İniş ve çıkışlarla dolu cinin hikayesi

16 Mart 2013

vrupa ve Akdeniz milletlerinin neredeyse hepsinin bir milli içkisi vardır. Bazıları bütün dünyada sevilerek içilir, bazıları ise bizim rakımız gibi gelen turistlerce pek sevilmesine rağmen ülke sınırları dışına çıkmakta nedense zorlanır. İskoçların viskisi globalleşmeyi başarmış olan milli içkilerin belki de en önemlisidir. İskoçya’nın güney komşusu İngiltere’nin milli içkisi sayabileceğimiz cin de bir zamanlar üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu sayesinde bütün dünyada bilinir ve sevilerek içilir.Cinin hikayesi iniş ve çıkışlarla doludur. Aslında bütün dünyada London Dry Gin olarak tanınmasına rağmen aslında Hollanda kökenli bir içkidir. Adını "ardıç" anlamına gelen Jenever'den alır. Hollanda'da hâlâ çok popülerdir. Neredeyse bütün dünyada bir İngiliz içkisi olarak bilinmesinin sorumlusu da bir Hollandalı, 17'nci yüzyılın sonlarına doğru İngiltere'yi işgal edip kendisini İngiltere kralı ilan eden William of Orange'dir. William of Orange ilk başta yeni tebalarına kendi ülkesinin içkisini zorla içirmiş. Ama günlerimizdeki futbol taraftarlarından da bildiğimiz gibi İngilizler içki konusunda pek teşvik edilmeye ihtiyacı olmayan bir millet olduklarından kısa bir süre sonra zorlamaya gerek olmadan cin içmeye başlamışlar, hem de inanılmaz boyutlarda. 18'inci yüzyıla gelindiğinde Londra'da neredeyse her dört evden birisinde cin damıtılır olmuş. Halk sürekli sarhoş vaziyette gezmeye başlamış. Londra’nın o zamanki halini anlatan William Hogarth’ın “Gin Lane”, yani cin sokağı tablosu sokaklarda yatan sarhoşlar, kucağındaki bebeği düşüren kadınları, kısacası cinin neden olduğu sefaleti çok güzel gösterir. Hogarth aynı yıllarda yaptığı başka bir tabloda ise bira içen halkın mutluluğunu göstermiştir, ama konumuz o değil, onun için biz cin ile devam edelim.Kokteylde kendini yeniden sevdirdiCin AB normlarına göre tahıldan damıtılan en az 37.5 derece alkol içeren bir içkidir. Damıtımı sırasında içine başta ardıç olmak üzere en azından bir tane ot veya meyve (botanikler) koyularak tatlandırılmalıdır. 19'uncu yüzyılda sürekli damıtımın icadı ile daha rafine bir içki haline gelen cinin Hogarth’ın “Gin Lane” tablosu zamanındaki cinlerle pek alakası kalmamıştır. Bu yıllarda daha sek (dry) bir içki haline gelen cin Hindistan’daki İngilizlerin sıtmaya karşı aldıkları kininli tonikleri cinin içine koymaya başlamalarıyla en sevilen kokteyllerden birisi haline geldi. Aynı yıllar Amerika’dan başlayıp dünyaya yayılan bir kokteyl çılgınlığına sahne oldu. Cin çoğu kokteylin içindeki temel içki olarak kendini çok kişiye sevdirdi.Yirminci yüzyılın sonları ise dünyanın votkayı keşfedip aşık olduğu yıllar oldu. Hatta o dereceye kadar ki cin şişeleri barlarda bir kenara konup unutuldular. Ama Gordon, Tanqueray, Beefeater gibi bir nesilin ağzından düşmeyen markalar tam genç nesiller tarafından bilinmez olmuşlardı ki, cin cephesinde bir kıpırdanmalar olmaya başladı. Ünlü cin markaları farklı botaniklerle tatlandırılmış yeni cinler damıtmaya başladılar. Birçok cin üreticisi şişedeki cine tat veren otların, meyve ve baharatların isimlerini etiketlerin üstüne yazmaya başladılar.Bodrum mandalinası dilimleri ile lezizİskoçya'da damıtılan Hendrick's damıtımında cinine koku vermesi için ardıç, limon ve turunçgil kabukları dışında geleneklere pek sadık kalmayarak salatalık, hatta gül yaprakları kullanıyor. Londra’da damıtılan tek cin olarak Beefeater kalmıştı, ama şimdi ortaya London Dry Gin adının hakkını veren artisan üreticiler çıktı. 2009 yılında Londra’daki bir evin garajına yerleştirilen bakır bir imbikte damıtılmaya başlanan Sipsmith London Dry Gin’i Londra’daki başka mahallelerinde damıtılan cinler izledi. Soho’daki Graphic’de William Hogarth’ın tablosunun altında 170 çeşit cin arasından birisini seçip tablodakinden çok daha medeni bir ortamda cininizi yudumlayabilirsiniz. Buralara da bahar gelmek üzere, içine limon veya Bodrum mandalinası dilimleri atılmış buz dolu bir kadehte güneşin toniğin kıpırtılarını aydınlattığı bir cin tonik içmenin tam zamanı...

Devamını Oku

Sürgünde giden içkilerin zaferi

9 Mart 2013

spanyol şarap tüccarı Don Facundo Bacardi y Maso ülkesinden Santiago de Cuba’ya göç ettiğinde 1830 yılıydı. Don Facundo’nun yeni ülkesi Küba bir rom ülkesiydi. Romlar da o devirlerde şimdikiler gibi şık şişelerde satılan rafine, zarif içkiler değillerdi. Ama Don Facundo 1862 yılında küçük bir damıtımevi satın aldı. Hedeflerinden biri daha rahat içimli bir rom yapmaktı. Yaptı da; Don Facundo’nun damıttığı dünyanın ilk renksiz romu kısa sürede Küba’nın en sevilen romu oldu. Aile isimlerini koydukları romları Bacardi ve karısının uğur getirsin diye önerdiği yarasa logosu kısa bir süre sonra birçok ülkede tanınır oldular. Hatta Bacardi 1910 yılında Avrupa pazarına daha rahat ulaşabilmek için Don Facundo’nun anavatanı İspanya’da şişelenmeye başlandı.İki Dünya Savaşı arasındaki otuzlu yıllar ile Küba’nın Amerikalı zenginlerin keyif destinasyonu olduğu ellili yıllar romlu kokteyllerin altın çağıdır. Bacardi bu yılları dünyanın en sevilen içkileri arasındaki yerini sağlamlaştırmakla geçirmiştir. Sonra 1960 yılı ve Küba ihtilali geldi. Şirketin o zamanki parayla 76 milyon dolar değerindeki malına el konuldu, damıtımevleri ve üretim Küba devletinin eline geçti. Ancak Bacardi ailesi olacak olanları tahmin etmiş olmalıydı ki iki yıl önce Bacardi’nin bütün marka tescillerini Küba dışındaki şirketlerine devretmişti. Fidel Castro Küba’da yeni düzenini kurarken Bacardi romunu Puerto Rico, Meksika ve daha sonra dünyanın çeşitli ülkelerinde üretmeye devam edecek, içki dünyasının devleri arasındaki yerini perçinleyecekti.Rengi ve kokusu olmayan viskiYirminci yüzyılın başka bir komünist ihtilalinden etkilenen diğer bir ismi ise Piotr Arsenyeviç Smirnoff oldu. Bu beyefendi de Rus Çar’larının votkasını damıtıyordu, tabii ki 1917 yılına kadar. Bu tarihte Çar II. Nikolay ailesiyle birlikte Yekaterinburg’a sürgüne (ve infaza) giderken Smirnoff da Bacardiler gibi anavatanını terk edip İstanbul ve Paris üstünden Amerika’ya göç etmişti. Votka damıtmayı iyi biliyordu ve bu bilgisini yanında götürmesine kimse engel olamazdı. Tek sorun gittiği ülkede votka tanınmıyordu. İlk başlarda ürününü “rengi, kokusu ve tadı olmayan viski” olarak pazarlamaya çalışmış Smirnoff, sonra onun imdadına da votkanın Amerikalılarca keşfedildiği ellili ve altmışlı yılların kokteyl çılgınlığı yetişti. Votka kokyetllerin içine sinsice yerleşince Smirnoff votka da içki dünyasının en tanınmış isimleri arasında yerini aldı. Bu Pazar Bacardi ve Smirnoff ailelerinin hikayelerini neden anlattığıma gelince, bu iki “göçmen” ailenin içkileri yıllardır dünyanın en çok satan içki markaları listelerinde en önde yer alıyorlar. Anavatanlarını, yaratıldıkları yerleri terk edip uzak yerlere sürgüne gitmiş içkilerden bahsediyoruz, ama gelin görün ki, Bacardi uzun yıllar süren liderliğini 10 yıl kadar önce Smirnoff’a kaptırdığından beri Smirnoff votka yılda neredeyse 25 milyon kasalık satışıyla (300 milyon şişe) dünyanın en çok satılan içkisi. Uluslararası marka dediğin de böyle oluyor harhalde.tesellimiz büyük rakıDrinks International dergisinde yayınlanan listede de asıl önem belki de bu yüzden uluslararası markalara verilmiş. Aslında Korelilerin milli içkisi olan soju, Çinlilerin baijiu’su ve Hindistan’ın milyonlarca şişe satılan “viski” ve “brendi” markaları gibi sadece ülkelerinde tüketilen içkiler dahil edilirse Jinro markalı Kore soju’su 735 milyon şişeden çok satışla birinci oluyor. “Koreliler de amma çok içiyormuş” deyip uluslararası markalara bakalım. Smirnoff’u, Bacardi, onu da Brezilya’dan bir cachaça, Pirassununga 51 ile dünyanın en çok satan viskisi olarak Johnnie Walker takip ediyor. Absolut 10’ar milyon kasadan çok satış 5'inci sırada. “Bizden kimse yok mu” diye sorduğunuzu duyar gibiyim, hemen ekleyeyim: Yeni Rakı yılda 4 milyon 100 bin kasa (neredeyse 50 milyon şişe ile) dünyanın 55'inci en çok satılan içki markası. Tek tesellimiz ise... şişeler “büyük” rakı!Dünyanın en çok satılan içki markaları1) Smirnoff (votka) 296 milyon şişe2) Bacardi (rom) 235 milyon3) Pirassunnunga (cachaça) 223 milyon4) Johnnie Walker (viski) 216 milyon5) Absolut (votka) 135 milyon6) Jack Daniel’s (Tennessee viskisi) 127 milyon7) Pitu (cachaça) 126 milyon8) Captain Morgan (rom) 110 milyon9) Velho Barreiro (cachaça) 100 milyon10) Nemiroff (votka) 96 milyonDünyada en çok satılan içkiler (12 şişelik kasa yılda) 1) Baijiu (Çin) 456 milyon kasa (12 şişe) 2) Votka 421 milyon 3) Viski 302 milyon 4) Soju (Kore) 222 milyon 5) Rom 165 milyon 6) Brendi ve konyak 151 milyon 7) Cachaça 111 milyon 8) Likörler 100 milyon 9) Cin 60 milyon 10) Tekila 25 milyon

Devamını Oku

Issız adanın modern başkenti

2 Mart 2013

ao Paulo 19. yüzyıla kadar çok bereketli, yemyeşil bir platoda, kahve plantasyonlarının arasındaki küçük bir kasabaydı. Bulunduğu yemyeşil, çok bereketli plato 900 metre yükseklikte, ama denize sadece 70 km. mesafedeydi. Kahvenin süratle zenginleştirdiği Sao Paulo 20. yüzyılın ortalarına kadar hızla büyüyüp şehirleşmesine rağmen pek tanınmıyordu. Hatta daha sonraki yıllarda kahve Sao Paulo'nun kahve ihracatının yapıldığı limanı olacak olan Santos bile ünlü futbolcu Pele'nin takımının şehri olarak Sao Paulo'dan daha çok tanınıyordu. O yıllarda Brezilya denilince akla ilk cennet gibi konumuyla Rio de Janeiro geliyordu. Brezilya 1960 yılında oldukça radikal bir kararla ülkenin ortasında ıssız bir yerde yeni bir başkent kurmaya karar verdi. Geçen yıl Aralık ayında hayatını kaybeden dünyaca ünlü mimar Oscar Niemayer önderliğinde ultra modern bir şehir kuruldu. Başkentliğini kaybeden Rio de Janeiro kısa bir süre sonra bir darbe daha yedi ve ülkenin finans merkezi olma özelliğini de Sao Paulo'ya kaptırdı. Zamanla güzelliğini değilse de eski ışıltısını kaybetti. 20 milyona yaklaşan nüfusuyla dünyanın en büyük ve en önemli şehirlerinden biri haline gelen Sao Paulo'nun yıldızı yükselmeye başlamıştı. Sao Paulo'nun ana alışveriş caddesi olan Rua Oscar Freire sağlı sollu butiklerin, cafe ve restoranların sıralandığı çok şık bir cadde. Burada dolaşırken gözümüze çarpan Chef Rouge kaldırıma atılmış masaları ve Parizyen dekoruyla çok keyifli bir brasserie idi. Le Marais Bistro da şehrin önde gelen restoranlarından; burada da şef Gerson Campelo bir camekanın arkasında görünen mutfağında sanatını icra ediyor. Ama Sao Paulo'nun gastronomi sahnesinin yıldızı Alex Atala'nın restoranı DOM. Latince "Deo optimo maximo" yani "Tanrı en büyüktür"ün kısaltılmışı olan DOM dünyanın en iyi restoranları arasında yer alıyor. Geçen yıl çok prestijli "Best 50 Restaurants of the World" listesinde ‘Dünyanın 4. En İyi Restoranı’ olmayı başarmış. Atala'nın yeni açtığı ikinci restoranı olan Dalva e Dito ise tek kelimeyle harika. Çok yüksek tavanlı mekan çok sade döşenmiş, yere kadar cam mutfak ve olağanüstü yemekler. Dalva e Dito'da da mönüde ana tema geleneksel Brezilya yemeklerin modern dünyaya uygun yorumlanması ve Alex Atala bunu dünya restoranlarına örnek bir başarıyla yapıyor. efsane kahvesİnİ İçİn!Sao Paulo 20 milyonluk bir şehir olarak birkaç merkezden oluşuyor, ama şehrin eski çekirdeğini oluşturan merkezi operası, koloniyal mimariye sahip binaları ile eski günleri Güney Amerika'nın Sucre, Cuzco ve Salvador gibi mücevher şehirleri kadar değilse de güzel yansıtıyor. Türk Hava Yolları İstanbul'dan Sao Paulo'ya non-stop uçuyor, bu da bu şehri herhangi bir Güney Amerika seyahati için bir iki gün geçirmeye değer güzel bir başlangıç noktası yapıyor. Sao Paulo, Rua Oscar Freire gibi caddeleri ve JK Iguatemi gibi görkemli AVM'leri ile bir yeme içme olduğu kadar alışveriş cenneti. Sao Paulo'ya gitmişken mutlaka yapmanız gereken diğer iki şey ise bir maça gitmek ve efsanevi Brezilya kahvesini içmek. Şehrin en büyük stadı Rio'daki ünlü Maracana ile rekabet eden Morumbi. Ama asıl gidilmesi gereken stat geçen yıl Copa Libertadores'i (Güney Amerika Şampiyonlar Ligi) kazanan kült kulüp Corinthians'ın Pacaembu stadı. Küçük bir stadı dolduran ateşli bir seyirci kitlesi ve Brezilya futbolu, daha ne isteyebilirsiniz ki? Kahve mi? Evet, o sona kaldı, ama Brezilya'dan tabii ki bir Cafe do Brazil içmeden dönülmez, onu da Sao Paulo'da en iyi Rua Oscar Freire'deki Santo Grao'da yapıyorlar. Brezilya kahvesinin hatırının ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz, ama tadı İstanbul'a dönünceye kadar damağınızda kalıyor.Küçük köylü içkisi: Caipirinha ‘Bir ülkenin kokteyli olur mu?’ diye soruyorsanız, evet olur. Caipirinha, Sao Paulo'nun kahve plantasyonlarında yaratılıp oradan bütün Brezilya'ya yayılmıştır. "Küçük köylü içkisi" anlamına gelir ve yıllarca köylüler ve maden işçileri tarafından içilmiştir. Caipirinha'nın dünyaya açılması son 30 yılda oldu. Caipirinha'da Brezilyalılar’ın şeker kamışı suyundan damıtılan ve bir nevi rom olan cachaça adlı içki kullanılır. Kesilmiş birkaç limon veya lime parçası bir bardağa atılır, bir çay kaşığı kadar toz şeker ilave edilip limonla birlikte bardağın dibinde ezilir. 5 cl kadar cachaça eklendikten sonra bardak kırılmış buz ile doldurulup yukarıdan aşağıya doğru kuvvetlice karıştırılır. Limon yeteri kadar renk verdiği için iki kısa kamış dışında süsü gerekmez. Bahar ve yaz aylarının en serinletici kokteyllerinden Caipirinha'nız hazırdır. Güzel mi derseniz, bana değil, Brezilyalılar#a sorun derim. Ülkenin yıllık cachaça tüketimi 2 milyar litre. Biz ise milli içkimiz rakıyı yılda 40 milyon litre kadar içiyoruz.

Devamını Oku

Şarapseverlerin cenneti Güney Afrika

16 Şubat 2013

Yemyeşil bir vadi düşünün, dünyanın en güzel şehirlerinde birisine sadece bir saat mesafede. Üç tarafını saran sarp dağların yamaçlarından başlayıp neredeyse bütün vadiyi kaplayan bağlar. Vadinin derinliğinde, dağlarla sarılı şirin bir kasaba, bir ana yol, birkaç sokak, etrafa serpiştirilmiş restoran, kafe ve butikler, dükkanlar. Burası Franschhoek, Cape Town'a bir saat, Güney Afrika'nın en önemli şarap bölgesi olan Stellenbosch'a 15 dakika mesafede adeta cennetin ortasına kondurulmuş bir kasaba. "Fransız köşesi" anlamına gelen adını 17. yüzyıl sonlarından buralara yerleşen Fransız Huguenot göçmenlerden almış, şarapçılık beyazların bölgeye ilk yerleştiği günlerde başlamış.Franschhoek Cape bölgesinin gastronomi merkezi kabul ediliyor. Kasabanın içindeki Le Quartier Française otelinin Tasting Room adındaki restoranı son yıllarda hep "Dünyanın en iyi 50 restoranı" arasında yer alıyor. Güney Afrikalı şef Margot Janse mutfakta mucizeler yaratıyor, hal böyle olunca da Tasting Room'da yer bulabilmek için birkaç ay önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Ancak Franschhoek'da iyi yemek yemek için seçenekleriniz Tasting Room ile sınırlı değil, ülkenin en iyi şeflerinden Reuben'in kendi adını taşıyan restoranı, ana caddenin kenarındaki Dutch East (çok iyi pizzası ve Darling Slow Beer ve Native Ale gibi harika biraları var) ve birçok şaraphanenin bağların içindeki restoranları var. Bunlardan Grand Provence hem konumu, hem de yemekleri ile denenmeye değer. Franschhoek'da yemek yemek aynı Cape Town'da olduğu gibi oldukça ucuz, en iyi restoranlarda bile çok iyi bir şarap dahil adam başı 100 TL civarında bir hesap ödüyorsunuz. Otellere gelince, onların iyileri çok pahalı, ama çok da iyi.Tablo gibi bir bağda bulunmaz tatlarFranschhoek'un ana caddesinin sonunda Huguenotların anıtı var. Kasaba burada bitiyor ve vadinin sonundaki dağlar yükselmeye başlıyor. Hint Okyanusu kıyılarındaki dünyada balinaları karadan izleyebileceğiniz (bizim sonbaharımız, onların ilkbaharında) en iyi yerlerden birisi olan Hermanus kasabasına giden yol bu dağlara tırmanarak önünüzde yükseliyor. Yolun kenarında babunlar geziniyor, hatta canları isterse yolun ortasında yatıyorlar. Yamaçlarda yerlerini yavaşça ormanlara terk eden bağlar var. Bunlardan bir tanesi Güney Afrika'nın en efsanevi şaraplarından birisinin Boekenhoutskloof'un bağları. Vadiye hakim bir yamaçta tablo gibi bir bağa bakan harika bir balkonda oturup bu muhteşem şarapları tadabiliyorsunuz. Franschhoek'daki bütün şarap üreticileri bölgeyi ziyaret edenlere şaraplarını büyük bir hevesle tattırıyorlar. Boekenhoutskloof (Bûkenhautsklôf okunuyor) harika bir Syrah ve belki ondan da daha güzel bir Cabernet Sauvignon yapıyor, ikisinin de tatlarına doyum olmuyor, hele bu kadar güzel, kelimenin tam anlamıyla cennet gibi bir yerde tadıldıkları zaman. Ama ne yazık ki ikisini de bulmak çok zor, satın almak isterseniz ikinci şarapları Chocolate Block ile yetinmek zorunda kalıyorsunuz, ki onu Cape Town ve Johannesburg havalimanlarında da bulmak mümkün.Neden Denizli'yi de bu hale getirmiyoruz?Boekenhoutskloof'un hemen yanındaki bağların tam ortasında Fanschhoek'un en güzel otellerinden birisi var. Birkaç yıl öncesine kadar Kleine Gernot olarak biliniyordu, şimdiki adı ise Holden Manz. 10 oda, bölgenin tipik Hollanda mimarisindeki bir evin avlusunun kenarına dağıtılmışlar. Önünüzdeki çok geniş bahçenin ortasında ördeklerin yüzdüğü bir göl, kenarında bir gazebo ve etrafınızı saran bağlar. Arka bahçede gerektiğinde Afrika güneşinden kaçabilmenizi mümkün kılan küçük bir yüzme havuzu. Holden Manz sizi adeta gezmekten vazgeçirip, bütün gün bahçesinde tembel tembel oturtan bir otel. Ama zaten bazı seyahatlerde aslında istediğimiz de hiçbir şey yapmamak olmuyor mu, hele elinizdeki kadehte Holden Manz'ın ağzınızda tatlı izler bırakan nefis port'u gibi bir şarap ve önünüzde göz alabildiğince uzanan bağlar varsa?Franschhoek'a giderken veya dönerken uğramak zorunda olduğunuz Cape Town'ı bu yazıya sığdırmak gibi bir niyetim yok. Ama şarap seviyorsanız, Waterfront'taki Belthazar adlı restorana uğramanızı öneririm. Harika steak'leri ve daha önemlisi muhteşem bir şarap listeleri var. Güney Afrika şaraplarının arasında neredeyse yok yok ve 200'den çok şarabı şişe açtırmadan kadehte içebiliyorsunuz. Aralarında Boekenhoutskloof da bulabilirsiniz. Sonra elinizdeki kadehten harika bir Güney Afrika şarabını yudumlayıp dünyanın en güzel şehirlerinden birisini seyrederken kendinize "Neden Denizli Güney veya Saroz gibi bizim şarap bölgelerimizde Franschhoek'daki, Stellenbosch'daki gibi bağlar arasında dolup taşan çok iyi restoranlar, güzel oteller yok" diye hayıflanabilirsiniz. Biz öyle yaptık ve kadehimizdeki nefis şaraba rağmen canımız sıkıdı, hemenkonu değiştirdik.Franschhoek'da bağların ortasında kalınabilecek en iyi oteller...- Le Quartier Française (kasabanın içinde) www.lqf.co.za- Le Franschhoek www.lefranschhoek.co.za- Holden Manz Estate www.holdenmanz.com- La Residence www.laresidence.co.zaGüney Afrika şarapları için en iyi rehber kitap her yıl çıkan ve bütün üreticileri tanıtıp şaraplarına 5 üzerinden puan veren PLATTER'S. Cape Town'un en iyi şarap dükkanı Waterfront'taki Caroline's...

Devamını Oku

Egzotik kokteyllerin şehri Rio de Janeiro

2 Şubat 2013

1502 yılının ilk günü yeni keşfedilmiş bir kıtanın sahillerinde dolaşan birkaç Portekiz gemisi geniş bir boğazdan oldukça büyük bir körfeze girdiler. Karşılarına çıkan manzara olağanüstüydü, bembeyaz kumsalların uzandığı sahillerden yemşeyil dağlar yükseliyor, birbirinden ilginç şekillerdeki sipsivri tepeler bulunduklar körfezi adeta kucaklıyordu. Daha insanların denize girmeye çekindikleri, hatta korktukları, denizcilerin bile yüzme bilmedikleri devirlerdi. O kumsalların tadını çıkarmayı ve denize girmeyi düşündüklerini sanmıyorum, ama denizcilerin o zaman bilinen dünyanın çoğu yerini dolaşmış olmalarına rağmen karşılarına çıkan bu muhteşem tablodan etkilenmemiş olmaları imkansızdı. Gemilerden birisinde bulunan Amerigo Vespucci girdikleri körfezi bir nehrin ağzı sanınca buraya bulundukları aya istinaden Rio de Janeiro, yani "Ocak nehri" adını vermiş. İşin ilginç yanı Rio de Janeiro'nun adını koyan Amerigo Vespucci'nin adı daha sonra bu kıtaya, hatta Kuzey Amerika'yı sayacak olursak iki kıtaya birden verilecekti. Adını koyduğu Rio de Janeiro ise ileriki yıllarda dünyanın en egzotik seyahat adreslerinden birisi olacaktı. Kuruluşundan sonraki yılları oldukça yavaş geçiren Rio'nun yükselişi 1763 yılında başkentin Salvador'dan Rio'a taşınması ile başladı. Rio de Janeiro hem olağanüstü güzelliği hem de ülkenin başkenti olmasıyla Brezilya'nın merkezi oldu. 1920 ve 30'lu yıllarda zamanın Amerikan ve Avrupa sosyeteleri tarafından keşfedilmesiyle de uluslararası üne kavuştu. Rio de Janeiro bir anda sihirli bir kelime olmuştu. Bu dönemde yapılan ve Copacabana Palace hâlâ şehrin en iyi oteli, hatta dünyanın en iyi otellerinden birisi.Et sevenler churrascaria denemeden dönmemeliCopacabana plajı son yıllarda havasını biraz kaybetti, Rio'nun sosyetesi Ipanema, Leblon ve daha ötesindeki plajlara doğru kaydı. Ipanema'nın hemen başındaki Fasano oteli havuzu ve barı ile şehrin en havalı adreslerinden birisi. Rio'nun en iyi restoranları ve barları Leblon plajına paralel olan birkaç caddenin kenarında. Buradaki Leblon Sushi'de bütün Brezilya'nın en iyi sushilerinin yapıldığı söyleniyor. Devassa ise oldukça başarılı biralar yapan bir bar, Caipirinha'ya ara vermek isterseniz denemeye değer. Caipirinha ülkenin milli kokteyli, şeker kamışı suyundan damıtılan cachaça'nın bol buzla doldurulmuş bir kadehte limon ve şeker ile beraberliği.Brezilyalıların yılda 2 milyar litre cachaça içtiği tahmin ediliyor. Caipirinha yaz yaklaşınca sayfamıza konu olacak, ama şimdilik ülkenin et sevenlere hediyesi olan churrascaria'lardan bahsedeyim.Churrascaria'lar Brezilya usulü steak house, yani et lokantaları. Garsonlar sürekli devasa şişlere takılmış dana, kuzu ve domuz etleri getirip mada tabağınıza usta bir dönerci edası ile kesip servis ediyor. Fogo de Chao gittiklerimiz arasında en iyisiydi. Zaten Rio dışındaki şehirlerde, hatta Amerika'nın önemli şehirlerinde bile şubeleri var. Ama Rio de Janeiro'ya gitmek için asıl sebep tabii ki yeme içme değil. Rio de Janeiro dünyanın en güzel şehirlerinden birisi ve bu güzelliğin hakkını vererek gezmek gerekir. Bu da çok zor değil.Dünyanın en güzel manzaralarından birisini görmek için yapmanız gereken Corcovado tepesine çıkmak. İsa'nın 1145 ton ağırlığında ve 30 metre yükseklikteki heykelinin kaidesini saran seyir terasından bütün Rio de Janeiro plajlarıyla, tepeleriyle, binaları ve parklarıyla önünüze serilmiş durur. Bu muhteşem manzarayı içinize çektikten sonra o aşağıda gördüğünüz yuvarlak tepenin, Pao de Açugar'ın üstüne çıkmak için Botafogo plajına inip teleferiğe binmeniz gerekir ve bu da kesinlikle yapmaya değer.Selaron merdivenlerinden inip beş çayını Colombo’da içinRio müziğin eksik olmadığı bir şehir ve birçok samba kulübü var. En ünlülerinden Rio Scenarium çok iyi, bulunduğu Lapa ve yanıbaşındaki Santa Teresa bar ve küçük restoranlara dolu bohem mahalleler. Santa Teresa'daki Şilili sanatçı Jorge Selaron tarafından 20 yılda bütün dünyadan rengarenk fayanslarla kaplanmış olan "Escadaria Selaron" merdivenleri bir şehre renk katmanın harika bir örneği. Selaron geçen ay kendi eseri olan merdivenlerde ölü olarak bulundu. Eski şehir modern mimarinin ilginç örnekleriyle dolu. Onların arasında biraz dolaştıktan sonra 5 çayı için mutlaka gidilmesi gereken yer Confeitaria Colombo. 1894 yılında kurulan bu kafe Avrupa'nın en ünlü kafelerini aratmayacak kadar görkemli ve güzel. Bir de 5 çayını kaçırırsanız Caipirinha içebilmek gibi bir artısı var.Rio'ya kadar gelmişken maça da gitmek istiyorum derseniz, tabii ki dünyanın en büyük stadı Maracana görülmeli, ama Rio'nun dört büyüklerinden Vasco da Gama'nın Sao Januario stadına da gidin derim. Kapalı tribünün dışı Lizbon'dan gelmiş fayanslarla süslenmiş harika bir stadyum, kalelerden birisinin arkasında kulübün kilisesi olduğu için tribün yok. Kulüp adını Hindistan'a deniz yolunu bulan kaşiften almış. Böylece kaşiflerle başladığımız yazıyı en ünlü kaşiflerden birisiyle bitirmiş olalım.

Devamını Oku

İskoçlara borçlu olduğumuz içkiler

12 Ocak 2013

Bu Pazar size Avrupa'nın kuzeyindeki bir ülkeden bahsedeceğim. Aslında küçük bir ülke denilebilir, nüfusu 5 milyondan biraz fazla, İngiltere ile zoraki diyebileceğimiz bir birliğe girdiği 1707 yılından beri tam olarak bağımsız da değil. Gerçi önümüzdeki yıl bir bağımsızlık referanduma gidecekler ama halkın yarısı pek bağımsızlık yanlısı da değil.İskoçya sadece Avrupa'nın değil, dünyanın en güzel ülkelerinden birisi. Yemyeşil vadiler, sarp dağlar, oraya buraya serpiştirilmiş göller, güzel şehirler. Kıyılarında kilometrelerce kumsallar ve Kuzey Denizi ile Atlantik Okyanusu'nun kurşuni suları. Dramatik manzaralardan hoşlanıyorsanız İskoçya'ya mutlaka gitmelisiniz. Hele bir de şansınız olur yağmur sonrası yüklen bulutları alttan aydınlatan bahar güneşine rastlarsanız, İskoçya'ya doyum olmaz.İskoçlar belki de dünyada kişi başına en çok mucit çıkartan ülkedir. Telefon, TV, buzdolabı, elektrikli saat gibi ev eşyaları, pedallı bisiklet gibi hepimizin hayatında bir dönem önemli yer tutmuş olan araçlar, asfalt, tıpda pensilin, hipodermik şırınga ve ultrason hep İskoçların icatları.Keyif denince akla ilk gelen viskiHayatımızı kolaylaştıran icatlar dışında hayatımıza keyif veren şeyler konusuna da İskoçlara borçlu olduğumuz çok şey vardır. Golf başta olmak üzere birçok spor İskoçya'dan çıkmıştır. Ama İskoçya ve keyif denilince akla ilk gelen şey tabii ki viski, daha doğrusu İskoç viskisidir. Viski aslında ilk olarak yarım bin yıl kadar önce İrlanda'da damıtılmıştır. En azından İrlandalılar öyle diyorlar. Onların hikayelerine göre viskiyi İskoçya'ya götüren de İrlandalı keşişler olmuşlar. Aslında birçoğu vaktiyle İrlanda'dan gelip İskoçya'nın yerli halkı ile karıştıkları, yani İrlandalılar ile aralarında sıkı bir akrabalık bağı olduğu için İskoçlar da bu hikayeye pek itiraz etmezler. Ancak en iyi viskiyi kendilerinin yaptığı konusunda asla taviz vermezler. Hatta kendilerinin iki kere damıtarak elde ettikleri viskiyi İrlandalıların üç damıtımdam sonra elde etmeleriyle de "onlar iki damıtımda iyi viski yapmayı beceremedikleri için üçüncü damıtıma ihtiyaç duyarlar" diye alay ederler. İskoçlar şimdi de beyaz içkiler olarak bildiğimiz cin ve votkaya el attılar. Hollanda kökenli olup İngilizlerin dünyaya yayıp meşhur ettikleri cin dünyası şimdi bir İskoç cinini konuşuyor. Hendrick's Gin geleneksel cinlerin hepsinde olduğu gibi ardıç, kişniş, çeşitli turunçgillerin kabukları, farklı otlar ve baharatların imbiğe konulmasıyla damıtılıyor. Bunlara bir de salatalık ve gül yaprakları eklenince ortaya çok hoş aromalı, içimi keyifli bir cin çıkmış. Cin tonik olarak sipariş edildiğinde genellikle içinde salatalık dilimleriyle servis ediliyorsa da, aslında şart değil.Üzümden damıtılan votkanın farkıVotkaya gelince, Fransa'nın Gaillac bölgesi üzümlerinden damıtılan yeni ultra premium votka Ciroc da Rusya, Polonya veya Fransa'da değil, İskoçya'da üretiliyor. Çok meyvemsi, sek olarak bile çok rahat içimli bir votka olan Ciroc son damıtımı küçük bakır imbiklerde olmak üzere tam beş defa damıtılıyor. Ciroc'un sahibi dünyanın en büyük içki grubu olan Diageo'nun yöneticileri normalde farklı tahıllardan, hatta patatesten damıtılan votka üzümden damıtılınca bunu da yapsa yapsa İskoçlar yapar diye düşünmüş olmalılar.Aslında küresel ısınmanın bu gidişiyle İskoçlar yakında şarap yaparlar diye düşünebilirsiniz. Ama ne yazık ki küresel ısınmanın İskoçya'yı sıcakla değil, soğukla etkilemesi bekleniyor. Yoksa İskoçya bu tabiatı ve kumsallarıyla önümüzdeki yüzyılın Cote d'Azur'u olmaya aday olabilirdi. Bu sahilleri ta Norveç'in kuzeyine kadar nispeten ılıman tutan Gulfstream Kuzey Kutbu'nun eriyen buzları yüzünden soğuyunca, İskoçya ve Norveç sahillerinin de aynı boylamdaki Baltık Denizi gibi donabileceğinden korkuluyor. Tanrı bazen kullarına her şeyi birden vermiyor. İskoçya'da pek sevilerek anlatılan bir fıkrada olduğu gibi bir yabancı bir İskoç'a "Tanrı sizi çok seviyor olmalı, ne kadar güzel bir ülke vermiş" demiş. İskoç kafasını sallamış: "Senin Tanrı'nın bizim güneyimize yerleştirdiği komşudan, İngiltere'den haberin yok galiba."

Devamını Oku

Votkanın içki tarihindeki yükselişi

5 Ocak 2013

Cafe Pushkin’e ilk gidişim çok soğuk bir Moskova gecesinde diz boyu kar ile kaplı kaldırımlarda uzun bir yürüyüşten sonra olmuştu. Tverskaya’dan yukarıya doğru yürüdükten sonra büyük bir meydana çıkmış, sola dönünce Cafe Pushkin karşımıza çıkmıştı. Tarihi binanın camlarından dışarıya sıcak bir ışık sızıyordu. İçeriye girdik, Cafe Pushkin tıklım tıklım doluydu, kalabalığın arasından karşımızdaki bara doğru ilerledik. Yüksek tavanların, zengin ahşap duvarların arasında görkemli bir bar; aslında bardan çok eski, asırlık eczanelere benziyordu, raflarda içki şişeleri yerine eski kaplar, kutular.Benim Ruski Standard ile tanışmam böyle oldu. Cafe Pushkin’de o akşam Gwyneth Paltrow da vardı, onunla tanışamadım, ama Ruski Standard Yeni Rusya’nın “in” içkisiydi ve o gece Cafe Pushkin’de neredeyse herkesin elindeki küçücük, ama buz gibi kadehlerde o votka vardı. Ve o buz gibi votkalarla içimizi ısıttığımız soğuk Moskova gecesinden sonra bana dünyada votka içmek için en ideal yer neresi diye sorarsanız, Cafe Pushkin derim.Rengi, kokusu ve tadı olmayan viski olarak anıldıVotka içmenin başka ideal bir şekli ise Rusya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarında karlarla kaplı çatısından buz sarkıtlarının aktığı sanki Doktor Jivago filminden fırlamış bir evin önünde olabilir. Doğrusunu isterseniz bu ikinci sahne aslında votkanın tarihine daha uygun olur, çünkü votkanın başlangıcı hiç de öyle saraylarda, lüks bar ve restoranlarda olmamış. Bir köylü içkisi olan votkanın makus talihini yenip içki dünyasında yükselmesi kolay olmamış. Patates, buğday, çavdar ve neredeyse ne bulursanız ondan damıtabileceğiniz bu basit içkinin ilk olarak Polonya’dan çıktığı söylense de votka artık bütün Rusların ve Slav akrabalarının milli içkisi. Uluslararası üne kavuşması ise bir Rusun Amerika‘ya kaçmak zorunda kalması ile olmuş.Piotr Arsenyeviç Smirnoff, Rus çarlarının votkasını damıtıyormuş. Ancak 1917 yılında bu önemli müşterisini kaybetmiş. Çar II. Nikolay ailesiyle birlikte katledileceği Yekaterinburg yoluna giderken işi babasından devralmış olan Vladimir Smirnoff İstanbul’a kaçmış. Sonra Amerika’ya gitmiş ve orada votka damıtmaya devam etmiş.Amerika votka için iyi bir yeni vatan olmuş. Amerikalılar ilk başta “rengi, kokusu ve tadı olmayan viski“ diye küçümsedikleri bu içkiyi kokteyllerin içinde kullanmaya başlayınca pek sevmişler. Gökdelen inşaatlarında çalışan işçiler portakal suyuyla votkayı karıştırmak için tornavida kullanınca ilk votkalı kokteyllerden Screwdriver, yani “tornavida” ortaya çıkmış. Ellili ve altmışlı yıllarda votka birçok kokteylin içinde cinin yerini almayı başarmış.Şık şişelerde narin ve leziz tatlarVotkanın yükselişi tabii ki kokteyllerin içinde yer almakla sınırlı kalmadı. Bir süre sonra ortaya “premium votkalar“ çıktı. Bunlar pahalı malt viskiler ve konyaklar gibi “Şu kadar yıl meşe fıçılarda yıllanmışlardır” diye övünmediler. Onun için de şık şişeleri ve İzlanda’nın filanca buzulun veya Rusya’nın kuzeyindeki filanca gölün suyuyla şu kadar kez damıtılmıştır diyerek yüksek fiyatlarını haklı çıkarmaya çalıştılar. Seksenli yıllardaNew York gibi dünya içki trend’lerinin şekil aldığı bir şehirde bara dayanıp “cool” bir tavırla “Stoli“ istemek moda iken şimdi iddialı votka markalarının sayıları çok arttı.Artık “premium, hatta super premium votka“lar Moskova’daki Cafe Pushkin örneğinde olduğu gibi dünyanın en önemli metropollerinin “havalı” barlarında “havalı” müşteriler tarafından buz gibi kadehlerde içiliyorlar. Bu akıma tabii ki dünyada moda olan her şeyi yakından takip eden ülkemiz de İstanbul’dan başlayarak kapıldı. İlk önce basit, ama dizayn harikası şişesiyle Absolut, sonra arkasına aldığı 007 rüzgarıyla Finlandia, daha sonra da iyi votka Kuzey veya Doğu Avrupa’dan çıkar inancını yıkan Fransız votkası Grey Goose pek havalı oldular. Şimdilerde ise onlara Polonya’dan Belvedere, Rusya’dan Ruski Standard, Kauffman ile Beluga, Hollanda’dan Ketel One ve gene Fransa’dan Ciroc katıldılar. Absolut Elyx, Smirnoff bakır imbiklerde küçük partiler halinde damıtılan Black ve Stolichnaya da Elit adlı yeni premium votkaları ile bu rekabete katıldılar. Şık şişelerde narin, leziz votkalar. Hani Moskova kadar olmasa da soğuklar bastırdı, Cafe Pushkin’deki yazarınız misali içinizi ısıtmak istersiniz diye düşündüm.

Devamını Oku

Yılın en iyi Türk şarapları

29 Aralık 2012

Yılbaşı olduğu zaman nedense aklımıza ilk gelen içki şampanya olur. Ama ben bu yılın son yazısında çoğumuzun aklına ne yazık ki sadece yılbaşlarında veya kutlamalarda gelen bu asil içkiden değil, şaraplardan, daha doğrusu yerli şaraplardan bahsedeceğim.Her yılın sonu yaklaştığında o yılın en iyilerinin neler olduğu tartışılmaya, açıklanmaya başlanır. Bu durum şarap dünyasına da böyledir. Hele bizim şarap dünyasında olduğu gibi her yıl büyük yenilikler, ileriye doğru atılan büyük adımlar, yeni üreticilerden daha önce tatmadığımız lezzetler söz konusu ise. Bu sayfada geçtiğimiz birkaç yılda Master of Wine, yani dünyadaki bir avuç 'şarap üstadı' ünvanını almayı başarmış uluslararası uzman tarafından tadılan şaraplarımızın aldığı notlardan bahsetmiştik. Bu organizasyonlara imza atan Veritas geçen ay İncirli Şaraphane ile birlikte dünyaca ünlü sömeliyeleri davet edip 1. Master Sommeliers Istanbul etkinliğini yaptı. Neticede etkinliğe katılan 27 üreticinin 154 şarabı arasından 11 şarap 'çok iyi' amlamına gelen 90 ve üzerinde puan almayı başardı. Kavaklıdere 4 şarabı, Suvla 3, Urla ise 2 şaraplarıyla 90 puandan daha fazla almayı başaran üreticilerimiz oldular. Usta sömeliyelere göre en iyi Türk şarabı ise 93 puan almayı başaran Suvla Merlot Reserve 2010. Onu her biri 91 puan ile izleyenler ise Urla Nexus 2011, Suvla Cabernet Sauvignon 2010, Kayra Versus Cabernet Franc 2010 ve Kavaklıdere Tatlı Sert Narince 1999.Altın listeye önemli markalar girdiYıllardır şaraplarımızı tadıp tatlarına aşina olan bizim şarap uzmanlarımıza gelince, onların fikirlerini Gusto dergisinin Aralık sayısındaki kör tadım sonucunda verdikleri notlarda görebilirsiniz. Gusto'nun 10. yılını dolduran 'Türkiye'nin en iyi şarapları' tadımında bu yıl kırmızı şaraplarda Altın Liste'ye girmeyi Corvus Corpus 2008, Corvus CruTurc 2006, Kyra Versus Syrah-Viognier 2010, Kayra Vintage Cabernet Sauvignon 2010, Kayra Vintage Boğazkere 2009, Umurbey Cabernet Sauvignon-Merlot 2008 ve Vinkara Mahzen Kalecik Karası 2010 başarmış. Gusto dergisi beyaz ve roze tadımını yeni rekoltelerin çıkacağı ilkbahar aylarında yapacak.Master Sommelier tadımıyla Gusto'nun geleneksel tadımındaki şaraplar gördüğünüz gibi pek örtüşmüyorlar. Ben de geçen hafta bir akşam yemeğinde şarap üreticilerimizden Enis Güner (Sevilen), Can Ortabaş (Urla) ve Selda Tokat'a (Pamukkale) rastlayınca, bir de onlara sorayım dedim: 2012 yılının en iyi 3 kırmızı, 3 beyaz Türk şarabı hangileriydi? Cevaplarında kendi ürettikleri şaraplardan sadece birer kırmızı ve beyaz şaraba yer vermelerini rica ettikten sonra Ali Başman (Kavaklıdere) ve Sibel Kutman'ı da (Doluca) telefonla aradım ve ortaya çok ilginç sonuçlar çıktı. İşte Türkiye'nin en iyi şaraplarını bize sunan 5 üreticinin verdikleri isimler arasında en çok karşımıza çıkanlar.Şaşırtıcı lezzette beyaz şaraplarKavaklıdere Cotes d'Avanos Narince-Chardonnay beş kişinin dördünün en beğendiği beyaz şarapların arasında yer alarak en çok oyu alan şarap oldu. Suvla Rosanne-Marsenne 2 oy alarak ikinci olurken diğer beyaz şaraplarımızda hiçbirisi aynı anda iki üreticimizin geçen yıl en beğendikleri 3 şaraptan birisi olmayı başaramadı. Kırmızılarda ise durum oldukça farklı: Sevilen Centum Shiraz, Urla Tempus ve Kavaklıdere Pendore Öküzgözü 3'er oy, Doluca Alçıtepe ise 2 oy alarak üreticilerimizin kırmızı şaraplardaki tercihlerinin daha çok örtüştüğünü gösterdi. Master of Wine, Master Sommelier gibi uzmanların, şarap dünyasında sözü geçen yazarların ülkemize gelmeleri, şaraplarımızı tatmaları olumlu sonuçlar vermeye devam ediyor.Financial Times gazetesinin şarap yazarı ve Master of Wine Jancis Robinson gazetesinin bu yıl ki 'Top 100 Wines' listesine Türkiye'den Sevilen İsabey Sauvignon Blanc'ı dahil etmiş. Jancis haftalık köşesinde İsabey ile ilgili şöyle buyurmuş: 'Tüm beyaz şarapların içinde en şaşırtıcı lezzete sahip, damakta hatırı sayılır güçlü bir tat bırakan, yüksek kalitede bir Egeli.' Sevilen İsabey Sauvignon Blanc, (Türkiye'nin fiyat-kalite performansı en iyi olan şaraplarının başında gelen) Pamukkale Anfora Trio ile birlikte İngiltere'de Marks&Spencer'da satılan iki Türk şarabından birisi, bu başarısına şaşmamak gerekir. Size de, Türk şarapçılığına da iyi yıllar...,Master of Wine listesi1) Suvla 2010 Reserve Merlot Puanı: 932) Urla 2011 Nexus Puanı: 913) Suvla 2010 Cabernet Sauvignon Puanı: 914) Kayra 2010 Versus Cabernet Franc Puanı: 915) Kavaklıdere 2010 Egeo SyrahPuanı: 906) Suvla 2010 Sur Puanı: 907) Prodom 2011 Syrah-Kalecik Karası Puanı: 908) Urla 2011 Nero d'Avola & Urla Karası Puanı: 909) Kavaklıdere 2011 Vin-Art Kalecik Karası -Syrah Puanı: 9010) Kavaklıdere 2009 Selection Öküzgözü-Boğazkere Puanı: 9011) Kavaklıdere 1999 Tatlı Sert Narince Puanı: 91

Devamını Oku