazıya sıkıştırmaya kalkışmak haksızlık olur. Onun için mutfağıyla, lavantasıyla, olağanüstü tabiatıyla Provence başka bir yazıya. Bu arada yazının başına bakmayın, Marsilya’da artık pek gangster filan kalmamış, çok medeni, keyifli, lezzetli, harika bir şehir. İstanbul’a ise Türk Hava Yolları’nın direkt uçuşu ile sadece 2 buçuk saat mesafede!
Geçen hafta sonu çok güzel bir yere gittim. İstanbul'dan İzmir'e veya İpsala hududundan Yunanistan, hatta Balkan ülkelerine araba ile gittiğimde Trakya'nın ilkbahardaki yemşeyil haline hep hayranlık duymuşumdur. “Yolun iki tarafında uzaklardaki dağlara doğru uzanan yuvarlak tepelerin üstünde bir ev olsa ne keyifli olurdu” diye düşünmüşümdür. İşte geçen hafta sonunu birkaç arkadaşımla, hem de etrafı bağlarla sarılı öyle bir evde, Barbaros Bağ Evi'nde geçirdim.Yıllardır yazmışımdır, bizim bağlarımızın ortasında neden Avustralya'nın Barossa, Güney Afrika'nın Stellenbosch, Franschhoek veya Kaliforniya'nın Napa vadilerinde olduğu gibi bağların ortasında butik oteller, restoranlar olmaz diye. Barossa vadisinin bulunduğu Güney Avustralya eyaletinin nüfusu 1 milyon 600 bin kişi kadarken sadece Barossa vadisinin bağları için buraya gelen turist sayısı 600 bin kadardır. Bu insanlar da oralara keyifle yiyip, içmeye, kısacası para harcamaya geldiklerine göre, bağcılık turizminin bölgeye olan ekonomik katkısını hesaplamanız çok zor olmaz.Trakya yeşili bütün cömertliği ile sunuyorSon haftalarda bizim gazetelerimizde Trakya Bağ Rotası ile ilgili bol miktarda yazı gözünüze çarpmıştı, bazılarını da okumuşsunuzdur. Bu Kırklareli'nden, Tekirdağ, Şarköy üzerinden Gelibolu yarımadasına uzanan bölgedeki 12 butik üreticinin bağlarını ziyaret edebileceğiniz bir rota. Gelibolu yarımadasındaki Suvla bağlarında bir tarafınıza Saroz körfezini, öteki tarafınıza Çanakkale boğazını alıp öğlen yemeğini yedikten sonra Tekirdağ'a 10 dakika mesafedeki Barbare bağlarının ortasında, tepedeki bağ evinin terasında, karşınızda gökteki yıldızlara nispet yaparcasına ışıkları pırıldayan Marmara adasına karşı akşam yemeğinizi yiyip yatabilirsiniz.Biz İstanbul'dan çıktıktan bir buçuk saat kadar sonra Barbare Bağlarına vardık. Tekirdağ'dan geçerken köfte yemenin çağırısına direnenmiştik, toktuk. Sabahtan beri sürekli yağan yağmur durmuş, güneş gökyüzündeki kara bulutların arasından göz alabildiğine uzanan tepeleri aydınlatmaya başlamıştı. İlkbahardı, tabiat yeşili bütün cömertliğiyle sunuyordu. Bir beklemediğimiz hediyesi daha vardı tabiatın o gün ki, seyre doyum olmuyordu. Yeşil tarlaların arasına serpiştirilmiş kanola tarlaları adeta fosforlu bir sarıya bürünmüşlerdi.Barbaros Bağ Evi bir tepeye kurulmuştu. Marmara denizi kıyısındaki adını aldığı Barbaros balıkçı köyüne doğru uzanan yamaçlar Barbare bağları ile kaplıydı. Marmara adası güneşin kendini göstermesine bağlı olarak sürekli renk değiştiren Marmara denizinin gri-lacivert sularının arkasında kendini gösteriyordu. Bağ evinin önündeki geniş terasa oturunca önümüze konulan Tekirdağ köftelerini aynı günkü ikinci öğlen yemeği olarak gene reddedemedik. Ondan sonra yediğimiz bir çifte manda kaymaklı Hayrabolu peynir tatlısı ise olağanüstüydü, aklımızı başımızdan aldı.Doğada hiçbir şey yapmamanın mutluluğuYemekten sonra manzaraya karşı öylesine oturduk. İtalyanlar böyle anlara "dolce far niente", yani "hiçbir şey yapmamanın mutluluğu" derler, biz de tabiatla iç içe hiçbir şey yapmamanın mutluluğunu çıkardık. Sonra hava karardı, harika bir akşam yemeğinden sonra kara bulutlar daha yeni dağılmaya başlamışlardı ki yerlerini alacakaranlığa, sonra da dolunayın aydınlattığı bir karanlığa bıraktılar. Barbaros Bağ Evi'nin odalarına çekildiğimizde dolunay gökyüzündeki yolunun çoğunu katetmişti. Fransızlar bir bağdan şarap almak için beş yıl, iyi şarap almak için ise on yıl gerekir derler. Trakya'da bu işe gönül vermiş olanların bağlar onuncu yıllarına yaklaşıyor. Trakya günün birinde bir Barossa Vadisi gibi bağlarına turist çekebilir mi, bilmiyorum, ama on yıl önce şarapçılığımız şimdi olduğu noktaya gelecek mi diye sorsalardı da, herhalde o soruya da "bilmiyorum", hatta "sanmıyorum" diye cevap verirdim. Ama şimdilik şu kadarını söyleyeyim, İstanbul'a sadece bir buçuk saat mesafede bir cennet var, bir hafta sonu gidin, keyfini çıkarın.Barbaros Bağ Evi'nin altı odası var. (0212 257 07 00, info@barbarosbagevi.com)Bağ evinde 4 Mayıs'ta Fabio Bambrilla, 25 Mayıs'ta ise ülkemizdeki favori İtalyan şefim Giovanni Terracciano özel bir mönü hazırlayacak. Trakya Bağ Rotası için www.trakyabagrotasi.com’a bakabilirsiniz.