Napoli’den iki saatlik bir yolculuktan sonra Roma havalimanına gelmiş, check-in işlemlerinden sonra güvenlikten geçiyorduk. Daha uçaklara sıvı alınabildiği zamanlardı. Yumruk büyüklüğündeki peynirlerin suyun içinde yüzdükleri strofor kutuyu cihaza koydum ve diğer ucuna geçtim. Polis memuru ilk önce önündeki ekrana, sonra da bana baktı ve o harika İtalyan aksanı ile “vhat iz dis” diye sordu, “Mozzarella” diye cevapladım. Peynirlerin ekrandaki görüntüsüne, boylarına bir daha bakıp gülümsedi ve “Bufala, eh?” diye sordu. Nedense İtalyanca bilmememe rağmen “Si” diye cevap verdim, o da bana dudaklarındaki kocaman gülümseme kaybolmadan bilmediği bir lisanda cevap verdi: “I am Naapoli!” O an sanki strofor kutudaki bufalo mozzarellalarını damağında eziyormuşçasına bir zevkle gülümsediğini fark ettim. Ben de gülümsedim, hatta galiba kutudaki muhteşem peynirlerle ilgili birkaç laf ettik veya etmeye çalıştık. Belki de Napoli’den taşımaya üşenmediğim Mozzarella di Bufala’ları evde kahvaltıda domates dilimleri, zeytinyağı ve birkaç yaprak fesleğenle nasıl yiyeceğimi anlatmış bile olabilirim. Ben İtalyan mutfağını çok severim. Bizim milletimiz de çok seviyor olmalı ki Ataköy Marina’da 1991 yılında La Torretta’nın açılmasından bu yana İstanbul İtalyan lokantası doldu. La Torretta’nın şefi Mario Parisi her yönüyle tam bir İtalyan şefti. Sicilyalıydı, mutfağa girdiği zaman harikalar yaratır, girmediği zamanlar salonda garsonlara bağırır, müşterileriyle sarmaş dolaş olurdu. Bir şarkı söylemesi eksikti, zaten çok sigaradan olacak, sesi de pek güzel değildi. Ama İstanbul’da bir efsane oldu, ilk önce La Torretta’da, sonra Da Mario’da milletimizin İtalyan yemeklerini tanımasında, sevmesinde çok, ama çok büyük rolü oldu. Pizzanın ana yurdu Napoli’dirDoksanlı yıllarda ülkemizde İtalyan lokantası işletmek çok zordu. Bırakın prosciutto gibi mutfağın olmazsa olmazlarını, espresso bile bulunamıyordu. Birçok ürün gibi espresso kahve de bavullarda taşınıyor, sonra fincanın yarısını doldurmuş halde müşterilerinin önüne çıkınca “Bu kadar para alıyorsunuz, ayıptır, bari fincanı tam doldurun“ tepkisi ile karşılaşıyordu. Şimdi artık öyle değil. Yazının başında bahsettiğim Mozzarella di Bufala’nın da içinde olduğu birçok ürün artık sadece restoranların mönülerini değil, marketlerin raflarını bile süslüyorlar. İstanbul’daki İtalyan restoranı sayısı neredeyse orta boy bir İtalyan şehrindeki kadar oldu. Şimdi Zorlu Center’in açılmasıyla bunlara üç beş daha eklenecek. Dünyanın en tanınmış şeflerinden Jamie Oliver‘ın adından da anlaşılacağı gibi İtalyan konsepti Jamie’s Italian gün sayıyor. İtalya’dan çıkıp New York’ta ünlenen Eataly de aynı AVM’ye çok iddialı geliyor. Tom’s Kitchen biraz İtalyan ötesi bir restoran, ama o da, şefi de çok iddialı isimler. Umarım üç beş sene önce İstanbul’a benzer iddialarla gelen Uzakdoğu füzyonunun üçünlü markası Hakkasan, Spice Market ve Zuma‘dan ilk ikisinin başına gelenler yeni İtalyan’larımıza olmaz, ömürleri uzun olur, biz de keyfini çıkarırız. Zaten artık İstanbul’a dünya gastronomisinin önemli merkezlerinden biri muamelesinin yapılmasını istiyorsak, ayağımıza kadar gelen bu nimetlerin hakkını vermeliyiz. İtalyan mutfağınından bahsetmişken pizzaya değinmemek haksızlık olur. Pizzanın hayatımda ayrıcalıklı bir yeri vardır; ama öyle her pizzanın değil, Napoli pizzasının! Çünkü pizzanın anayurdu İtalya değil, Napoli’dir. Napoli’de olduğu gibi tabağınızdaki pizzanın kenarları pofuduk, domates sosu sulu, ağzınızı ıslatacak kıvamda olmalıdır. Kenarlarındaki şişlikler hafif yanık, dumanı üstünde olmalıdır. Napoli’deki Di Matteo ve Da Michele gibi pizza mabetlerinde pizza böyle yenilir. Zorlu Center’in İtalyanları daha açılmadılar, ama bu aralar Napoli’nin harika pizzalarıyla yarışacak pizzayı Nişantaşı’ndaki Pipa yapıyor. Benden size içten bir tavsiye, bir öğlen veya akşam gidip pizzadan önce bir Buratta, bir mozzarella yiyin, sonra da öyle çok malzemeye filan girmeden bir Margherita deneyin. Pizza Margherita adını, yaratıldığı devrin kraliçesinden, rengini de bayraktan alır. Peki İtalyan bayrağının renklerine karar verenin Napolyon olduğunu biliyor muydunuz?
Dünyanın en önemli şarap dergilerinden Wine Spectator her yıl olduğu gibi bu yıl da 31 Ağustos sayısında dünyanın en iyi şarap listesi olan restoranlarını gösteren listesini yayınladı. Şimdiye kadar “Best Restaurants for Winelovers" (şarapseverler için en iyi restoranlar) başlığıyla verdikleri listeye bu sefer sadece “The List”, yani “Liste” diye başlık atmışlar. Daha 2010 yılında Endonezya, Kazakistan, Lübnan, Umman, hatta Vietnam’dan bile restoranların bulunduğu bu prestijli listede ülkemizden tek bir restoran bile bulunmuyordu. Aradan geçen üç yıl içinde bu değişti ve bu yıl Wine Spectator’un dünya çapında 3 bin 793 restoranı kapsayan listesinde Türkiye’den tam 9 restoran var. Bu restoranlarımız kapılarına Wine Spectator dergisinin “Award of Excellence” plaketini asabilecek. Wine Spectator’dan “Award of Excellence” ödülünü alabilmek için şarap listenizde en azından yüz şarap olması, şarap listenizi destekleyebilecek büyüklükte bir şarap mahzeninizin bulunması ve şarap listenizin hem çeşitli ülke ve bölgelerin şarapları arasında bir dengeye sahip olması, hem de mönünüzle uyumlu olması gerekiyor. Yani bunu almak öyle bol şarap alalım, şarap listemiz zengin dursun demekle olmuyor, bilinçli olmak, bir de şarabı sevmek, bilmek gerekiyor.Nişantaşı'nın Fransız brasserie'si La Brise de varWine Spectator “şarapseverler için en iyi restoranlar” sıralamasını üç grupta yapıyor. Award of Excellence’den sonra gelen Best Award of Excellence için şarap listeniniz 400 şaraptan fazla şarabı içeriyor olması gerekiyor. Bunu bu yıl başarabilen restoran sayısı ise bütün dünyada sadece 849. Türkiye'nin bu ödüle sahip tek restoranı ise geçen yıldan beri İstanbul'daki Sunset. Dünya çapında sadece 72 restoranın alabildiği Grand Award’ı ise ülkemizdeki ithalat ve vergilendirme şartları ile uzun bir süre hiçbir restoranımızın alamayacağını kabullenmek gerekir. Wine Spectator Grand Award, yani “Büyük Ödül” için şarap listenizde bin 500 farklı şarap olması gerekiyor. Bir de bu listeyi destekleyecek devasa bir şarap mahzeni. Grand Award sahibi restoranların arasında mahzenlerinde yüz binlerce şişe şarap bulunduran birçok restoran var. Bunlardan bazılarının şarap listeleri adeta birkaç ciltlik ansiklopedi gibi, yemeğe gelen müşteriler 5 bin, 6 bin, hatta 10 binin üstünde farklı şarap arasından seçim yapabiliyorlar."The List"de geçen yıl yer alan Mikla, Şans, Ulus 29 ve Lavanda'ya bu yıl İstanbul'daki Mövenpick otelinin restoranı Azzur, Topaz ve Brasserie La Brise ile Göltürkbükü'ndeki Maça Kızı katıldılar. Azzur'un şarap listesi bir otel restoranı için hayli iddialı. Hem yemekleri, hem de eşsiz manzarasıyla yıllardır İstanbul’un en iyi restoranları arasında yer alan Topaz'ın şarap listesinden yüzden çok yerli, 160 kadar da yabancı şarap bulunuyor. Maça Kızı da yazlık konumuna uygun olarak roze şaraplar ve şampanyalarda çok iddialı, doğrusu bu konuda Cannes veya St Tropez'deki ‘beach club’ veya restoranları aratmıyor. Bu yıl Wine Spectator ödülü alan Nişantaşı'nın Fransız brasserie'si La Brise de 30 biralık bira listesinin yanı sıra Fransız şarapları ile yeni nesil Türk şaraplarından oluşan bir şarap listesine sahip. Michelin yıldızımız hâlâ daha yokYaz aylarından ülkemizdeki olaylar nedeniyle oldukça yorgun çıkan turizm sektörümüz için bunlar çok olumlu gelişmeler. Wine Spectator gibi dergileri yemeye, içmeye ve gezmeye para harcayan kimseler okuyor ve yurt dışı seyahatlerinde bu dergilerde okudukları yerlere gitmeyi tercih ediyorlar. Son yıllarda arkadaşlarıyla "long weekend" (uzun haftasonu) seyahatlerine çıkıp butik otellerde kalıp, iyi restoranlarda yiyip içip para harcayan turistler turizm dünyasının yıldızları oldular. Bu tip insanları ülkemize çekmenin yolu da tarihi zenginliklerimiz ve yerel yemeklerimiz kadar uluslararası standartlarda olan otel ve restoranlarımız.Michelin yıldızlarına gelince, İstanbul’da bırakın 3 yıldızı, 1 yıldızı olan tek bir restoranımız bile yok. İstanbul’a Michelin yıldızları gelinceye kadar, bir arkadaşımın “Türkiye Avrupa Birliği’ne girinceye kadar galiba ortada Avrupa Birliği diye bir şey kalmayacak” demesi gibi, bu yıldızların pek önemi kalmayacağa benziyor. Dünyada yeme içme trendleri hızla değişiyor. İnsanlar artık on, on beş yemeği kapsayıp saatlerce süren tadım mönülerinden, moleküler mutfaklardan filan sıkılmaya başladılar. Yeni trend iyi bir başlangıç, “namuslu, dürüst” ve tabii ki çok lezzetli bir ana yemek ve bir de tatlı olacağa benziyor. Gerçi bu ayrı bir yazı konusu, ona da bazı örnekleriyle başka bir yazıda göz atarız.
Dublin yemyeşil tepelerin yerlerini denize doğru bıraktığı bir düzlükte kurulmuş bir şehir. İrlanda’nın Britanya İmparatorluğu’nun bir parçası olduğu yıllarda imparatorluğun Londra’dan sonra ikinci büyük şehriymiş. Binaların çoğu imparatorluğun önemli şehirlerine 1720-1840 yılları arasında hakim olan “Georgian” mimari tarzıyla inşa edilmiş hükümet binaları, konaklar ve sıra evler. Georgian mimari tarzı adını İngiltere’nin George olan ilk dört kralından alır. Dublin’in hepsi birbirinin aynı gri sıra evlerinin renklenmesi de bu 4 George’dan sonra gelen Kraliçe Victoria sayesinde, daha doğrusu onun yüzünden olmuştur.Rivayete göre Kraliçe Victoria çok sevdiği eşi Albert ölünce o kadar üzülmüş ki ulusal yas ilan edip imparatorluğun dört bir köşesinde bütün evlerin kapılarının siyaha boyanmasını emretmiş. Kendisi de ölünceye kadar matemini sürdürmeye ve sadece siyah giymeye karar vermiş. İrlandalıların tepkisi ise “Biz sana karışmayalım, ne renk giyersen giy, ama biz kapılarımızı siyaha boyamayız” şeklide olmuş. Ve aynı geçen hafta halkımızın ilk önce Beyoğlu’nda, sonrada İstanbul’un kalan semtleri ile yurdumuzun diğer şehirlerinde yaptığı gibi almışlar ellerine boyayı, başlamışlar evlerinin kapılarını rengarenk boyamaya. Dublin evlerinin kırmızı, sarı, pembe, mavi, lacivert gibi canlı renklere boyanmış kapılarının sevimli örneklerini hâlâ görmek mümkün. Temple Bar çok sayıda pub’ı ile ünlüDublin, Liffey Nehri tarafından ikiye bölünmüş, yürüyerek gezilmesi çok keyifli bir şehir. Nehrin kıyısında tek tük de olsa imparatorluk zamanından kalma görkemli binalar var. Bunlardan kubbeli bir koloniyal yapı olan gümrük binası ile İrlanda ihtilalinde önemli bir yeri olan postane görülmeye değer olanları. Dublin’e gitmişken, bir de mutlaka Trinity College’in muhteşem bir gotik mimariye sahip kütüphanesine gitmelisiniz. Buradaki çoğu el yazması bir milyon kitap yazarlar kenti Dublin’de her kitapseveri mest etmeye yeter. Ama Dublin aynı zamanda oldukça eğlenceli bir şehir. Bir zamanlar Dublin’de her üç evden birisinin altında bir pub varmış. Şehrin en güzel parklarından St Stephen’s Green’in hemen yanındaki Merrion Row’daki O’Donaghue birçok kimseye göre Dublin’in en iyi pub’ı. Müşterilerin çoğu İrlanda’nın “stout” diye bilinen siyaha yakın renkli, kremamsı yoğun bir köpüğe sahip birasını içiyor. İrlanda’nın kendi viskisi var ve içtikleri marka konusunda oldukça fanatikler, öyle ki bir pub’da viski sipariş ettikleri zaman mutlaka markasıyla söylüyorlar. Dublin’in Temple Bar diye bilinen mahallesi canlı gece hayatı ve çok sayıda pub’ı ile ünlü. Kraliçe Victoria döneminden kalma Palace Bar o yılların şatafatını, zenginliğini yansıtan dekoru ve 100 kadar farklı İrlanda viskisi bulabileceğiniz barı ile Dublin’in en güzel publarından birisi. Pub’ların çoğunda yemek yemek mümkün. 1198 yılında kurulmuş olan Dublin’in en eski pub’ı Brazen Head bir stout birası eşliğinde bizim etli patatese benzeyen “Irish stew” gibi geleneksel pub yemekleri yemek için ideal. Bu arada Dublin’in renkli kapılarıyla ilgili bir rivayet daha var. Ona göre de Dublinlilerin evlerinin kapılarını canlı renklere boyamalarının nedeni Kraliçe Victoria’nın ilan ettiği ulusal yas filan değilmiş. Bir adam şair komşusunun her gece pub’dan eve sarhoş dönüp yanlışlıkla kapısını çalmasından bıkmış. Bir gün almış eline boyayı kapısını açık yeşile boyamış. Bundan hoşlanan komşular da kendi kapılarını farklı renklerde boyamaya başlamışlar. Adı üstünde rivayet, canınız hangisine inanmak istiyorsa...
Burada her üç kişiye bir bar düşüyorKarayipler denilince akla ilk gelen iki ada Küba ve Jamaika’dır. Küba genellikle Fidel Castro, vücudunuzun her tarafında hareket etme hissi uyandıran müziği ve puroları, Jamaika ise Bob Marley, reggae ve son yıllarda pistleri kasıp kavuran sprinterleriyle anılırlar. Jamaikalı atletler 2012 Londra Olimpiyatları’nda 100 metre ile 200 metre’de erkekler ve kadınlarda (4x100 hariç) bütün altın madalyaları ve birkaç da gümüş ile bronz aldılar. Oysa Jamaikalılar öyle pek çalışkan ve disiplinli olmakla övünen bir millet değildir. Jamaika’da her üç kişiye bir bar düştüğü söylenir. Bunların çoğu önlerinde küçük bir veranda olan teneke barakalardır. Teneke duvarlardan içeriye bakarsanız küçücük mekanın neredeyse tamamen kaplayan bir bar görürsünüz. İçeride değil oturacak, ayakta duracak yerin bile olmamasına aldırmazlar. Sayıları bu kadar çok olduğu için içki ruhsatı almak diye bir problemleri yoktur. Bazıları derme çatma barlarının girişine koydukları ve üzerinde “Bu işletmeye içki ruhsatı almaya niyetim var” yazan tabelaları yeterli görürler. Barların verandaları ilk bakışta yaşları belli olmayan, ama sanki ezelden beri orada oturuyorlarmış gibi duran adamlarla doludur. Çoğu konuşmadan boşluğa doğru bakarlar. Her halükarda ellerinde kaçıncısı olduğunu belli etmedikleri bir kadeh rom vardır. Bob Marley’in prodüktörünün dünya harikası oteli Jamaika’nın neredeyse rom kadar tanınan bir ürünü de kahvedir. Başkent Kingston’un arkasında yükselen Blue Mountains’ın dik yamaçlarındaki plantasyonların kahveleri dünyanın en nadide kahveleri arasında yer alırlar. Jamaika’nın bembeyaz kumsallarını turkuvaz denize sarkan palmiyelerin süslediği plajları ile ünlü kuzey sahilinin aksine buralar olduça vahşi bir coğrafyaya sahiptirler. Yemyeşil yamaçlar uçurumların arasından bulutlara doğru yükselir. Tepelerden birisinin üstünde dünyanın en güzel otellerinden birisi yer alır: Eski bir kahve plantasyonu olan Strawberry Hill beyaz ahşap panjurlu koloniyal binaları, tavanlarında tembel tembel dönen pervaneleri, kenarında ahşap bahçe kanapeleri olan geniş çim alanları ve uçurumun kenarına kondurulmuş balkonlu küçük evlerden oluşan odalarıyla harika bir yer.Otelin sahibi Bob Marley’in plaklarını çıkaran Island Records’un sahibi Chris Blackwell olunca her tarafta Bob Marley çalıyor. Chris şarkıların olağanüstü “chill-out” versiyonlarını yapmış, reggae seviyorsanız elinizde bir fincan kahve ile dünyada başka bir yerde bulunmak isteyeceğinizi sanmıyorum. Bob Marley çok uzaklardan “Want more?“ diye fısıldıyor, “yok” diyoruz “böylesi çok iyi”. Jamaikalı bir kız gelip o harika aksanıyla bir şeyler söylüyor. Jamaica-Talk dedikleri bu İngilizce dünyada Portekizce ile birlikte kadınlar konuştuğu zaman harika bir hal alan iki lisandan birisi. Kendi kendime “Karın Jamaikalı olsa ve hiç durmadan konuşsa ne iyi olur“ diye mırıldanıyorum. Kahve fincanı yerini bir kadehe bırakıyor, aşağıda, çok aşağıda Kingston’un ışıkları göz kırpmaya başlıyorlar, havalimanından bir uçak kalkıyor. Aklım bir an bizim lacivert denizimize, mezelerimize gidiyor, ama Jamaika’da Bob Marley sizi hiç rahat bırakmıyor, bu sefer de kulağımız dibinde “Rastaman vibration“ diye bağırıyor, iyi de ediyor. Ne de olsa burası Jamaika, bütün ada “positive vibration.”
tina'nın güneyindeki Saronik körfezinde serpiştirilmiş olan adalar yaz aylarında turistlerden çok Atinalılar'ın dikkatini çekmeyi başarmışlar. Pire limanından kalkan vapurlar sizi bir iki saat içinde şehrin gürültüsünden bambaşka bir dünyaya taşıyorlar. Bir bakıma bizim İstanbul'un adaları gibi, ama daha büyükler ve bizim adalarımız gibi yazlık olma özelliklerini kaybetmemişler. Pire limanından çıktıktan sonra karşınıza çıkan ilk ada olan Aegina oldukça büyük, yeşillik ve çok güzel kumsalları var, ama Atina ve yarattığı kirliliğe yeteri kadar uzak değil. En uzakları Spetses ise tarih boyunca zengin ve önemli olmuş olan bir ada. Köyündeki bu yıllardan kalma konaklar bu zenginliğin tanıkları olarak zamana karşı direnmeyi başarmışlar. Vapurun Spetses'den yarım saat kadar önce uğradığı Atina'nın zenginlerinin gözdesi Hydra'ya iki hafta önce biz de uğramıştık, onun için bu hafta bambaşka bir adaya konuğuz; o da Mora yarımadasından karşıdaki tavernalardan gelen müziğin duyulacağı kadar dar bir boğaz ile ayrılmış olan Poros. Poros'da vapur rıhtıma yanaştığında ilk göze çarpan dar sokakların tırmandığı bir tepeyi taçlandıran saat kulesi. Köy tipik bir Yunan köyü, masalar kaldırımlara atılmış, mezelerle donatılmış, yerli yabancı müşteriler uzolarını yudumluyorlar. Adı İtalyan, ama kendisi olabildiğince Rum olan Primasera, Ege’nin en iyi balıkçı lokantalarından biri. Sahibi Tassos Pagonis kaldırımla mutfağın bulunduğu taş evin arasında kalan geniş bahçede masaların arasında koşturuyor. Primasera'da mezeler çok lezzetli, tavada kızarmış küçük balıklar ğavros ve atherina taptaze, pirzolanın tadı hala damağımda. Dünyanın dört bir yanında ıstakoz yemiş olan yol arkadaşımız Doktor Ergin Bengisü'ye göre ızgara ıstakoz ile ıstakozlu linguine yediklerinin en iyileri arasında yer alacak kıvamdaydılar. Önünüzde balıkçı teknelerinin dizili olduğu bir sahil, karşınızda Pelopones ya da Mora yarımadasının dağları, arkalarında kıpkırmızı bir güneş batıyor, daha ne isteyebilirsiniz ki? Küçük kumsalını görün... Denize girmek için de limana taksi ile 5 dakika mesafedeki Sirene Blue Oteli’ne gitmeniz yeterli. Bir uçuruma kurulu otel, yemyeşil tepelerin kucakladığı bir koya ve dağlara bakıyor. Küçük bir kumsalı, geniş bir ahşap güneşlenme platformu ve uzun bir iskelesi var. Sirene Blue aynı tavernalar gibi size verdiğinin karşılığında çok bir şey istemiyor. Odaların gecesi 140 Euro, kum-saldan birkaç basamak çıkıp yemeğinizi yiyebileceğiniz tipik bir tavernası var. İstanbul'a mesafesi de uçak ile bir saat, ardından Hellenic Seaways ile denizden de bir saat. Bizim lise tarih kitaplarında bahsi geçiyor muydu hatırlamıyorum, ama Poros’un 1820'li yıllardaki Yunan bağımsızlık savaşındaki yeri çok önemli. Osmanlı'nın bu toprakları kaybedeceği belli olunca Yunanistan'ın bağımsızlığını destekleyen İngiltere, Fransa ve Rusya'nın Konstantinopolis büyükelçileri 1828’de Poros'da bir araya gelip bu yeni ülke ile Osmanlı arasındaki sınıra karar vermişler. Çizdikleri sınır neredeyse 1912’deki Balkan harbine kadar baki kalmış. Konuyla ilgisi olmasa da itiraf etmeliyim ki bu İngilizler sınır çizme işini iyi biliyorlar.
Pire limanında adalara kalkan vapurların iskelelerinin hemen karşısında küçük bir balık pazarı bulunur. Denize dikey bir sokağın iki tarafına dizilmiş balıkçıların tezgahlarının aralarına serpiştirilmiş birkaç tane balıkçı meyhanesi vardır. Vapurumuzun kalkmasına daha bir buçuk saat vardı ve öğlen olmak üzereydi. Kapısının üstündeki tabeladan 1926 yılında kurulduğu yazılı tavernanın kapısının hemen önündeki bir masaya oturduk. Yanıbaşımızdaki balıkçının taze balık dolu tezgahları neredeyse sırtımıza değiyordu. Her tavernada olduğu gibi bol soğanlı bir çoban salatası, melantzane salata ve tarama salata, yani patlıcan salatası ve tarama ile cacıktan oluşan mezelerle masamızı donattık. Bizim de, vapurumuzun da kalkmasına az kala masaya gelen küçük kızartma balıkları da (gümüşün irisi veya ufağı, ğavros ve atherina) yedikten sonra yemek ve uzolarımız için kişi başı 10-15 Euro kadar ödeyip yüzümüzde mutlu bir gülümseme ile yola koyulduk.Ege günbatımı için Sunset plajıAtina’nın güneyindeki Saronik körfezinde çok güzel adalar vardır. Pire limanından ayrıldıktan iki saat kadar sonra Mora yarımadasının açıklarındaki Hydra’ya vardık. Hydra limanının girişi çok etkileyici. Oldukça çıplak bir ada, küçük limanın etrafı bir dik anfi gibi saran yamaçlar evler ve görkemli konaklarla kaplı. Limandaki irili ufaklı yatların arasında çok pahalı yatlar hemen dikkat çekiyor. Atina sosyetesinde burada yazlık ev sahibi olmak pek moda. 1700’lü yıllarda deniz ticareti ile zenginleşen adanın o zamanların görkemini taşıyan konaklarının yeni sahipleri Atina’nın zenginleri. Zaten adadaki şık butikler de hemen dikkat çekiyor. Hydra’da motorlu araç yok, ulaşım katırlarla sağlanıyor. Adada pek plaj yok, limanın bir ucundaki kayaların üzerindeki restoranların hemen altlarında kayaların arasında birkaç “beach” var. En uçtaki Sunset adına uygun bir şekilde harika bir Ege günbatımı seyretmek için ideal, dalgaların sürekli dövdüğü bir uçuruma asılı duran Omilos da hoş bir restoran. Adanın en iyi otelleri Bratsera, Angelika, Orloff ve Phaedra dar sokakların arasındaki eski taş evlerden bozma şık butik oteller. Odamızın balkonunda otururken aşağıdan geçen katırlar bir eve buzdolabı taşıyorlar. Angelika’nın sahibi Stavro dedesi ile anneannesinin komşu olarak büyüyüp sonra evlendikleri sokağın iki tarafındaki evlerini nasıl birleştirip otel yaptığını uzun uzun anlatıyor. Phaedra’nın sahipleri İstanbullu iki kız kardeş, onlarla da o kadar çok ortak konumuz çıkıyor ki, konuşmaya doyamıyoruz. Küçük ve dar sokakların güzelliğiAkşam olunca Blue Dolphin mağazasının sahibi Yeşilköylü Andon Nikoalidis’in önerisiyle dar bir sokağın içinde Ostria diye bir tavernaya gittik. Sahipleri Strati ve Thasula Selanikli imişler, sokaktaki bir asmanın altındaki masalardan birisine oturduk. Sokağın kalabalığı yavaşca azalırken masalardaki kalabalık giderek arttı. Hava karardıktan yarım saat kadar sonra karşımdaki dükkanın floresan ışığı da söndü ve küçük sokak harika bir loşluğa büründü. Masalarımızın, hatta sokağın üzerini kaplayan asmanın güzelliğini o zaman farkettik. Harika bir yemeği bitirdiğimizde ödediğimiz hesap gene bütün Yunan adalarında olduğu gibi kişibaşı 10-15 Euro kadardı. Kahvemizi Andon ile deniz kenarında oturup içtik ve uzun uzun eski Yeşilköy’ü, eski İstanbul’u konuştuk.Sabah olduğunda yola koyulmaya hazırdık. Vapurumuzu beklerken küçük limandaki kafelerden birisinde oturup Yunanlıların olmazsa olmazı, soğuk sütlü kahvelerden içelim dedik, birer “Frappe” söyledik. Deniz kenarına dizilmiş katırlar adeta bizi geçirmeye gelmiş gibi öylesine bekliyorlardı. Sonra kayalık burundan bizi yarım saatlik mesafedeki başka bir harika adaya, Poros’a götürecek olan Hellenic Seaways’in vapuru gözüktü. Ama bu haftalık yerimiz bu kadar, Ege’nin en yeşil adalarından biri Poros biraz da tarih serpiştirilmiş haliyle haftaya.
Yaz geldi. Bu aralar Yunan adalarına gitmek pek moda oldu. Çoğu sahillerimizden karşıda horoz ötse bu yakadan duyulacak kadar yakın olan bu adalar gerçekten görülmeye değer. Zamanın durduğu limanlar, şirin köyler, kişi başına 15-20 euro hesap ödeyip mükellef yemekler yiyebileceğiniz tavernalar, son derece davetkar lacivert bir deniz ve harika bir müzik. Rodos ile Simi kıyılarımıza serpiştirilmiş 12 Ada’nın en tanınmışları. Rodos çok büyük, Simi'deki Manos'u da artık bilmeyen kalmadı, onun için onları yazmayacağım. Ama 12 Ada’nın çoğuna gitmek için uğramak şart olan Kos ise onun kuzeyindekilerden birkaç yeme-içme önerim var. Haftaya da Atina ile Mora Yarımadası arasındaki birkaç adaya uğrarız. LerosMylos'taki lezzetli mezelerLeros'un merkezi Platanos kurulduğu sırtın iki tarafından adeta denize doğru akıyor. Pandeli güneyde kalan koyda, kuzey yamacından denize indiğinizde ise karşınıza Aya Marina ve karşısında Mylos Taverna'nın olduğu burun ve ucundaki değirmen çıkıyor. Mylos'da karşınızdaki manzara, günbatımı hepsi çok güzel, ama yemekler hepsini bastırıyor. Kızartma atherinalar (bizim gümüşten bile küçük bir balık), minik Simi karidesleri, yiyebileceğiniz en iyi kabak kızartmalarından birisi, bomba fasulye pilakisi (ğiğantes), feta sağanaki ve diğer mezeler ana yemek aratmayacak kadar lezzetliler. Tavernanın sahibi Taki ile konuşursanız birçok ortak tanıdığınız çıkabilir, neredeyse herkesi tanıyor. Kos Çiçek bahçesi dekorlu tavernalarTurist işgalindeki Kos her köşede turistik eşya satan dükkanları, tıklım tıklım kafeleri ile çok kalabalık. Çarşısındaki Otto E Mezzo hem gelen geçeni seyretmek, hem de nefis pizzalar yemek için ideal. "Ne yani Ege adalarında pizza mı yiyeceğiz" diyorsanız Nick The Fisherman deniz mahsüllerinden oluşan bir yemek için çok cazip, onun hemen yanıbaşındaki Taverna Kalymnos ise çiçek bahçesini andıran dekoru ve bir köşede oturup buzuki çalanlarıyla acaba buraya mı gitseydik diye aklınızda kalan bir yer. PatmosKabak çiçeği dolmasını deneyinPatmos limanına giriş çok zevkli, dar bir körfez, bembeyaz evlerle boyanmış güzel bir liman ve kayalık bir tepenin üstün konmuş bir kale, aslında kale de değil, bir manastır, etrafını saran uçuruma asılmış bir köy. Patmos’un turist istilasından uzak, sakin bir gününde denize girmek için adanın en iyi plajlarından Lampi’ye gidin. Kumsalın ortalarında bir taverna, önünde de bir çardak, yaşlı bir kadın bir kenarda oturmuş kabak çiçeği dolması yapıyor. Kabak çiçeklerini tavernanın arkasındaki tarladan gün doğmadan toplamış. Denize girdikten sonra bir uzo eşliğinde bu coğrafyanın sunduğu nimetlerden meze ve kabak çiçeği dolması ile istifade etmek harika.LipsiYemekleri bir deli yapıyorKartpostal gibi bir ada. Balıkçı barınağının hemen arkasındaki tepenin üzerini dolduran beyaz evler, bu boyda bir köy için oldukça büyük bir kilise, etraftaki tepelere serpiştirilmiş şapeller. Katsadia koyunda Yunan adalarının en iyi tavernalar-ından biri olan Dilaila var. Lipsi'nin tepeye tırmanan daracık sokakları içinde bir avluya adeta saklanmış olan Manolis'i ise size eski bir yazımda anlatmıştım: "Sokaktaki masalardan birisine oturduk. Garson kız mutfaktaki komik şapkalı genç aşçıyı gösterip 'Yemekleri bu deli yapıyor' diyor, mutfağa girince nefis sosun içinde yatan bir tencere yemeği gördük. Kayısılı kuzu imiş, 'bunu yiyin' dedi 'deli', ben zaten o demeden kendimi o sosun içinde bulmuştum bile. Böyle yemeklerden sonra tatlı yenmez, kahve içilmez ki o harika tat ağzınızdan çıkmasın, ben de öyle yaptım." Şiddetle öneririm! KalimnosKayaların gölgesinde denize girişSarp dağlar, dimdik kayalıklar bu adayı bir dağcılık ve kaya tırmanışı cenneti haline getirmiş. Adanın güneydoğusunda önünden fark etmeden geçebileceğiniz bir fiyort var, Vathi. Kıyılarındaki sarp kayalar ancak bir teknenin geçişine izin veriyor, ama dar fiyorta girdiğinizde önünüz Shangri-La misali cennet gibi bir vadiye açılıyor. Küçük bir köyde sahile dizili tavernalar, kayaların gölgesinde yüzebileceğiniz bir plaj. Vathi’den 15 dk. mesafedeki Kalimnos'un merkezi oldukça renkli. Ege’nin iki yakasında da köy ve meydan kahveleri çok keyifli olur. Eski süngercilerin uğrak yeri Library Kafeion'da oturup bir kahve için.
1945 yılının Nisan ayında Rus orduları doğudan önlerine çıkan her kasabayı, her köyü harabeye çevirerek hızla Berlin'e yaklaşıyorlardı. Avrupa'da savaşın son günleriydi, intihar etmesine sadece birkaç gün kalmış olan Adolf Hitler sığınağında hâlâ var olduğunu sandığı ordularına biçare emirler yağdırıyor, arada bir gün ışığına çıkıp Berlin'in savunmasını üstlenen çocuklara, yaşlılara madalyalar takıyordu. Rus topçu atışı Almanya'nın görkemli başkentinin banliyölerini sürekli dövüyordu.Üçüncü Reich'ın büyük bir kısmı işgal altındaydı. Sadece bazı cepler Naziler’in kontrolü altında kalmıştı. Oralarda da halk korku içinde Ruslar’ı bekliyor, bir yandan da batıdan gelen Amerikalılar’ın kendi bulundukları bölgeleri Ruslardan önce işgal etmelerini ümit ediyorlardı. Bavyera'nın başkenti Münih bu şehirlerden birisiydi ve Münih'te savaşın bu karanlık son günlerinde etrafta patlayan bombalar, yıkılan binalar arasında garip bir olay yaşanıyordu. Berlin'in düşmesinden sadece birkaç gün önce, 23 Nisan 1945 günü şehrin iki ezeli rakibi Bayern München ile 1860 München bir Bavyera Ligi maçı için sahaya çıkıyorlardı. Maç Bayern'in 3-2 galibiyetiyle sona eriyor, bu Almanya'da savaş bitmeden oynanan son maç oluyor, Bavyera Ligi de Almanya'nın diğer bölgelerinde oynanan ligler gibi yarıda kalıyordu.Harabelerin arasında beyaz örtülü masalar Savaşa katılan ülkelerin neredeyse hepsi savaşın ilk yılında liglerini tatil etmişlerdi. Almanlar ise her şeye rağmen, cephelerde hayatını kaybeden aralarında binlerce futbolcunun da bulunduğu milyonlarca insana rağmen hayret edilecek şekilde son ana kadar maçları oynamaya devam etmişlerdi. Ama her yerde değil. Münih'teki maç Bayern'in galibiyeti ile sona ererken, son iki yılın Almanya şampiyonu Dresdner SC'nin artık maç oynayacak hali yoktu. Dresden 13 ile 15 Şubat 1945 arasında müttefikler tarafından bombalanarak yerle bir edilmişti. 25 bin çok insanın hayatını kaybettiği bombardımanda Dresden'e 3 bin 900 ton tahrip gücü yükdek bomba atılmış şehir merkezindeki ısı bin dereceye çıkmıştı.Berlin'de de durum çok farklı değildi. Başkent işgalden en kötü etkilenen şehirlerin başında geliyordu. Her tarafta harabe haline gelmiş binalar, açlık, sefalet ve korku vardı. Ruslar 1942 yılında aralarındaki anlaşmayı bozup kendilerine saldıran ve ülkelerini işgal eden Almanlar’dan korkunç bir intikam almışlardı. Şehir yakıldı, yıkıldı, sadece Berlin'de bile on binlerce kadına tecavüz edildi. Sonra şehir müttefikler tarafından dörde bölündü ve şehir merkezi Ruslar’ın payına düştü. Bu hafta 1945 yılının harabeye dönmüş Almanyası‘ndan bahsetmemin nedeni işte o Rus işgalindeki Berlin'de çekilmiş olan bir fotoğraf karesi: Savaş biteli daha birkaç hafta olmuş. Şehrin ünlü restoranı ‘Lutter und Wegner'de beyaz örtülü masalar bombaların harabeye çevirdiği binaların arasındaki kaldırımlara atılmış. Kadınlı erkekli müşteriler ağır şartların el verdiği kadar güzel giyinmeye çalışmışlar, sunulan çok mütevazı bir mönü de olsa, oturmuş yemeklerini yiyorlar. Hayat her şeye rağmen devam ediyor, insanlar yaşamaya devam ediyorlar. 1818'den beri açık "Lutter und Wegner"Biz Cumhuriyet'ten beri savaş görmedik, bombalanmadık, şehirlerimizde binalarımız yıkılmadı. Onun için bizim böyle bir faciadan toparlanmamız ne kadar sürerdi, korkunç bir savaşın getirdiği yıkımdan sonra kaldırımlardaki bir kafenin, restoranın beyaz örtülü masalarında mütevazı bir yemek için bile olsa oturmamız ne kadar sürdü bilemiyorum. Bu konuda ne yazık ki çok iyi değiliz. Savaş olmadan bile biraz yağmur yağsa, rüzgar esse, okullar açılsa, okullar kapansa elini ayağını restoranlardan çeken bir halkımız var. İstanbul'da belediyemiz Belgrad'da kar yağsa "Balkanlar’dan soğuk hava geliyor, evlerinizden çıkmayın" diye halkı uyarıyor. En kozmopolit semtimiz Beyoğlu'nda 2013 yılında hâlâ beyaz örtüsünden vazgeçtim, kaldırımlardaki bir masada oturup yemek yememiz mümkün değil. Şimdi bir de sahibinin veya tek bir şubesinin yöneticisinin Gezi Parkı direnişindeki yanlış kararından dolayı haklı veya haksız nedenlerle kafe ve restoranlarımızı boykot ediyor, kızdığımız patronlarla birlikte yüzlerce çalışanı mağdur ediyoruz.7 Mayıs 1945'te teslim olan Almanya'da savaş sonrası ilk maç için 24 Haziran 1945'te sahaya çıkan ilk takım gene Bayern München oldu. Maçı 4-3 kazanan taraf ise başka bir Münih takımı olan FC Wacker idi. Kulüp yöneticileri Amerikan İşgal Komutanlığı'ndan izin alınmadan oynanan bu özel maç yüzünden ikişer gün hapis yattılar. Ama futbol bu, söz dinlemiyor. Sonbaharda 1945/46 sezonun ilk maçları oynandı. Statlar yıkıktı, halk bezgindi, açtı, ama dediğim gibi, hayat devam ediyordu. Lutter und Wegner de kurulduğu 1818 yılından beri kaç savaş görmüş olmasına rağmen hâlâ Berlin'in en iyi restoranlarından birisi olarak sadık müşterilerine hizmet etmeye devam ediyor.Çok isteyene burs Şehir'denİstanbul Şehir Üniversitesi’nin dördüncü kez düzenlediği ‘Çok İstiyorum Bursu’na başvurular başladı. Bursu neden çok istediğini en iyi ifade eden üç öğrenci puanı ne olursa olsun tam burs almaya hak kazanacak. Format kısıtlamasının olmadığı; öğrencilerin yazı, resim, fotoğraf veya video gibi araçlarla kendini ifade edebildiği burs imkanına cokistiyorumbursu@sehir.edu.tr mail adresinden 10 Temmuz 12.00'ye kadar başvurulabilir.