Pastel tonlu cennet Salvador

22 Aralık 2012

Salvador de Bahia'da kendimizi sokağa attığımızda rengarenk bir kalabalıkla karşılaştık. Pastel renklerde boyanmış evlerle dolu bu rengarenk koloniyal şehrin sokalarında kırmızı-beyaz giyinmiş binlerce insan yiyor, içiyor, sürekli çalan samba ve Bahia'ya özgü samba-reggae müziğinin eşliğinde dans ediyordu. Aralarına karışıp otelimizin bulunduğu dar sokaktan aşağıya doğru yürümeye başladık, birkaç dakika içinde küçük bir meydana ulaştık. Kırmızı-beyazın Santa Barbara'nın da renkleri olduğunu da, festivalle karşılaşacağımızı da bilmediğimiz için hazırlıksız gelmiştik, ama bu eğlenmemize engel değildi. Salvador de Bahia ne de olda Brezilya'nın en eğlenceli şehriydi.Brezilya'nın ilk başkenti olan Salvador 1530 yılında kurulmuş ve Rio de Janeiro'nun başkent olduğu 1763 yılına kadar da bu dev ülkenin yönetildiği yer olmuş. Salvador vaktiyle köle ticaretinin merkeziymiş, hatta Afrika'nın batı sahilerinden Brezilya'ya getirilen 5 milyon kadar kölenin 2 milyon kadarı ülkeye buradan giriş yapmış ve kahve plantasyonlarında ve Minas Gerais'in madenlerinde çalışmak üzere köle pazarlarında satılmışlar. Bahia hâlâ Afro-Brezilya kültürünün hakim olduğu bir şehir. Kölelerin Afrika'dan getirdikleri dövüş sanatı Capoeira dünyaya buradan yayılmış. En iyi Capoeira okulları hâlâ burada.Salvador'un Brezilya'nın bir Portekiz sömürgesi olduğu bu dönemden kalma eski şehri seksenli yıllarda çok başarılı bir restorasyondan geçirilmiş ve şimdi bir UNECSO Dünya Kültür Mirası olarak koruma altında. Şeker gibi pastel renklere boyanmış evlerin dizili olduğu daracık sokaklar barok kiliselerle süslenmiş genişçe caddeler ve küçük meydanlara açılıyorlar. Salvador'daki kiliselerin arasında Nossa Senhora do Rosario dos Pretos rengarenk evlerin arasından yükselen çivit mavisi kuleleriyle belki de en güzeli.Dışarıdan fazla dikkat çekmeyen ama içeride birkaç yüz kilo altın kullanılarak yapılmış altarı ve muhteşem bir işçilikle işlenmiş duvarları ve tavanlarıyla Sao Francisco'de kilisesi mutlaka görülmeli. Sao Francisco'nun Lizbon'dan getirilmiş mavi fayanslarla yapılmış tablolarla çepeçevre sarılı avlusu da rüya gibi.Sao Francisco kilisesinin hemen yanındaki sokağa saparsanız karşınıza şehrin belki de en iyi lokantası olan Maria Mata Mouro ve onun biraz aşağısındaki Uaua deniz mahsülleriyle fasulyeli yemeklerin hakim olduğu Bahia mutfağını tatmak için ideal. Uaua bir evin ikinci katında ve tavanda tembel tembel dönen pervaneler ve baklonlarına açılan pancurlarıyla sizi yüz yıl öncesinin Salvador'unun büyülü dünyasına taşımayı başarıyor.Meydandan limana asansörle inmekSalvador etrafı bembeyaz kumsallarla kaplı bir yarımadanın ucunda kurulmuş. Pelourinho, yani eski şehir bir tepenin üzerinde kurulmuş. Belediye binasının bulunduğu meydandan görkemli bir asansör ile limana iniliyor. Asansörün adı da var, Lacerda ve 1872 kurulmuş. Lacerda ilk 50 yılını buharlı bir makineyle geçirmiş. Şimdi elektrikli, ama 72 metrelik kısa yolculukta hâlâ yapıldığı zamanın mühendislik harikalığını hissettiriyor. Limana indiğinizde sizi eski hal binası Mercado Modelo karşılıyor. Eski bina küçük bir alışveriş merkezine dönüştürülmüş. Sevgili eşim Lale ve arkadaşlarımız Ayşe ile Gül hemen Mercado'nun yüksek tavanlar altındaki dar avlularında kayboldular. Bir saat kadar sonra ellerinde torbalar ile tekrar karşımıza çıkacaklardı.Biz ise üst kattaki eski limana hakim balkona oturup birer Bohemia birası söyledik. Biralar vasat, ama manzara ve atmosfer inanılmazdı. Kendimizi biraz zorlayınca eski zamanlara gidip limana köleleri taşıyan gemilerin girişini, kalabalık içinde itiş kakış köle pazarlarını, gemileri bekleyen tüccarları hayal etmeyi başardık. Sonra ben nedense şehrin takımı Esporte Clube Bahia'nın 1988 Brasileiro lig şampiyon olduğunu, bu yıl ise küme düşmekten son hafta kurtulduğunu, şehrin ikinci takımı Vitoria'nın ise bu sezon tekrar birinci lige çıkması sayesinde 2014 Dünya Kupası için yeniden yapılmakta olan Fonte Nova stadında 10 yıldır ilk defa gene bir "Ba-Vi" derbisi oynanacağını anlatmaya çalıştım, ama arkadaşlarımın ilgisini çekmemiş olmalı ki onlar kendi aralarında başka şeyler konuşmaya devam ettiler.Otelimize döndüğümüzde dışarıdaki kalabalığın tam aksine sonsuz bir sükunet ve huzur ile karşılaştık. Convento do Carmo 500 yıllık bir manastır, kalın taş duvarlarınn arasındaki avluya küçük bir havuz yerleştirmiş, şehrin renklerinden, kalabalığından, gürültüsünden kaçmak için yaratılmış bir sığınak. Brezilya'dayız, tabii ki barda oturup birer caipirinha söylüyoruz. Brezilya'da geçirdiğim bir hafta bu muhteşem kokteyle şimdiye kadar haksızlık yaptığımı gösteriyor.Brezilya'da caipirinha ile yeniden tanışıyor ve çok memnun oluyorum. Ama caipirinha yazısı için baharı beklemeniz gerekecek, çünkü ben bu yazıyı yazarken İstanbul'da kar yağıyor ve hem güneşli havalar, hem de Salvador de Bahia binlerce kilometre uzaktalar. Pencereden dışarıya baktıkça da üşüyorum.Nasıl gidilir?THY İstanbul-Sao Paulo uçuşu 12 ile 13 saat arası sürüyor, ama hiçbir yere uğramıyor ve yeni comfort class ile biletinizi önceden alırsanız hem makul fiyatlı, hem de çok rahat. Sao Paulo-Salvador ise 2 buçuk saat sürüyor ve her gün birkaç sefer var. Bir haftalık Brezilya seyahatinde Rio de Janeiro ile Iguaçu şelalelerini Salvador ile birleştirebilirsiniz.

Devamını Oku

Hangi yemekle hangi bira

15 Aralık 2012

irkaç yıl önce İngiltere’nin en ünlü şeflerinden Michel Roux Jr Londra’daki Michelin yıldızlı restoranı Le Gavroche’da bir yemek verdi. Yemeğe katılanlar Jancis Robinson gibi Master of Wine, yani şarap üstadları ve şarap yazarlarıydı. Ama yemeğin konusu şarap veya yemek-şarap uyumu değildi. Davetliler altı yemeği tadacak ve her birinin yanında birer şarap ve birer bira içeceklerdi. Amaç hangi yemeklerle şarabın, hangisiyle biranın daha iyi uyum sağladığını tespit etmekti. Bir bira tutkunu olan Michel biranın birçok yemekle çok iyi gittiğini düşünen ve restoranında şarap listesinin yanısıra bir de bira listesi bulunduran bir şef. Aslında bu bütün dünyada hızla yayılan bir trend. İnsanlar farklı biraları keşfettikçe yıllarca küçümsenmiş olan bu içeceğe de kendilerini daha yakın hissetmeye başladılar. Nitekim Le Gavroche’deki yemeğe katılan şarap üstadlarının çoğu da o akşam yedikleri yemeklerin çoğunun yanında bira içmekten şaraptan daha çok keyif aldıklarını itiraf ettiler. Financial Times’ın şarap yazarı Jancis Robinson’a göre bira ile bu tanışmaları “hoş bir sürpriz“ olmuştu.Ülkemizde de yıllarca Efes Pilsen ile Tuborg’dan ibaret olmuş olan bira dünyamız son birkaç yılda oldukça zenginleşti. Artık farklı ülkelerin farklı tarzlarda biraları ithal edildiği gibi yerli bira üreticilerimiz de biralarına aynı şarap dünyamızda son yıllarda gördüğümüz gibi sınıf atlatmaya çalışıyorlar. Müşterilerine bira listeleri sunmaya başlayan restoranlarımızın sayısı hızla artıyor. Hal böyle olunca ülkemizde bulunan biralara, farklı cinsleri, markaları, ülkeleri ve hangi yemeklerle uyum sağladıklarına bakmanın zamanı da geldi.Sarışın lager biralar sulu yemekler sosis, köfte patatesle iyi giderSarışın lager biraları Münih ve Pilsen tarzı olarak ikiye ayırabiliriz. İki şehir zaten hala 19. yüzyılda ortaya çıkıp kısa sürede dünyada açık farkla en çok içilen bira olmayı başaran lager biraları ilk yapmış olma konusunda tartışırlar. Münih biraları biraz daha maltsı tada sahip olan kolay içimli biralardır. Çek Cumhuriyeti’nin Pilsen şehrinin biraları ise şerbetçiotunun daha cömertçe kullanıldığı, acımtrak bir tada sahip çok lezzetli biralardır. Ülkemize ithal edilen Budvar Budweiser bu tarzın çok iyi bir örneğidir. Almanların 500 yıllık saflık yasasına göre (Reinheitsgebot) sadece arpa, şerbetçiotu, su ve maya kullanılarak üretilen Tuborg yüzde 100 Malt ile Beck’s gibi biralar Amstel ve Heineken gibi ithal biralarla birlikte lager biraların ülkemizdeki iyi örnekleridir. Maltsı tada sahip biralar ekmek eşliğinde yediğimiz tencere yemekleri (sulu yemekler), güveç, sandviçler, tabii ki sosis-patates, köfte-patates ve ızgara balıklarla iyi gider. Bira Çin başta olmak üzere Uzakdoğu ve Hint mutfaklarında şarabın asla dolduramadığı bir boşluğu başarıyla doldurur. Corona ve Peroni kendi ülke mutfağıyla çok uyumluYine lager türleri arasında sayacağımız Corona veya Peroni gibi biraları kendi ülkelerinin yemekleriyle, yani Meksika veya İtalyan yemekleriyle yemek, bir İtalyan lokantasında Chianti içmenin verdiği ortamla bütünleşme keyfini verebilir. Peroni gibi bir sarışın İtalyan birası İtalya’nın güneyinin domates soslu spagettileri ve özellikle pizza ile muhteşem gider. Kızıl ve koyu renkli Lager biralardan Brooklyn adeta steak için yaratılmış, Efes Dark ise kebapla uyum sağlarYirminci yüzyılın başlarına kadar Münih ve Pilsen biralarıyla rekabet eden Viyana’nın kızıl biraları son yıllarda bir rönesans yaşıyorlar. Meksika’nın Dos Equis veya Modelo Negra gibi biraları ne yazık ki daha ülkemize ithal edilmiyorlar, ama New York’un kült birası Brooklyn Lager buradaki boşluğu dolduruyor. Brooklyn’deki dünyaca ünlü ve çok kişiye göre dünyanın en iyi steak house’u olan Peter Luger’de ağız sulandırıcı devasa Porterouse steak’lere şaraptan daha çok eşlik eden Brooklyn Lager adeta steak için yaratılmış bir bira. Kızıl veya Efes Dark gibi koyu kahverengi lager biralar yapımlarında kullanılan kavrulmuş arpa sayesinde başta acılı bir Adana olmak üzere kebaplarımızla çok iyi uyum sağlarlar. Yağı donmadan oldukça çabuk yenmesi gereken bir kebaba uzun nefesli bir içki olan rakı uyum sağlayamazken, çoğu şarap da kebabın baharatlarıyla başa çıkamaz. Oysa sıvı ekmek olan bira acıyı dengelediği gibi tat olarak da kebabınızı aynı altına konulmuş olan pide gibi tamamlar. Bir kere denemenizden zarar olmaz derim.İsli biraları kuzu pirzolası, somon ve menemenle deneyin!Dünyanın en çok bira içilen şehri Bamberg’de yıllık bira tüketimi kişi başına 300 litredir. Bavyera’nın kuzeyindeki bu kasabanın ünlü biraları ise Rauchbier’ler, yani isli biralardır. Aecht Schlenkerla 1678’den beri aynı aile tarafından üretiliyor. Islay adasının malt viskileri Lagavulin veya Laphroaig gibi isli bir kokuya sahip Schlenkerla, kuzu pirzolasına, somona ve deneme-nizde yarar var, menemene lezzet katar. Menemene mi diyip geçmeyin, bir yudum aldığınızda sahandaki domates ve biberlerin arasındaki yumurtadan sucuk veya bacon kokularının yükseldiğini göreceksiniz.İngiliz Ale biraları, ızgara ve fırında etlerle iyidir yanında püre de varsa mucize tat yaratır İngiltere üstten fermante kızıl, hatta kehribar renkli ale biraların yurdudur. Ale‘ler genellikle pub’larda kendi başlarına içilirlerse de yemekle de uyum sağlarlar. Ülkemizde bulunabilen Fuller’s London Pride ile Fuller’s ESB türlerinin iyi örnekleridir. Ale biralar ızgara veya fırında etlerle, özellikle yanlarında sos ve sosu karıştırabileceğiniz püre varsa mucize yaratabilirler. Brooklyn Brown Ale, Amerika’nın eski kıtanın biralarıyla rekabet edebilen çok yoğun bir birası. Peynirin yanında bir bira denemek istiyorsanız bu Brooklyn Brown Ale olabilir.Stout (Guinness) ve Porter biraları, çikolatalı tart ve “gravy” soslu fırında etle harika!Dünyada stout denilince akla gelen ilk isim Guinness artık ülkemizde bulunabiliyor, hem de fıçıdan! Yakılmış arpanın verdiği siyah rengi, kremamsı köpüğü ve eşsiz aromalarıyla Guinness tek başına muhteşem olduğu gibi, istridye ile bir klasik ikili oluşturuyor. Guinness, Brasserie La Brise’deki bir bira yemeğinde çikolatalı tart ile servis edildiğinde misafirleri şaşırtmayı başarmıştı. Lager biraların yükselişi ile önemini kaybetmiş olan siyahi Porter biralar da İngiltere ve Amerika’da tekrar boy göstermeye başladılar. Ülkemize ithal edilen Fuller’s London Porter tek başına olduğu kadar İngiliz usulü “gravy” sos eşliğindeki bir fırında etin yanında denenmeye değer.Buğday biralarından (Weissbier) Gusta, zengin aromasıyla birçok yemek için biçilmiş bir kaftan...Efes’in Türk biraseverleri Gusta ile tanıştırdığı buğday biraları yemek için biçilmiş kaftandır. Buğday biraları tropikal kokular taşıyan çok aromatik biralardır. Salatalar ve ızgara balıklara özellikle yaz aylarında açık havada eşlik etmeleri idealdir. Anayurdu Bavyera olan Weissbier’ler Çin yemeklerine ve Schneider Weisse gibi muz kokuları taşıyanları baharatlı Hint yemeklerine çok iyi eşlik ederler. Dünyanın belki de en aromatik birası olan Schneider Aventinus ördek, ördek ve kaz ciğerinin tadına tat katar. Mehmet Gürs bir bira tadım yemeğinde Gusta ile limonlu tartın, yani bir bira ile tatlının beraberliğinin mümkün olduğunu göstermişti.Belçikalı buğday birası Hoegaarden’ılevrek ve dil balığıyla denemeye değerBelçika’nın buğday biraları ise çok farklıdırlar. Tuborg’un ithal ettiği Hoegaarden aslında harika bir aperitiftir, özellikle aromatik kokusuyla soslu salatalara eşlik etmeyi de başarır. Bir bira yazarı Belçika’nın bu klasiğini Croque Monsieur gibi erimiş peynirli bir tosta da yakıştırmış, ama doğrusunu isterseniz ben onun yanında bir Leffe Brune içerdim. Balığa gelince Hoegaarden de aynı Bavyeralı buğday birası kardeşleri gibi bir dil balığı, hatta levreğin yanında denenmeye değer derim.Leffe ile av etleri, yoğun soslu güveçte etler, Belçika’daki 770 yıllık Leffe manastırı keşişlerinin eski reçetelerine göre üretilen Leffe bir yıldır Tuborg tarafından ithal ediliyor. Sarışın ve esmer (Blonde ve Brune) olmak üzere iki çeşidini bulabildiğimiz Leffe 6 buçuk derecelik alkolü ile kuvvetli ve çok lezzetli bir bira. Hafif tatlıca ve çok aromatik olan Blonde proscuitto, jambon gibi şarküteri çeşitleri ve salatalarla uyum gösteriyor. Leffe Brune ise ördek, av etleri, kaz ciğeri ve yoğun soslu güveçte etler ile harika gidiyor. Özellikle ördek seviyorsanız Leffe Brun ile denemelisiniz. özellikle ördek, proscuitto ve jambon...

Devamını Oku

Jim Beam ile en iyi giden yemekler

25 Kasım 2012

O zamanlar Batı daha Mississippi nehrinin batısında kalan topraklar, Arizona, Kaliforniya veya Oregon değildi. Ohio vadisi, şimdiki Kentucky, Indiana eyaletleri bile Amerika'nın doğusundaki insanlara çok uzak geliyorlardı.Kervandaki Jacob Beam adındaki genç bir adam bu kadar yolculuk yeter demiş olmalı ki Kentucky'e yerleşmeye karar verdi. Genç Jacob tedbirli bir adamdı, gittiği yerlere küçük bakır imbiğini de beraberinde götürürdü. Kısa bir süre sonra da çiftçilerden artan mısırlardan viski yapmaya başladı. Aradan yıllar geçti, Jacob'un torunu Jim devraldığı aile işini iyice büyüttü. Artık yaptıkları viski Kentucky eyaletindeki damıtımevlerinin bulunduğu ilçenin adıyla "Bourbon" olarak tanınıyordu. Markaya verdiği kendi adı Jim Beam ise kısa bir sürede aynı bourbon adı gibi bütün dünyada tanınacaktı.İşte geçen haftasonu masada yanımda oturan adam işte bu Jim Beam'in yedinci kuşak torunu Fred Noe idi. Fred, Jim Beam bourbon viskilerin damıtımcıbaşı, yani bir bakıma Jim Beam şişelerine giren viskilerin sorumlusu. Brasserie La Brise'de bir "bourbon dinner", yani bourbon yemeği için biraraya gelmiştik. Şef Esen Hünal, Blake Jim Beam'in farklı viskileriyle uyumlu yemeklerden oluşan bir mönü hazırlamıştı. Masamızda Şans restoranın sahiplerinden Niso Adato da vardı ve şarap-yemek veya bira-yemek uyumlarına artık alıştık, ama bourbon viskilerin yemek yemenin nasıl olacağı açıkçası merak ediyorduk. Yemekten önce günün mana ve ehemmiyetine uygun olacağını düşündüğüm için Fred Noe'yu La Brise'in bar tezgahında Mint Julep ile karşıladık. Mint Julep bourbon ile yapılan klasik bir kokteyl. Amerika'nın en ünlü ve prestijli at yarışı olan Kentucky Derby'nin resmi kokteyli, yarış sırasında binlerce kadeh Mint Julep tüketiliyor. Yüz yıldan fazla bir geçmişi olan Mint Julep ayrı bir yazı konusu, ama kısaca bourbon, biraz şeker (şurubu) ve nane yapraklarıyla süslenmiş harika bir kokteyl olarak aklınızın bir kenarına yazmanızda fayda var derim.Çikolata kesinlikle Black serisinin yanında olmalıİlk yemeğimiz bal ile tatlandırılmış Jim Beam Honey eşliğinde somon fümeli tartine idi. Rahmetli Tuğrul Şavkay'in bir yemekte somon fümeyi isli Islay malt vikisi Bowmore ile eleştirdiğinden beri somonu viski ile çok yemişliğim vardır, ama açıkçası somonlu tartine ile tatlıca Jim Beam Honey'in uyumu, viskinin tatlılığının somonun tuzluluğu ve hafif isini dengelemesi çok etkileyiciydi. İkinci yemekte kaz ciğeri ve balsamikli irmik ile Jim Beam'in yeni viskisi Red Stag'i denedik. Aslında Red Stag'e tam olarak bourbon demek mümkün değil, çünkü kiraz ve baharatlarla tatlandırılmış. Ama kaz ciğeriyle çok iyi mücadele etti.Ana yemek ile Jim Beam düşünülmüştü. Ama doğrusunu isterseniz üçüncü yemekle de viski içmek, özellikle ardından yiyeceğimiz mousse au chocolat ile de 8 yıllık Jim Beam içeceğimizi düşününce biraz yorucu olmaya başlamıştı. Ve Fred Noe ile Mint Julep ile başlayıp masada o içki bu içki derken hızla gelişen sohbetimizden cesaret alarak hile yapmaya karar verdim. Yemek bearnaise soslu bonfile idi, Fred'e "New York'daki efsanevi steak house Peter Luger'de yaptıkları gibi bunun yanında birer buz gibi Brooklyn Lager içelim mi?" diye sordum. Birkaç dakika içinde viski yemeğimize dahil olan biralarla biraz serinledikten sonra bourbon'larımızı yudumladık. Sıra çikolatalı tatlı ile 8 yıllık Jim Beam Black'e gelmişti. Viskinin yanında çikolata yiyenlere hep şüpheye bakmışımdır, ama mousse au chocolat'nın Jim Beam Black'in tadını nasıl patlattığını gördükten sonra bazı viskiler için bu fikrim değişmiş olabilir.İskoç viskilerinin yüzde 51’i mısırdanJim Beam bourbon dünyasında olağandışı viskileriyle de tanınıyor. Bourbon arpa maltından dağıtılan İskoç viskilerin aksine en az yüzde 51 mısırdan dağıtılmak zorunda. Kentuckyli bourbon üreticileri viskilerini yıllandırdıkları fıçıları sadece bir defa kullanabiliyorlar. Bu sayede viski fıçının verdiği tat ve rengi azami miktarda alıyor. Fred Noe'nun babası Booker bu fıçıların en iyilerindeki viskilerden 62 derecelik bir viski yapmış ve kendi adını koymuştu. En iyi fıçılar derken 25 bin fıçının sadece 600 kadarından bahsediyoruz. Kendi adını koyduğu Booker's uzun süre bourbon severlerin arasında bir efsane olarak kalmayı başarmış, birçok viski severin damağını mest etmişti. Fred Noe da çok özel bir bourbon'larından bahsetti. Devil's Cut boşaltılan fıçıların gözeneklerinde kalan viskinin 6 yıllık Jim Beam'e katılmasıyla yapılan çok yoğun lezzetli, oldukça koyu renkli bir şaheser. Yemek ile bourbon içmeyi ne kadar tercih edersiniz veya ederim bilemem, ama bourbon dünyasında kayda değer yeniliklerin olduğu bir gerçek.

Devamını Oku

Bond içki konusunda karizmayı çizdi!

9 Kasım 2012

James Bond''un içki konusunda karizmayı bozacağı Daniel Craig''in 007 rolünde ilk boy gösterdiği "Casino Royal"de belli olmuştu. Bond yepyeni Aston Martin''ini gene mahvetmiş, gömleğinin yakası açılmış, oldukça hırpalanmış durumda Montenegro''daki kumarhanenin kapısından girip doğru bara gitmişti. "Bir Dry Martini" demişti dünyanın tanıdığı en ünlü ajan. Barmen müşterisinin görüntüsüne aldırmamaya çalışarak "shaken or stirred" (çalkalanmış mı, karıştırılmış mı) diye sormuştu. Ve 007 soluklanıp "Sanki umrumdaymış gibi duruyor muyum" diye cevap vermişti. Sinemada kendi kendime "Artık James Bond filmlerinde hiçbir şey aynı olmayacak" dediğimi hatırlıyorum. Ve daha Daniel Craig''in üçüncü kez James Bond''u canlandırdığı Skyfall''u seyretmemiştim. Ajanımız vagonun üstüne kavga ederken vurulduktan sonra bizim güney sahillerimiz olduğunu tahmin ettiğimiz bir yerde yatağında elinde bir şişe Heineken bira ile iyileşmeye çalışıcaktı.James Bond''un ilk filmi "Doktor No"nun tam 7. dakika ve 37. saniyesinde gene bir kumar masasının kenarında güzel bir kadına kendisini "Bond, James Bond" diye tanıştırmasının üstünden tam 50 yıl geçti. Sean Connery, Roger Moore, Pierce Brosnan, hepsi giyimiyleriyle, vücut lisanıyla, hazırcevaplılıkları ve gustolarıyla, ve tabii ki içkileriyle hepimizin gönlünde taht kurdular. "Shaken or stirred? Umrumda mı" deyip yatağında Heineken içen Craig''i ayrı bir kategoride tutmak gerekir.İçkileri, yaratıcısının ne içtiğine bağlıydıIan Fleming yazdığı 007 romanlarında kahramanının içkisini Vesper Martini olarak belirlemişti. James Bond’un "Casino Royale"da aşık olduğu ajan Vesper’in adını verdiği favori kokteylini Ian Fleming kitabında 007''nin ağzından “üç ölçek Gordon cin, bir ölçek votka ve yarım ölçek Kina Lillet vermut, buz gibi olana kadar çalkala ve içine büyükçe bir parça limon kabuğu koy" diye tarif etmiş. Ama James Bond daha ilk filmi Doktor No’da yaratıcısını dinlemeyerek barmene “çalkala, karıştırma” talimatı vererek Vesper değil, Votka Martini içmişti. Filmden akılda en çok kalan sahne Ursula Andress’in beyaz bikinisiyle denizden kumsala çıkışı olduğu için, Bond’un ne içtiği pek kimsenin umrunda değildi. Romanlarda Bond''un içtiği içkiler yaratıcısının o aralar ne içtiğine bağlıydı. Sıkı bir cin tonik sever olan Fleming Doktor No''da ajanına 4 kere cin tonik içirmiş, daha sonra kendisi bourbon içmeye başlayınca 007 de kitaplarda da, filmlerde de viski ve Votka Martini içer olmuştu. Hatta "Tomorrow Never Dies"da ajanımız bir otel odasında Smirnoff votkasını sek olarak içmişti. Ama gene de Bond ve içki denilince akla ilk gelen sahneler hep smokinini giymiş 007''nin elinde üçgen bir Martini kadehi veya şampanya kadehi tuttukları olmuştur. Kendisini öldürmeye çalışan düşmanlarının masalarında yemek yemeden önce Dom Perignon içmeyi tercih edip hatta rekoltesi hakkında ukalalık etmeyi pek seven 007 nedense kadınlarla başbaşa kaldığında buz kovası içinde Bolinger şampanyayı tercih ediyor. Şampanya James Bond''un filmlerinde en çok içerken göründüğü içki. Onu ikincilikte yirmi kereden fazla ile Votka Martini izliyor. Filmlerde pek Cin Martini içerken görmediğimiz James Bond Ian Fleming''in romanlarında tam 19 defa Cin Martini içmiş. 007''nin kitaplarda en çok içtiği içkilerden birisi de 21 defa ile İskoç viskisi. Sevdiği viski Macallan ve negroni kokteyliKokteyllere gelince, dünyanın en egzotik köşelerinde film çevirmiş olan Bond tabii ki birçok sahnede kokteyl içerken görülüyor. Bu sahnelerin en unutulmazı Ursula Andress''ten sonra denizden çıkan en güzel mahluk ola Halle Berry''e Pierce Brosnan''ın vücudunda Bond''un Mojito ikram ettiği sahne. James Bond klasik kokteylleri de seviyor. "Casino Royal"de Americano (yarı yarıya Campari ve Martini Rosso ve biraz soda, 007''ye göre Perrier) içen Bond''un canı aynı kokteyli "A View to Kill"de de çekiyor. James Bond Americano''nun Campari ve Martini Rosso''ya eşit miktarda cin katılmış olan versiyonu Negroni''yi de ihmal etmiyor. James bu iki kokteylin açık havada içilecek en iyi içkiler olduğunu söylüyor ve bu konuda defalarca yazı yazmış olan yazarınızı haklı çıkarıyor. Sean Connery''nin 007 olduğu yıllarda ajanımızın bourbon ile yapılan klasik kokteyllerin en güzellerinden Old Fashioned dublelerini içtiği sahnelere de sık sık rastlamak mümkün. Malt viskiye gelince, James Bond filmlerinde malt viskiye ilk rastlayışımız Judi Dench''in, yani M''in masasındaki Talisker ile oluyor. M kendisine Talisker koyarken konyağı tercih eden Bond''un en sevdiği malt viskinin Macallan olduğunu öğrenmemiz için Skyfall''u beklememiz gerekti. Filmin başına bizim güney sahillerimizdeki köhne bir barda Macallan içerken gördüğümüz 007 filmin sonuna doğru güzel bir kadının başının üstündeki kadehteki 1962 yılının Macallan''ını tabancasıya vurunca "nefis bir viski ziyan oldu" diye söylenecekti. James Bond bu! Bu arada bira konusunda da günahını almayayım, Goldfinger''de de Heineken içmişti.

Devamını Oku

İçinizi serinleten, doyuran sonra da ısıtan biralar

2 Kasım 2012

Biraz önce pub''da biramı yudumlarken seyrettiğim yağmur hızını kaybetmiş, çiseler hale gelmişti. Boş sokaklar ıslanmış, durakta duran iki katlı klasik Londra otobüsünün kırmızı rengi kaldırıma yansımıştı. Ceketimin yakalarını kaldırdım, adımlarımı sıklaştırdım. Royal Oak da içimi hâlâ sıcak tutuyordu. Bazı ale biralar öyledir, içerken sizi serinletir, doyurur, sonra da içinizi ısıtır. Borough Market''e ulaştığımda yağmur tamamen durmuştu. Sokaklardaki boşluk birden yerini pazaryerine alışverişe gelenlerin kalabalığına bıraktı. Londra''nın çevresindeki kırsaldan gelen çiftçiler tarlalarından topladıkları ürünleri Kraliçe Victoria döneminden kalma görkemli bir hal binasının içinde sergiliyorlardı.Kendinizi Kraliçe Victoria döneminde sanabilirsiniz... Burada köşede Borough Market kadar eski bir pub var. İçeriye girdim, Market Porter''in barmeni yüz yıllık bar tezgahının üzerindeki 10 kadar seramik bira pompasından mahzendeki ale''leri çekiyordu. Biralara kısaca bir göz attıktan sonra bir pint (yarım litre kadar) Harvey''s Sussex Best Bitter istedim. Pub oldukça kalabalıktı, yağmur da durmuştu, bardağımı alıp kaldırımda biralarını içenlere katıldım. Biradan birkaç yudum alıp önümde yükselen binaya baktım. Borough Market sanayi devriminin başlarının eseri, o devirlerde adet olduğu üzere gerektiğinin iki üç katı demir kullanılarak yapılmış bir hal binası. İnsanların kıyafetlerine bakmazsanız kendinizi hâlâ Kraliçe Victoria döneminde sanabilirsiniz. Ale ile iyi giden İngiliz peynirleriMarket Porter''in hemen solunda sadece İngiltere''nin değil, Avrupa''nın en iyi istiridye restoranlarından Wright Brothers Oyster & Porter House var. Dışarıda bira eşliğinde istridye yiyenleri görünce biramı bitirdikten sonra onlara katılmaya karar verdim. İrlanda''nın Carlingford istridyeleri olağanüstüdür ve yanlarında bir Meantime London Stout bira ile muhteşem gideceklerdir. Ama bardağımdaki Harvey''s bitter daha bitmemişti. Market Porter''in önündeki kaldırımdan sokağın karşısındaki pazarı dolaşan kalabalığı seyretme çok keyifli idi. Biraz sonra yanımızda bir pazarcı belirdi, kocaman bir tekerlekten peynir parçacıkları kesip bira içenlere ikram etmeye başladı. İngitere''nin bazı peynirlerinin ne kadar lezzetli olabildiklerini ve iyi bir ale ile ne kadar iyi gittiklerini biliyor muydunuz? Sonra birden Borough Market''in tavanından aşağıya sallanan bayraklardan birisinde yazan yazı dikkatimi çekti: "Bira Tanrı''nın bizi sevdiğinin ve mutlu olmamızı istediğinin ispatıdır... Benjamin Franklin"Biraseverler için cennet gibi üstü açık bir dükkan UtobeerAmerika''nın "founding fathers", yani kurucu babalarından biri olan Franklin''in resmi 100 dolarlık banknotların ön yüzünü süsler, yani oldukça önemli bir adamdır. Böyle bir bayrağın altında ne olabilir diye merak edip Borough Market''in içine girince karşıma gördüğüm en muhteşem bira dükkanlarından biri çıktı. Utobeer üstü açık, ama her tarafı kütüphane misali raflarla sarılmış, raflarında dünyanın önemli biralarının neredeyse hepsinin bulunduğu biraseverler için cennet gibi bir dükkan. 600 kadar farklı bira satıyorlarmış. Bir tarafa Belçika''nın manastır biralarını dizmişlerdi. Efsanevi Orval, şarap şişesi boyunda şişelerde Westmalle, Chimay, Achel. Bir tek dünyanın belki de en zor bulunan birası Westvleteren yoku, onu da zaten alabilmek için keşişlerin bira yaptıkları günlerde Belçika''nın Ypres kenti yakınlarındaki manastıra gitmek, hatta bazen önünde kuyruğa girmek gerekir. Öte taraftaki rafarda ise Anchor Steam, Liberty Ale, Brooklyn Lager, Brooklyn East India Pale Ale, hatta Black Chocolate Stout ie Goose Island Honker''s Ale dizilmişlerdi. Amerika''nın "craft brew" merkezi Oregon''dan bile birkaç bira vardı, Utobeer''de İngiliz ve İskoç biralarından ise neredeyse yok yoktu. Fanatikleri iyi ale biraların pub''lardaki elle çekilen pompalardan içilmesi gerektiği konusunda hemfikirdirler, ama son yıllarda şişelenen ale''ler arasında da olağanüstü biralar dikkat çekmeye başladılar. Türkiye''ye ithal edilen ünlü Londra birası Fuller''s London Pride ile 19. yüzyılda kaybolmuş olan Porter tarzının iyi bir temsilcisi olan Fuller''s London Porter rastlandığı yerlerde denenmeye değer biralar. İskoçya viskide olduğu gibi bira konusunda da dikkate alınmalıGeçenlerde Mikla''nın sahibi ve şefi Mehmet Gürs ile Şans restoranın sahiplerinden Niso Adato ile yaptığımız "İskoçya adaları biraları tadım yemeği"nde tattığımıza göre İskoçya viskide olduğu gibi bira konusunda dikkate alınması gereken bir ülke. Utobeer''den İskoçya''nın epeydir tatmak istediğim birası Broughton Scottish Oatmeal Stout, karanın bittiği yerde Kuzey Denizi''ne savrulmuş Orkney adalarının muhteşem Dark Island Ale''i ve birkaç bira daha alarak ayrıldım. Etrafınız domatesler, patatesler ve peynirlerle sarılıyken dünyanın en iyi biralarından bazılarını alabilmek hoş bir duyguydu. Thames nehrinin kıyısını takip ederek otelime doğru yürürken yağmur tekrar çiselemeye başlamıştı, ama artık hiç değilse elimdeki torbada içimi ısıtacak biralar vardı.

Devamını Oku

Yeni harmanların peşinde...

26 Ekim 2012

Bütün gün üzerimizi kaplamış olan kara bulutların arasında akşamüstüne doğru nihayet boşluklar oluşmaya başlamıştı. Günün batmasına daha bir saat kadar vardı, ama bulutların arasından sızan güneş önümüzdeki Clyenish damıtımevinin Tibet tapınaklarını andıran padoga çatısını kızıla boyamıştı. Arka plandaki yemyeşil düzlüğün akşam güneşinden payını alan kısımları parlak bir fıstık yeşiline boyanmıştı. Araya serpiştiilmiş biraç bembeyaz çiftlik evi fosforlu gibi parlıyorlardı. Tabloyu tamamlayan tepeleri ilkbaharda mor ve eflatunun her tonuna boyayan İskoçya''ya özgü "heather" çalılıkları mor kahve bir renk almışlardı. Clynelish damıtımevi, İskoçya''nın neredeyse en kuzeyinde, Brora kasabasında. Brora''dan iki saat daha kuzeye doğru yol alırsanız sağ karafınızda kurşuni bir deniz size yol boyunca eşlik eder. Sonra kara biter, Kuzey Denizi sadece sağınızda kalmaz, karşınızda da Kuzey Kutbu''na kadar. Clynelish farklı bir damıtımevidir, orada malt viski yapılırken diğer İskoç damıtımevlerinin aksine çimlendirilmiş arpayı kurutmak için peat, yani turba ateşi kullanılmaz. Bunun sonucu olarak viskisinde o İskoç viskilerine özgün is kokusu bulunmaz. Clynelish hafif yağlı, mum kokusunun izlerini taşıyan bir viskidir. Bu özellikeriyle de harmancıların çok kullandıkları bir viskidir.100 yıl önce yaratılmış formüllerClynelish Johnnie Walker''in master blender, yani harmancı ustası Jim Beveridge’ın burnu ve damağına çarpmış olmalı ki Beveridge yeni yarattığı Johnnie Walker Gold Label''de bol miktarda Clynelish kullanmış. Blended viskiler (harmanlanmış viskiler) genelikle 30 kadar malt viskinin başka tahıl viskileriyle baş harmancının uygun gördüğü ölçülerde harmanlanması sonucunda ortaya çıkar. Dünyanın en ünlü İskoç viskileri yüz yıldan önce yaratılmış formüllerle üretilmeye devam ediyor. Ancak son yıllarda Gold Label Reserve ve Double Black gibi usta harmancılar tarafından baştan yaratılan viskiler çok ilgi görüyorlar... Johnnie Walker Double Black için Brora''dan güneye doğru yol alıp viskileriyle ünlü Highlands bölgesinin merkezi Inverness''e, oradan da Elgin''e gitmeniz gerekir. Elgin dünya viski üretiminin kalbi Spey nehrinin vadisinin denize açıldığı yerde kurulu bir kasaba. 600 yüz önce yıkılmış, ama harabeleri bile çok görkemli olan katedrali, İskoçya''nın dünyaca ünlü ekose kumaşlarını, battaniyelerini, yün kazaklarını alabileceğiniz en iyi yerlerden birisi olan Johnstons of Elgin ve efsanevi viski dükkanı Gordon & MacPhail ile mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir kasaba. Spey vadisinin ortalarında Craigellachie adındaki küçük köyde aynı ismi taşıyan otel bu viski cennetini gezerken konaklamak için ideal. Efsanevi isim Elizabeth CummingsSpey nehrinin batı kıyılarındaki Cardhu damıtımevi Johnnie Walker''in kalbi. 1824 yılında legal üretim için ilk ruhsat alan damıtımevlerinden biri. 19’uncu yüzyıldaki sahibesi Eizabeth Cummings İskoç viskisi tarihinin efsanevi isimlerinden, hatta Johnnie Walker 1893’te Cardhu''yu satın aldıktan sonra bile viski damıtımını Cummings''e bırakmış. Dünyanın en sevilen 12 yıllık viskilerinden Black Label''in harmanında ise Cardhu''nun yanısıra Talisker kullanılmış. Talisker İskoçya''nın batı sahillerindeki Skye adasının malt viskisi ve Islay gibi diğer adalarının maltları gibi isli bir kokuya ve denizden iyot, tuz gibi izler taşıyan bir tada sahip. Johnnie Walker Black Label karakteristik is kokusunu ve tatlılığını işte bu viskilerden alıyor. Double Black''de Black Label''in DNA''sı bozulmamışMaster blender Jim Beveridge, yeni bir harmanlanmış viski yaratmaya karar vermiş. Black Label''de dan daha isli, daha yoğun, dolayısıyla adı da Double Black. Beveridge Double Black''de "Johnnie Walker Black Label''in DNA''sını bozmadan Cardhu gibi tatlımsı ve meyvemsi tatlara sahip Spey viskilerini daha az kullandık" diyor. Talisker''e verdiği önem de yerini kendisinin de itiraf ettiği gibi aşık olduğu Islay adası maltı Caol Ila''ya bırakmış. Neticede ortaya bu olağanüstü ülkeyi çok iyi yansıtan harika bir viski çıkmış. Double Black Kasım ayında Türkiye''ye ithal edilmeye başlayacak, Gold Label ise önimizdeki ilkbaharda. Tadım notları için onları bekleyelim, ama Double Black Duty Free Shop''larda bulunuyor.

Devamını Oku

“Tanrının mayaladığı içki: Bira”

12 Ekim 2012

Bira tarihi ile çok şey yazılıp çizilmiştir. Bazı tarihçiler ilk biranın 5 bin yıl kadar önce Mezopotamya''da yapılmış olduğunu iddia ederler, başka tarihçiler ise ilk bira Mısırlılar tarafından yapılmıştır diye ısrar ederler. Mutabık kaldıkları tek konu ise ilk bira ister Mezopotamya''da, ister Mısır''da yapılmış olsun, tadının nasıl bir şey olduğu hakkında fazla bir şey bilmediğimizdir. Aslında bırakın 5 bin yılı, bin yıl kadar önce yaşayan atalarımızın bile ne içip, ne yedikleri ve tattıkları yemeklerin, içkilerin lezzetleri hakkında pek fazla bir fikrimiz yok. Gene birayı ele alacak olursak, daha 800 yıl önce içilen biraların bile tatlarının günlerimizde içtiğimiz biralardan çok farklı olduğunu söyleyebiliriz, çünkü iyi bir biraya lezzet veren ana maddelerden birisi olan şerbetçiotun biraya katılması fikri ilk olarak o yıllarda çıkmıştır. Sonraki yıllarda iyi bir bira için arpa, şerbetçiotu ve suyun yeterli olduğu sonucuna varılmış ve neredeyse bütün Avrupa''da biralar bu üç malzeme ile yapılmaya başlanmış. Hatta 1516 yılında Bavyera kralı IV. Wilhelm birada kullanılan bu üç hammaddeyi kanun haline getirilmiş. IV. Wilhelm''in Almanya''da hâlâ geçerli olan Reinheitsgebot, yani "saflık kanunu"na göre bira yapımında arpa, şerbetçiotu ve su dışında herhangi bir şeyin kullanılması yasaktır. Reinheitsgebot dünyanın hâlâ geçerlikte olan ilk yiyecek güvenliği ve tüketiciyi koruma yasasıdır. Ancak gelin görün ki o da eksik bir kanundur, çünkü kanun yazılırken bir hammadde unutulmuştur: Maya. Pasteur mikroskobunun altında mikroorganizmaların varlığını görünceye kadar insanların mayanın varlığından haberleri yoktu. Bira açık tanklarda dinlenmeye bırakılırdı ve havada uçuşan mayaların marifetiyle fermante olunca da bu Tanrı''nın büyüklüğüyle izah edilirdi. Biracılar mayalanmış biralarına bakıp şükreder "Gott ist gut" (Tanrı iyidir) derlerdi.Fermante uygulamaları geliştikçe çeşitlilikte artmaya başladıMayanın keşfi, daha doğrusu ne olduğunun anlaşılması bira dünyasının çehresini değiştirdi. 19. yüzyılın oralarında Münih ve Pilsenli biracılar açık tanklarda üstten fermantasyona uğrayan biraların daha soğuk ısılarda farklı maya kültürleriyle alttan da fermante edilebileceğini keşfettiler ve halen dünyada içilmekte olan biraların çok büyük çoğunluğunu teşkil eden "Lager" biralar ortaya çıktılar. Kopenhaglı Jacob Christian Jacobsen adında bir üreticisinin Münih''e bir inceleme seyahati yapması da bu tarihlere rastlar. Jacobsen çok iyi bira yapan bir bira fabrikası kurmak istiyordu ve bunun için lezzetlerinden çok etkilendiği Münih biralarını örnek almaya karar verdi. Kopenhag''ın hemen dışındaki küçük bir tepenin üstüne kurduğu fabrikasına oğlu Carl ile Almanca "tepe" demek olan "Berg" kelimelerinin birleşimi olan Carlsberg adını verdi. Carlsberg kısa sürede iyi biralarıya tanınan bir bira markası oldu. Kısa sürede şehrin öbür tarafındaki Tuborg ile aralarında ezeli bir rekabet oluştu. Bu rekabet iki şirketin 1970 yılında birleşmelerine kadar sürdü. Carlsberg dünya çapında daha çok tanınan marka olmasına rağmen hâlâ Reinheitsgebot''a göre sadece arpa, şerbetçiotu, maya ve su kullanarak bira yapan Tuborg Kopenhag''da eski rakibinin iki katı kadar bira satıyor.Dünyada içilen bütün lagerlerde birazcık da olsa Carlsberg varJacob Christian Jacobsen fabrikanın kuruluşundan sadece sekiz yıl sonra hemen yanıbaşında bir laboratuvar açmış. Burada çalışan bilimadamlarından Dr Emil Hansen''in geliştirdiği maya halen bütün dünyada lager üretiminde geniş çapta kullanılıyor ve "Carlsberg mayası" olarak tanınıyor. Carlsbergciler haklı olarak bunu anlatırken gülümseyerek "yani dünyada içilen neredeyse bütün lager biraların içinde birazcık da olsa Carlsberg var" diyorlar. Aslında övünmekte haklılar çünkü kurucuları Jacobsen bu keşfi daha ilk yıllardan başta en büyük rakibi Tuborg ile, sonra da Avrupa''nın, hatta dünyanın bira fabrikaları ile paylaşmış. Neden mi? Dünyada içilen biralar daha iyi olsun diye. Carlsberg ve Tuborg dünya çapında sarışın lager biralarıyla tanınıyorlar. Oysa Kopenhag''da durum oldukça farklı. Kızıla çalan rengiyle Tuborg Classic çoğu barda Tuborg Gold ile birlikte aynı tezgahı paylaşıyor. Bir buçuk yüzyıldan önce yaptığı ilk bira koyu renkli bir bira olan Carlsberg hâlâ Carls Porter adında olağanüstü bir porter bira yapıyor ki düyanın mutlak tadılması gereken biralarından birisi. Şimdi bir de kurucularının anısına Jacobsen markasıyla bir seri "butik" bira çıkarmışlar ki ayrı bi yazı konusu.

Devamını Oku

Pahalı şarapları şişesini açtırmadan tadacaksınız

5 Ekim 2012

Türk şaraplarının son on yıl içinde kat ettikleri yolu bilmeyenimiz kalmadı gibi. Yeme içme yazıları yazanlarımız son yıllarda şaraplarımızı öve öve bitiremiyoruz. Sadece bizler değil, yurt dışından gelip şaraplarımızı tadan, not veren Master of Wine (şarap üstadı) ünvanına sahip yabancı şarap uzmanları, şarap yazarları da bizim yazarlarımızda hemfikirler. Üstadlar sohbetlerinde de, yazılarında da şaraplarımızın kalitesinde göz ardı edilemeyecek bir yükselme olduğunu vurguluyorlar. Son yıllarda şaraplarımızın arasında ''çok iyi'' anlamına gelen 90 puandan çok alanların sayısı sürekli artıyor.Restoranlarımızın şarap listeleri de giderek zenginleşiyor ve şarap sayısındaki artış müşterilerin şarap seçerken zorlanmalarına neden oluyor. En büyük sorun da tabii ki restoranlarda kadehte sunulan, yani bütün bir şişe açılmadan tadılabilecek şarapların sayısının çok az olması. Her restoran kendince belirlediği birkaç kırmızı ve beyaz şarabı kadehte sunuyor, ama şarap listesinin ağırlığını teşkil eden şarapları sadece şişe olarak sipariş edildiği takdirde açıyor. Dolayısıyla bir yazıda okuduğunuz veya arkadaşınızdan duyduğunuz bir şarabın şişe açtırmadan tadına bakmanız neredeyse imkansız.Ancak 3-14 Ekim tarihleri arasında 7. defa yapılacak olan Doluca''nın ''İstanbul Kadeh Kaldırıyor'' etkinliği buna şarapseverleri memnun edecek bir istisna! Bu etkinlik boyunca Anjelique, Ca''d''ro, Da Mario, Frankie, Gina, Gigi, İstanbul Modern, Brasserie La Brise, Mikla, Sunset, Şans, Topaz, Vogue ve X gibi şehrin en önemli restoranlarında tam 7 ülkeden 79 farklı şarabı şişe açtırmadan kadeh olarak sipariş edip içmek mümkün olacak. Şaraplar kadehte 14 restoranda kısa bir süre sunulacak.En pahalı Türk kadehi Alçıtepeİstanbul Kadeh Kaldırıyor''daki 79 şaraba bir göz atacak olursak hemen dikkati çekenler Doluca''nın her yıl bu etkinlikte piyasaya çıkardığı imza şarabı Signium ile Alçıtepe. Signium her yıl bağlarda en iyi ürünü veren cinslerin üzümlerden yapılan bir kupaj. Signium 2010 bir Shiraz-Merlot-Öküzgözü beraberliği, geçen rekoltede yer alan Cabernet Sauvignon yerini Merlot''ya bırakmış, ama Signium gene çok dolgun, lezzetli ve içmesi keyif veren bir şarap. Alçıtepe ''Kirte'' 2009 ise nefis bir Cabernet Sauvignon, Gelibolu yarımadasının ucundaki aynı adı taşıyan bağların ürünü ve Türkiye''nin en iyi şaraplarından birisi. Normal şartlarda bir restoranda şişesini 150-200 TL arasında açtırabileceğimiz bu şarapların İKK boyunca kadeh fiyatları 25 ile 30 TL olacak. 79 şaraplık listenin en pahalı kırmızı şarabı bir kadehi 91 TL olan Şili şarabı Caballo Loco No:11, Türk şaraplarında ise Alçıtepe. Beyazlarda ise bir Chardonnay, Chablis Premier Cru Les Vaillons 2009 kadehi 69 TL ile en pahalı olan şarap.Ülkemizi asil üzümlerden yapılan şaraplarla tanıştıran Sarafin İKK şarap listesinde 2010 rekoltesi Cabernet Sauvignon, Merlot, Shiraz ve Chardonnay ile yer alıyor. Özlediğimiz Sarafin Sauvignon Blanc ise 2011. Cabernet Sauvignon sevenlerin mutlaka tatmaları gereken Kaliforniya şarapları Duckhorn ile Merryvale Starmont ve Profile. Türk şaraplarından sonra 48 kırmızı ve 21 beyaz şaraplık İKK listesine en hakim olan ülkeler Şili ve İtalya''nın şarapları...

Devamını Oku