ALP dağlarının eteklerinde, Bad Tölz kasabası yakınlarındaki bir tepenin üstünde Bavyera kralı II. Ludwig’in yaptırdığı Neuschwanstein Şatosu yükselir. Adeta bir hayal aleminden fırlayan bu Disneyvari şatodan, Bavyera’nın kuzeyindeki etrafındaki surlardan içindeki evlere kadar olağanüstü güzel korunmuş bir Orta Çağ kasabası olan Rothenburg ob der Tauber’e kadar Almanların “Romantische Strasse” (Romantik Yol) adını verdikleri yol uzanır. Birbirinden güzel köylerin arasından uzanan bu yola hele altınızda açık üstlü bir araba, üzerinizde de masmavi bir gökyüzü varsa, doyum olmaz.
Bavyera’nın doğusunda da “Romantische Strasse” kadar hoş, ama çok daha az bilinen bir rota vardır. İstanbul’dan kalkan sabah uçağı saat 9 buçuk gibi Münih’e iner. Havalimanından kiralayacağınız bir araba ile ki, gene açık üstlü olmasında fayda var, doğuya doğru giderseniz bir buçuk saat içinde Avusturya sınırındaki Passau kentine varırsınız. Passau, Innsbruck’un içinden geçen Inn nehrinin Tuna ile birleştiği noktada, iki nehir arasında bir dil gibi uzanan kara parçasına kurulmuş. İki görkemli nehir, etrafta yemyeşil tepeler, Tuna’nın karşı kıyısında yükselenin üstünde bir kale kurulmuş. Kalenin yanından adeta aşağıya düşen uçurumum altında iki nehir yetmiyormuş gibi, bir üçüncüsünün, Ilz’in suları da diğerlerine karışıyor.
Tuna Nehri, pastel renkli tipik evler, daracık sokaklar
Tuna’nın karşı kıyısındaki sarp bir tepenin üzerinde kurulu Vate Oberhaus Kalesi’ne çıkmaya kesinlikle değiyor. Eski piskoposluk şatosu ve etrafını saran kaledeki restoranda oturup Münih’in ünlü Augustiner birahanesinin bir birası eşliğinde aşağıda kalan harikulade manzarayı seyredebiliyorsunuz. İki büyük nehir tembel tembel akıyorlar, kıyıya bağlanmış vapurlar ile Viyana’ya, Budapeşte’ye kadar turlar yapılıyor. Tuna oralardan taa Karadeniz’e kadar akıyor. Passau pastel renkli tipik evleri, ortalarında Alpler’in kuzeyindeki en büyük barok kilise olan Stephansdom (katedrali) ile bir masal kitabının sayfalarından fırlamış gibi. Biranızı bitirdikten sonra aşağı inip ilk önce Tuna, sonra da Inn nehrinin kıyılarında yürüdükten sonra katedral meydanını bulmak için kendinizi kentin daracık, çok keyifli sokakları arasında kaybedebilirsiniz.
Passau’dan Nürnberg otobanına çıktıktan bir saat sonra Bavyera’nın neredeyse tam ortasındaki Regensburg kentine varırsınız. Burası da yüzyıllardır sanki hiç değilmemiş, Avrupa’nın en güzel eski şehirlerinden birisine sahip; zaten UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde. Regensburg yüzyıllar boyunca sadece Bavyera’nın değil, bütün Almanya’nın en önemli ve en zengin şehirlerinden birisi ve Roma Cermen İmparatorları’nın taç giyme yeri olmuş. Tuna nehri kıyısındaki Regensburg’u karşı kıyıya 12. yüzyılda yapılmış olan dünyanın en muhteşem taş köprülerinden birisi (Steinerne Brücke) bağlıyor. Köprüyü geçerken karşınızda katedrali, binaları, hanlarıyla şehrin yüzyıllardır bozulmamış silüeti görünüyor. Regensburg’un Altstadt’ı görmeye, gezmeye değer. Katedrali ve diğer kiliselerin kuleleri dışında şehri ilk başta pek anlam veremediğiniz başka kuleler de süslüyor. Bunlar 500 yıl önce İtalya’ya giden zengin tüccarların oralarda görüp özendikleri pek de işlevi olmayan kuleler. Ama doğrusunu isterseniz eski evlerin arasından yükseldikleri sokaklara da çok hoş bir hava veriyorlar.
Sauerbraten yemeğini denemeden olmaz
Alman yemeği denilince aklınıza ilk olarak sosis ve domuz geliyorsa yanılıyorsunuz. Nefis bir et suyu sosu ile servis edilen Kalbsroulade ve sirke-şarap-otlarla marine edilip hafiften ekşi bir tat alan ünlü yemekleri Sauerbraten denemeye değer. Bavyera’da rastlarsanız mutlaka tadın diyeceğim bir yemek de Zwiebelrostbraten. Bu üstünde kızarmış soğan halkaları olan et de nefis bir sos ile yeniliyor. Adını söylemek biraz zor oluyor, ama inanın tadına değiyor.
Bavyera denilince içecek de akla tabii ki ilk olarak bira geliyor. Eyalette içilen biranın neredeyse üçte biri Weissbier, yani “beyaz bira” denilen buğday birası. Bira festivalleri başta Eylül sonundaki Oktoberfest olmak üzere dünyaca ünlü. Regensburg’a yolunuz Ağustos’un ilk yarısında düşerse hemen yakınındaki Straubing’de yapılan Gaubodenvolksfest’e gitmelisiniz.
ALMANLARIN FESTİVALLERİ BİR BAŞKA
“Volksfest” halk festivali demek, ama Almanların festivalleri bir başka oluyor; tam bir panayır gibi, lunapark, oyunlar, milli kıyafetlerini giymiş genciyle yaşlısıyla düzgün insanlar. Devasa çadırların içine kurulmuş birahaneler, insanlar kadınlı erkekli litrelik bardaklardan, litrelerce bira içiyorlar, şarkılar söyleyip, ya hep beraber sallanıyorlar, ya da dans ediyorlar. On gün süren Gaubodenvolksfest, ülkenin Oktoberfest’ten sonra ikinci büyük bira festivali, on günde içilen biranın miktarı da 2 milyon litre kadar. Ve Straubing, Münih filan değil, küçük bir şehir. Regensburg’dan Münih havalimanına dönerken vaktiniz olursa Kelheim yakınlarında Tuna nehri küçük bir kanyona akmadan önceki bir dirseğin kenarına kurulmuş olan Weltenbug manastırını görmelisiniz. Tam adıyla Weltenburg Kloster’de neredeyse aralıksız bin yıldır, yani dünyadaki her manastırdan daha eskilerden beri bira yapılıyor. Oradan Münih’e dört metrelik şerbetçiotu bitkilerinin göz alabildiğine uzandığı Hallertau ovasından gidiliyor...
Bozulmadan kalmış bir masal diyarı Bavyera
Haberin Devamı