İlk önce gök gürültüsünü andıran bir ses geldi, sonra turkuaz renkli suda kıpırdanmalar oldu. Önümüzdeki 40-50 metre yüksekliğindeki buz duvara elimizi uzatsak dokunacak mesafedeydik ya da bize öyle geliyordu. Sonra masmavi gökyüzü altındaki gök gürültüsünü andıran ses arttı, sudaki kıpırdanmalar da dalgalara dönüştü ve gölün içinden birkaç kamyon boyundaki buz kütleleri yükselmeye, daha doğrusu fırlamaya başladı. Muhteşem bir tabiat olayına şahit oluyorduk. 30 km. uzunluğundaki Perito Moreno buzulunun dibindeki buz kütleleri basınca dayanamayıp su yüzüne çıkmaya başlamışlardı. Bazıları görebileceğiniz en güzel cam göbeği rengindeyken bazıları ise buzulun tabanındaki toprağa sürtünmeden siyaha bürünmüştü. Arada kalan birkaç buz kütlesi ise adeta turkuaz-siyah çizgiliydi.Pasifik Okyanusu'dan gelen nemli rüzgarlar Şili'nin güney sahillerine varıp And Dağları'na çarptığında yağışa dönüşür. Buralara düşen yoğun yağış dağların zirvelerini karla kaplar. Kar yağışı o kadar yoğundur ki, erimeye fırsat bulamayan kar yığınları buzullara dönüşüp And Dağları’ndan aşağıya akarlar. Şili ile Arjantin arasında kalan 350 km. uzunluğundaki Güney Patagonya buz kütlesi dünyanın Antartika ve Grönland'dan sonra üçüncü büyük su kaynağıdır. Güney Amerika kıtasının en güneyi Şili tarafında fiyortlara, Arjantin tarafında ise Patagonya'nın uçsuz bucaksız düzlüklerine doğru akan 350 kadar buzul bulunur. Bunların en tanınmışı olan Perito Moreno buzulu And’ın karlı zirvelerinden 30 km. aşağıdaki Lago Argentino'ya kadar uzanır. Kapladığı alan 250 km’dir. Yani Arjantin'in en büyük şehri Buenos Aires'den daha fazladır. Göle olan cephesi 5 km uzunluğunda ve 40-50 metre yükseklikte muhteşem bir buzdan duvar, ama bu büyüklükte bile hemen kuzeyindeki Upsala buzulunun sadece üçte biri kadar.Derinlik 700 metre!Lago Argentino, yani "Arjantin gölü" 700 m. ile dünyanın Asya'daki Baykal'dan sonra en derin gölü. Son buzul çağından sonra buzulların geri çekilmesiyle ortaya çıkmıştır. Lago Argentino'nun kıyısındaki şirin kasaba El Calafate, Perito Moreno buzuluna bir saat mesafede. Bir alışveriş caddesi, oteller, Patagonya kuzusu yiyebileceğiniz et lokantaları, ufukta And Dağları’nın karlı zirveleri ve onlarla aranızda olduklarını bildiğiniz dünyanın en muhteşem buzulları. Ovadan gökyüzünü delen iğneler gibi yükselen Fitz Roy ve Cerro Torre arbayla üç saat mesafedeki El Chalten'de, dünyanın en muazzam doğa harikalarından biri olarak kabul edilen Torres del Paine ise tepelerin arkasındaki Şili'de, arabayla 4 saat mesafede.Uçsuz bucaksız toprakların koyunlarıPatagonya, Güney Amerika’nın bütün güneyini kaplıyor. Karanın bittiği yerdeki Magellan boğazının ötesinde Tierra del Fuego ve dünyanın en güneydeki kasabası Ushaia var, ondan sonra uçsuz bucaksız bir okyanus ve Antartika. Buralara ilk yerleşen beyazlar İngilizler olmuş. O zamanlar, 200 yıl kadar önce Şili ve Arjantin daha kuruluş aşamasında, kuzeyde aralarındaki sınırı tespit etmeye çalışıyorlardı. İkisinin de dikkatlerini Patagonya'ya çevirecek zamanları yoktu. İngilizler de boş buldukları bu uçsuz bucaksız topraklara yerleşip İngiltere'den getirdikleri koyunları yetiştirmeye başlamış ve oradaki kumaş fabrikalarına yün ihraç etmiş. Patagonya'da 32 milyon koyun var ve hayvancılık bölge ekonomisinde hâlâ çok önemli bir yer tutuyor.Doğası vahşi, fırtınalar korkutucuPatagonya'da tabiat çok vahşi. Sürekli esen rüzgâr sık sık fırtınaya dönüşüyor, hem de ağaçların ayakta kalmasını imkansız kılan, otobüsleri yollardan savuracak şiddette fırtınalara! Arjantin Patagonya'sı Şili tarafının onda biri kadar bile yağış almıyor, ama çok sayıda ırmak sayesinde kurak değil. Perito Moreno buzulunda akşama doğru hava serinlemesiyle bulunduğumuz ahşap platformdan seyretmekte olduğumuz buz duvarı soğukluğunu hissettirmeye başladı. Sonra gök gürültüsünü andıran sesler gene başladı. Bu sefer buzulun önünde çatırdamalar vardı. Büyük kütleler 50 metre yükseklikteki buz duvarından kopup Argentino gölünün turkuaz sularına düşüyor, küçük buz dağları oluşturuyordu. Biz de ağzımız hayranlıkla açık dünyanın öbür ucundaki bu muhteşem tabiat olayını seyretmeye devam ettik. Anlaşılan tabiat buralarda bitmeden usanmadan şov yapıyor.Dünyanın öbür ucuna aktarmasızPatagonya, Türkiye'den bakılınca gerçekten dünyanın öbür ucu. Ama Türk Hava Yolları'nın Buenos Aires seferleri sayesinde bu muhteşem ülkeye aktarma yapmadan gitmek mümkün. Buenos Aires-El Calafate uçuşu ise sadece 2 buçuk saat sürüyor. Destinos Australes Patagonia (destinosaustrales.com) ve Viva Patagonia (vivapatagonia.com) hem buzullara, hem de El Chalten ve Fitz Roy turları için iyi adresler.
Dünyanın büyük futbol şehirleri vardır. Biz İstanbulumuzu da bunların arasında saymaktan hoşlanırız. Gerçekten de üç büyük futbol kulübüne ve Fenerbahçe-Galatasaray gibi dünyanın sayılı derbilerinden birisine sahip olan İstanbul futbol konusunda çok iddialı bir şehir. Avrupa'da şampiyonluk kazanmış üç büyük futbol kulübüne sahip şehir sayısı çok azdır. Güney Amerika'da ise durum oldukça farklıdır. Kıtanın büyük metropolleri olan Sao Paulo, Rio de Janeiro ve Buenos Aires gibi şehirlerde dörder, beşer, "büyük" kulüp vardır. Hele Buenos Aires tam bir futbol şehridir.Aslında Buenos Aires'e tam bir futbol şehri demek de haksızlıktır. Bisiklete binenlere, koşanlara her daim rastlamak mümkündür. Arjantinliler futbol dışında rugby ve polo'da da çok iyiler. Buenos Aieres'in nüfusunun çoğunluğu İspanyol olmasına rağmen ikinci büyük etnik grup olan İtalyanların sayısı da onlara yakındır. Ama Arjantinliler, bu köklerine rağmen İngiliz gibi davranmaktan da pek hoşlanırlar, futbol dışında rugby ve polo gibi sporlardan hoşlanmaları da ondandır. Buenos Aires'in zengin muhiti Palermo'daki Campo Argentino de Polo'da bir polo maçına giderseniz hem at sırtında oynanan bu ilginç sporu izleme fırsatını bulursunuz, hem de "Buenos Aires aristokrasisi"nin İngiltere'yi bu sıcak iklime nasıl taşıdığını izlersiniz.Çılgın taraftarların şarkıları adeta konser gibiBuenos Aires’in İstanbul'a inat 3 değil "5 büyükler"i var. İkisini herkes biliyor, River Plate ile Boca Juniors. Bu ikisinin arasındaki "Superclassico" dünyanın en ateşli derbilerinden biri. Boca'nın takımı, bizim Fenerbahçe Stadı misali mahallenin tam ortasında yükselen çok dik tribünlü ve harika atmosferli La Bombonera adı verilen stadları var. Renkleri sarı-lacivert. Rivayete göre kulüp kurulduğunda iş renklere gelince kavga çıkmış. Sonunda limana gelen gemilerden ilkinin bayrağını kulübün renkleri yapmaya karar vermişler. Gelen gemi bir İsveç gemisiymiş, böylece Boca Juniors bizim Fenerbahçe ile renkdaş olmuş. Boca'da dolaşırken duvarlarda Kadıköy'deki "Fenerbahçe Cumhuriyeti" gibi "La Republica de la Boca" yazılarına rastlayabilirsiniz.Başkentin 5 büyüğünün diğer ikisinin rekabeti de River Plate ile Boca'nınkinden aşağı kalmıyor. Geçen yıl ne yazık ki küme düşen Independiente, Güney Amerika Şampiyon Kulüpler Kupası "Copa Libertadores"i 7 defa ile en çok kazanan takım. Ezeli rakibi ise Fransız göçmenlerin takımı ve çok ateşli taraftara sahip Racing. Ama ateşli taraftar diyince sıra Buenos Aires'in en hoş takımına geliyor: "El team de Papa", yani Papa'nın takımı San Lorenzo de Almagro! San Lorenzo'nun taraftarını seçimlerden sonra Youtube açılırsa izlemelisiniz. Ben canlı izledim, 90 dakika şarkı söyleyip, dans eden 30-40 bin kişi. En az 20 besteleri var, konsere gelmiş gibi oluyorsunuz. Kulüp adını fakir Boedo mahallesinin çocuklarının futbol oynayabilmesi için kilisenin bahçesini açan papaz Lorenzo Massa'dana alıyor. En büyük taraftarlarından birisi de Arjantinli Papa Franciscus. Geçen sezon şampiyon olunca amblemlerinin üstüne meleklerin kafalarının üstündeki gibi bir hale eklediler. Taraftarlarının içindeki en büyük uhde ise Copa Libertadores'i kazanmamış olan tek takım olmaları...Stada nasıl gidilir?Türk Hava Yolları her gün Sao Paulo üzerinden Buenos Aires'e uçuyor. Uzun bir uçuş, ama nefis yemekler, iyi servis ve sayısız film seçenekleriyle oldukça çabuk geçiyor. Buenos Aires'de maça gitmek isterseniz tangol.com sitesinden biletinizi alıp, rezervasyonunuzu yaptırabilirsiniz. Sizi otelinizden alıp futbol hastası bir rehber eşliğinde stada götürüp, maçtan sonra otele geri getiriyorlar.Muhteşem et ve şarabın şehriYeme içme tutkunlarınına gelince onları Arjantin’de iki şey ilgilendirir: Buenos Aires’den Patagonya’ya kadar uzanan uçsuz bucaksız çayırlarda, Pampa’larda yetiştirilen sığırların muhteşem etleri ve And Dağları’nın eteklerindeki bağlardan elde edilen ve bu etlerin yanına pek yakışan Malbec üzümünden yapılan şarapları. Denemelerimiz Buenos Aires’de bu ikili için en ideal iki yerin El Obrero ve La Brigada adlı iki parilla olduğunu gösterdi. La Boca’daki El Obrero şehrin en ünlü parilla, yani et lokantalarından. Her tarafı Boca Juniors başta olmak futbol takımlarının bayrakları ve Maradona başta olmak üzere futbolcuların ve takımların resimleriyle dolu olan basit dekoru da, atmosferi de çok hoş. Ojo de bife, yani antrekot ile Chorizo sosisi muhteşem! La Brigada ise iki katlı, yukarıya çıkan merdiven duvara yapışık. Duvarda gene futbol formaları, takım resimleri, gene Maradona, kaşkollar. Aralarında bir Galatasaray atkısı gözüme çarpınca "böyle bir futbol şehrinde tabii ki Galatasaray atkısı olacak" diyip gülümsedim, tabağımdaki T-Bone steak bir anda sanki daha lezzetlendi.
Sabahın erken saatlerinde yağan yağmur sokakları ıslatmıştı. Sokağa çıktığımda yağmur artık durmuş, gri gökyüzündeki bulutlar yükselmeye başlamışlardı. Kaldırımlara, sokaklara yansıyan binalara baktım, Paris dünyada yağmurun en yakıştığı şehirlerden birisiydi. Yol kenarındaki bir kafenin kaldırıma atılmış masalarından birisine oturup bir espresso ve kruvasandan ibaret kahvaltımı yaptıktan sonra Tuilleries parkını geçip Sen nehrinin kıyısına vardım. İçinden nehir geçen şehirlerle bütünleşmek için en ideal yerler nehirlerin üzerindeki köprülerdir. Ben de öyle yaptım, köprülerden birisine çıkıp, durdum, manzaranın keyfini çıkarıp şehrin havasını içime çektim. Fransa'yı günlerdir etkisi altına almış olan yağışlar nehri kabartmış, hızını, Sen nehrinde hiç görmediğim kadar arttırmıştı. Sonra köprüyü yavaş adımlarla geçip nehrin güney kıyısından yürümeye devam ettim. Biraz sonra sağ tarafımda kalan Musee d'Orsay'ın önünde durup binaya bir kare daha hayranlıkla baktım. Eski tren garını olağanüstü güzellikte bir müzeye çevirmişlerdi. Dün galerilerinde yüzlerce empresyonist tablonun, Manet, Monet, Pissaro ve Renoir’ların arasında keşfettiğim Gustave Caillebotte aklıma geldi, gülümsedim, ama içimdeki müzeyi bir daha gezmek arzusunu bastırarak yürümeye devam ettim. Lipp ve Balzar en iyileri arasındaNehrin kıyısını bırakıp dar bir sokağa saptım. Biraz sonra Paris’in en hoş bulvarlarından St Germain’deydim. Sağımda solumda kafeler hasır sandalyelerini gözü okşayan bir düzen içinde dükkanlarının önüne dizmişlerdi. La Rhummerie’nin önünden geçip yoluma devam ettim. Orası için daha erkendi. La Rhummerie sadece Paris’in değil, dünyanın da en hoş rom barlarından birisidir. Burada Jamaika, Barbados ve Küba gibi dünyaca tanınmış rom ülkelerinin romlarını tadabileceğiniz gibi başta Martinik olmak üzere Fransızların Karayiplerdeki kolonilerinin "rhum agricole” adı verilen yıllanmış romlarını da tadabilirsiniz. La Rhummerie’nin hemen karşısında Paris’in olmazsa olmazı brasserie’lerinin en ünlülerinden Lipp hemen gözünüze çarpar. Biraz daha ileride, Rue de Ecoles’deki Balzar da aynı Lipp gibi Parislilere 100 küsur yıldır hizmet eden bir brasserie’dir. İkisinde de dikkatimi çeken şey bira sevgimden olacak, adlarının yazılı olduğu tabelanın üstüne kondurulmuş olan neon ışıktan yapılmış köpüklü bira bardağı. Bira zevkini de getirdiLer...Brasserie’ler Paris’e 1871 yılında Alsace bölgesinin Prusyalılar tarafından işgal edilmesiyle gelmişler. İşgal altında kalan ülkelerinden kaçıp Paris’e gelen Alsace’lılar yanlarında Almanların Sauerkraut, onların ise Choucroute adını verdikleri ekşi lahana ve benzeri milli yemeklerini de almışlar ve bir süre sonra Paris’in dört bir köşesinde brasserie’ler açmışlar. Bu ahşap ağırlıklı dekorları olan, kocaman aynalar ve vitray lambalarla süslü restoranlar Paris’te çok kısa zamanda çok popüler oldular. Alsacelıların yanlarında getirdikleri bir şey de Paris’te onlar gelene kadar pek içilmeyen bira idi. Zaten brasserie kelimesinin anlamı da “Bira yapılan ve satılan yer”dir. İşte onun için de her ne kadar artık brasserie’lerde biradan çok şarap satılıyorsa da, Lipp, Balzar ve Paris’te fıçı biranın ilk satıldığı brasserie olan Bofinger’in tabelararının tepesinde hâlâ neondan bir köpüklü bira bardağı bulunur. Bu ne yazık ki biz de mümkün değil, çünkü şehrimizdeki brasserie sayısı iki üç parmağını hizara kaptırmış bir marangozun elinin parmakları kadardır. Köpüklü bira bardağı neonuna gelince, artık bu ay itibarıyla dışarıda bira ve diğer içkilerin isimlerinin veya şekillerinin olduğu reklamların konulmasıda yasak. Dışarıdan bahsetmişken çoğu belediyemizin restoran ve kafelerin kaldırımlara masa koymalarına gösterdikleri düşmanlığı da unutmamak gerekir. Ama Paris’teyken aklınıza bunları getirmemeye çalışıyorsunuz. Güzel bir yürüyüşten sonra bir kafeye oturuyor, biranızı, şarabınızı veya canınız ne çekerse onu söylüyor, keyifle elinizdeki kitabın sayfalarını çevirmeye başlıyorsunuz. Arada bir başınızı kaldırıp yoldan geçenlere bakıyorsunuz, ama aslında ne siz onlara, ne de onlar size bakıyor...
Aslında hepimiz ideal bir aşk masalı olarak biliriz o hikayeyi. Kral, kraliçesine deliler gibi aşıktır, gözü ondan başkasını görmez. Sonra bir gün sevgili kraliçesi ölür, kral yıllarca sürecek olan bir mateme girer ve hayatının kalan kısmını inzivada geçirir. Ve sevgili kraliçesine öyle bir anıt mezar yaptırır ki, yüzyıllar boyu insanlar çok uzak diyarlardan gelip bu mimari şaheseri, Tac Mahal'i hayranlıkla seyrederler. Ama gelin görün ki bu hikaye aslında tam olarak böyle değil. Hatta doğrusunu isterseniz, anıt mezarın dışındaki kısmı pek öyle prenses masallarına konu olacak gibi değil.Hindistan çok uzun yıllar Orta Asya'nın bozkırlarından gelen Türk ve Moğol boylarının işgalinde kaldı. Türklerin kurduğu Delhi sultanlığını 1526 yılında yıkan Babür Şah Hindistan'a 200 yıldan daha uzun bir süre hakim olacak olan bir Türk-Moğol hanedanı kurdu. Sevgili karısı Mümtaz için Tac Mahal'i inşa eden Şah Cihan bu hanedanın sultanlarından birisiydi. Karısını sevdiği konusında pek şüphe yok. Hatta o kadar seviyormuş ki Mümtaz'dan başka iki karısı daha olduğu halde çıktığı askeri seferlere, savaşlara Mümtaz'ı yanında götürüyormuş, hamile olsa bile. Şah Cihan ile Mümtaz'ın evliliklerinde bu "hamile olsa bile" kısmı çok önemli, çünkü kadıncağız 19 yıl evli kaldığı kocasına tam 14 tane çocuk doğurmuş. 14'üncü çocuğunu, bir kız çocuğunu doğururken de canına tak demiş olmalı ki 30 saat doğum sancısı çektikten sonra Burhanpur Sarayı'nda hayata gözlerini kapamış.Şah Cihan'ın anıtsal yapılara merakıHaksızlık etmeyelim, Şah Cihan gerçekten ilk başta çok üzülmüş. Diğer iki karısı bile onu teselli edememişler. Şah bir süre sarayına kapanmış, renkli kıyafetler giymemiş, mücevher takmamış, hatta saray yazıcılarının tuttukları kayıtlara göre saçı sakalı beyazlamış. Sonra bir gün kalkıp karar vermiş: "Karıma öyle bir anıt nezar yaptıracağım mi bırakın Hindistan'ı, bütün dünyada eşi olmayacak." Ama Şah Cihan zaten anıtsal yapılara çok meraklıymış. Tac Mahal'in bulunduğu Agra şehrindeki muhteşem Kızıl Kale'yide pek lazım olmadığı halde o yaptırmış, Hindistan'ın dört bir köşesindeki birçok saray, anıt ve başka binayı da. Şah Cihan'ın halktan topladığı vergilerin yüzde 20 kadarını keyfince böyle binaların ve anıtların yapımı için kullandığı tahmin ediliyor. İşte bu yüzden de halkı o zaman çok fakirdi ve aradan geçen 500 yıldan sonra bile hâlâ çok fakir.Şah Cihan'ın ömrünün son yılları biraz garip bir şekilde matem ile zevk-ü sefa arasında geçmiş. Tac Mahal bittikten sonraki yıllarda Agra'ya gelen bir Avrupalı gezginin gözlemlerine göre "Şah'ı tek ilgilendiren şey zevklerini tatmin edecek kadınlar bulmak" olmuş. Hatta tarih kitaplarına göre Şah Cihan fazla afrodizyak almaktan hastalanıp aylarca yatmış.Babalarının durumuna isyan eden oğullarından Aurangzeb kardeşlerini alt ettikten sonra babasını devirip kendi yaptırdığı "eserler"den biri olan Agra'nın Kızıl Kale'sine hapsetmiş. Şah Cihan da ömrünün son sekiz yılını kaledeki odasının balkonundan Tac Mahal'i seyrederek geçirmiş.Sislerin içindeki karanlık şehir AgraAgra, Delhi'ye 200 km mesafede bir şehir, ama iki şehri birbirine bağlayan bir otoyol olmasına rağmen ancak 4 saatte ulaşılabiliyor. Tac Mahal'i görmek bu yolu kat etmeye değiyor. Tac Mahal kırmızı taş ve tuğlalardan yapılmış devasa kapılar, camii ve mescitlerin arasında ışıl ışıl parlayan bembeyaz bir bina. Muhteşem bir mimarisi olduğu konusunda kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum. Özellikle kıyısında yükseldiği Yamuna nehrinden görünüşü adeta Hindistan'ın özeti gibi. Ama Agra bambaşka bir hikaye,bir yokluk ve sefalet hikayesi. Agra'ya on beş yıl kadar önce gitmiştim. Hafızamda bir sis bulutunun içinde karanlık bir şehir olarak kalmıştı. Hiç değişmemiş. Tac Mahal'in o bembeyaz görüntüsünü çıkartırsanız, karanlık bir şehir. Siyah sokaklar, çamur içinde mahalleler ve yorgun insanlar.Bir motosiklet cenneti HindistanHindistan öyle bir çelişkiler ülkesi ki, bu fakirliğin içinde bir sanayicisi çıkıp Range Rover'ı, Jaguar'ı satın alabiliyor, dünyanın Hollywood ile yarışabilen tek sineması Bollywood insanlara rengarenk dünyalar sunabiliyor. Hindistan bir motosikletler ülkesi. Dünyadaki 200 milyon kadar motosiklet, mopet ve benzeri iki tekerlekli aracın 40 milyon kadarı burada. Türkiye'de bu sayı sadece 200 bin kadar. Hintliler bunun az olduğunu düşünmüş olmalılar ki, yılda 5 milyona yakın motosiklet üreten dev şirketleri Bajaj, Kuralkan ile ortaklaşa motosiklet dünyamıza el atmaya hazırlanıyor. Hedefleri birkaç yıl içinde yüzde 25 pazar payına ulaşmak. En iddialı oldukları modelleri de 200 cc'lik Pulsar. Ben motosiklete binmem, onun için size Pulsar'ın şöyle veya böyle olduğu konusunda pek bir fikir veremeyeceğim. Ama seyahat arkadaşlarım olan basın mensupları Bajaj'ın fabrikasındaki 4 buçuk km uzunluğundaki deneme pistinde Pulsar'a binmeye doyamayıp gün batımına kadar çocuklar gibi şen turlar attıklarına göre iyidir diye düşünüyorum.
Kristof Kolomb’un Atlas Okyanusu’nun uçsuz bucaksız sularında devamlı batıya giderek Hindistan’a varmayı ümit ettiği, ama karşısına çıkan Amerika kıtasına toslayarak kazara da olsa yeni bir kıtayı keşfettiği 15’inci yüzyılın son yıllarıydı. Portekizli kaşif Vasco da Gama, Kristof Kolomb’un aksine Afrika kıyılarını takip edip kıtanın en güneyindeki Ümit Burnu’nun fırtınalı sularını geçmeyi başarıp Hindistan sahillerine varmıştı. Portekizliler, başka milletler Amerika’yı paylaşma kavgasına tutulmuşken, kısa sürede Afrika sahillerindeki Angola ve Mozambik’i kolonileştirmiş, Umman’dan Hindistan sahillerine çok sayıda kale ve yerleşimler inşa ederek Hint Okyanusu’nun kontrolünü ve baharat ticaretini uzun yıllar ellerinde tutmayı başarmışlardı. Hatta İngilizlerin Çin ile olan ticarette kullanmak için Hong Kong’u kurmaya karar vermelerinden yüzyıllar önce hemen karşısında sayılabilecek Macao’yu kurmuşlardı.Portekiz küçük bir ülke ve tabii ki böyle bir koloniyal imparatorluğu sürdürmeleri mümkün olmadı. Ama her gittikleri yerde kültürleri, lisanları ve hatta dinleriyle derin izler bıraktılar. Bugün hâlâ Macao’da olsun Hindistan sahillerindeki eski şehirlerinde olsun, Portekizlilerin buralarda yaşadıkları yıllardan izler, kalıntılar bulursunuz. Bu kültürü ve artık unutulmaya yüz tutmuş bir dönemi görmek için gidebileceğiniz en iyi yerlerden biri aynı zamandan bizim buralardan bir kış ortası deniz kaçamağı için ideal olan Goa’dır.Portekizlilerin bıraktığı görkemli eserlerGoa’yı anlatmadan önce size kısaca bu uzak diyara gitmenin ne kadar kolay olduğunu anlatayım. Perşembe akşamı işten çıkıp akşam 7 uçağıyla Bombay’a, oradan da sabah 7 uçağıyla bir saatlik mesafedeki Goa’ya uçuyorsunuz. Sabah saat 10 gibi kilometrelerce uzanan bir kumsalda güneşlenip denize giriyorsunuz. Hani broşürlerde gördüğünüz resimler vardır ya, kumsal, palmiyeler, masmavi bir gökyüzü, işte tam o manzara. Hava bu aralar sürekli güneşli ve 30 derece civarında. Bu nimetlerden Pazar akşamüstüne kadar yararlandıktan sonra akşam uçağıyla Bombay’a, oradan da İstanbul’a uçuyorsunuz. Pazartesi sabahı saat 10’da evinizdesiniz, hatta öğleden sonra isterseniz, daha doğrusu mecbursanız işe bile gidebilirsiniz.Ama Goa kesinlikle sadece deniz ve kumsallardan ibaret değil. Portekizliler ilk kurdukları şehri sıtma yüzünden 18’inci yüzyılın ortalarında terk etmek mecburiyetinde kalmışlar. Ama arkalarında çok görkemli eserler bırakarak. Eski Goa’da kontrolsüz şekilde büyüyen bir bitki örtüsünün ve zamana karşı direnmeyi başaramamış binaların harabelerinin arasında Avrupa’nın önemli şehirlerinde göremeyeceğiniz kadar görkemli katedraller var. Bunlardan Bom Jesus en önemlisi ve hâlâ ibadete açık.Panaji kumsalının ortasındaki barlarPortekizliler eski Goa’yı terkedince 10 kilometre aşağıda, denize daha yakın bir noktada şimdiki başkent Panaji’yi kurmuşlar. Buranın dar sokaklarının bazılarında dolaşırken hayalinizi biraz zorlarsanız kendinizi mimarisiyle, mavi beyaz fayansları ve atmosferiyle 200 yıl öncesinin bir Portekiz kolonisinde bulabilirsiniz. Ama dediğim gibi hayal gücünüzü biraz zorlamanız gerekecek, çünkü Goa 1961’den beri Hindistan’ın, Portekizliler artık yoklar ve Portekizceyi bilenler ise birkaç yaşlı Hintli ile sınırlı. Deniz ve tarih dedik, kaldı yeme içme. Tahmin edebileceğiniz gibi Goa başta deniz mahsülleri olmak üzere tam bir yeme içme cenneti. Kuzey Goa’da Portekizlilerden kalma kumsalın üzerine inşa edilmiş bir kalenin içinde kurulu olan Taj Vivanta bölgenin en ilginç otellerinden. Kumsalın üzerindeki restoranı muhtemelen Goa’nın en iyi restoranı. Güney Goa’daki Park Hyatt ile Hindistan’ın en iyi otellerinden Leela bu cennet gibi bölgede kalınabilecek diğer oteller. Ama Goa’da plajda geçireceğiniz en keyifli anlar kumsalın orasında kurulu kendini bar zanneden teneke barakaların önündeki plastik sandalyelerde Kingfisher birası içmek. Mayo ile 30 derece güneşte denize karşı, hem de kışın ortasında...
Frederico Fellini Roma'daki aşk çeşmesinin önünde film çekerken hemen yan sokağın içindeki restoranda yemek yermiş. Bir İtalyan restoranında yemek sadece yemek yemekten ibaret değildir. Bir süre sonra o dejorun, atmosferin bir parçası olursunuz, müdavimseniz ilk önce garsonlar, sonra da patronla arkadaş olursunuz. Fellini de bir süre sonra restoranın sahibine çekmekte olduğu filmde "oynamak ister misin?" diye sormuş. Adam biraz isteksizce de olsa "olur" demiş. Filmler o zamanlar sessiz çekiliyor, soradan dublaj yapılıyordu. Restoranın sahibi konuşacağı üç beş kelimeyi de beceremeyince Fellini “Sayı say da ağzın oynasın, biz dublajda hallederiz" demiş. Adamcağız onu da becerememiş. Fellini ne yapacağını kara kara düşünürken adam birden bire "ama mönüyü sayabilirim" demiş ve kameranın karşısına geçip konuşmaya başlamış: "Spaghetti alla vongole, penne all' matriciana, pollo arrosto..."Frederico Fellini de, restoranın sahibi de harika bir devrin olağanüstü insanlarıydılar ve artık yoklar. Ama Trevi çeşmesinin hemen yanıbaşındaki sokaktaki Al Moro hâlâ var, hâlâ Roma'nın en iyi restoranlarından birisi. Müşterileri her büyük şehirdeki iyi bir restoranın sahip olmak istediği müşteriler. Aralık ayının soğuk ama güneşli bir hafta sonunda arkadaşlarımla Roma'ya gitmeden bir hafta önce Al Moro'da yiyeceğim yemeği hayal etmeye başladım. Doğrusunu isterseniz ne yemem gerektiğini bir dedektif hassaslığıyla araştırdım da. Bütün ipuçları spaghetti carbonara'yı işaret ediyordu. Onun için nihayet masamıza oturduğumuzda, sevgili eşim Lale ile arkadaşım Mehmet Ömür'ün büyük bir iştah ile sipariş ettikleri beyin tavayı ve masadaki diğer arkadaşlarımız istedikleri iddialı yemekleri pas geçtim ve basit bir yemek olan spaghetti carbonara ile yetinmeye karar verdim. Hayatımda iyi bir yemek ile ilgili çok kararlar vermişimdir. İtiraf etmeliyim ki Al Moro'daki spaghetti carbonara bunların en iyilerinden birisiydi.Beyaz ceketli garsonlar dekorun parçası gibiİkinci akşam Mehmet Ömür'ün önerisiyle bu sefer İspanyol merdivenlerinin karşısındaki sokağın içindeki Nino'ya gittik. Burası da eski bir trattoria, yazının başında yazdığım gibi adeta dekorun bir parçası olmuş müşteriler, geçen yüzyılın ortalarından beri orada çalışıyorlarmış hissi veren beyaz ceketli garsonlar. Beyaz ceket dediysem smokin ceketi filan sanmayın, iyi bir restoranın olmazsa olmazı beyaz masa örtüleriyle nerdeyse aynı kumaştan yapılmış beyaz ceketler, papyonlar, her şey eski, her şey güzel, yemekler ise olağanüstü. Nino'da seçimim belki de dünyanın en güzel isimli yemeği olan bistecca alla fiorentina idi. Dev bir T-Bone steak, suyu içinde kalacak, pespembe rengini kaybetmeyecek şekilde tam kıvamında pişirilmişti ve çok lezzetliydi. Üzerindeki deniz tuzu parçaları da lezzetine lezzet katıyordu. Tabağımdaki ete aşırı konsantre olmamdan olacak, masadaki arkadaşlarımın o akşam ne yediklerini hatırlamıyorum, ama kadehlerimizdeki Chianti, Bistecca alla Fiorentina'mıza çok yakışmıştı.Ülkenin olmazsa olmazı pizzacılarıRoma'nın da tabii ki bol miktarda Michelin yıldızı olan restoranları var. Ancak bence iyi bir İtalyan trattoria'sında yiyeceğiniz bir yemeği Michelin yıldızlarına sığdırmak mümkün değildir. Ama ille de yıldız isterim diyorsanız, o zaman şehrin en güzel otellerinden Eden'in çatı katındaki La Terazza'yı deneyebilirsiniz. Buradan şehrin manzarası muhteşemdir. Eden otelde kalırsanız Roma'nın yedi tepesi ve onlara bile hakim olan Vatikan'nın görkemli San Pietro kilisesinin silüetine karşı kahvaltınızı da alabilirsiniz.İtalya'nın olmazsa olmazı pizzaya gelince, Roma ülkenin başkenti ve tabii ki çok iyi pizzacılar var. Şehrin en şık caddesi Via Veneto'nun tepesindeki Via Campania'daki Il Pomodorino ve şehrin merkezindeki Piazza Navona'ya yakın efsanevi Baffetto ile La Montecarlo gidilmesi gereken pizzeria'lar. Buralarda pizza pufudik kenarlı, domates sosu sulu, mis gibi odun fırını kokusu ile servis edilir, aynı olması gerektiği gibi. Hangisini yiyelim derseniz, bir ipucu vereyim: Napoli'nin iddialı pizzacıları sadece iki pizza servis ederler, margherita ve marinara. Bunların ilki sadece domates sosu, mozzarella ve İtalyan bayrağının renklerini tamamlasın diye bir fesleğen yaprağından ibarettir. İyi bir Romana ise sadece sulu bir domates sosu ve sarımsaktır ve harikadır.
Boğaz’ı süsleyen o güzelim gemiler, lise yıllarımızda bizi bir kıtadan diğer kıtaya yorulmadan taşıyan o emektarlar gidecek, yerlerini modern dizaynlara sahip, güzel şehrimizin silüetine yakışmayan garip görünüşlü gemiler alacak diye korkmuştum. Neyse ki halka soruldu, halk da eski gemilerimize en benzeyenini seçti. Gerçi hala gördükçe tam olmamış diye içim burkuluyorsa da beterin beteri var deyip avunuyorum.Karalar arasına girmiş denize sahip şehirlerin ayrılmaz parçasıdır şehir hatları gemileri. En güzel örnekleri İstanbul'un yanı sıra Sydney limanı ile Hong Kong'da halkı bir yakadan öbürüne taşıyan gemilerdir. Bu şehirlerde iskelelerin yanına oturup karşıdan karşıya geçen gemilerin iskeleye yanaşmalarını seyretmek, işe giden veya evlerine dönen insan seline dalmak çok keyifli olur. Onun için birkaç hafta önce Hong Kong'a girmeden ünlü Star Ferry'nin şehir hatları gemileriyle Hong Kong adası ile anakaradaki Tsim Sha Tsui arasında gidip gelmeyi hayal etmeye başladım. Star Ferry'nin gemileri hala İngilizlerden kalma, eski, geleneksel bir dizayna sahip. Kimse de değiştirilmelerini düşünmüyor gibi. Karşıdan karşıya geçmek beş-on dakika, ama iki yakada yükselen gökdelenler ve adeta onların yüksekliğine ulaşmaya çalışan tepeler arasındaki bu kısa yolculuk gece olsun, gündüz olsun, dünyada yapabileceğiniz en keyifli yolculukların başında. Hong Kong'da bir de eski bir finüküler ile Peak, yani adanın tepesine çıkıp altınızdaki gökdelenlerin arasından Victoria Harbour'u ve boğazın ötesinde kızıl Çin'e uzanan Kowloon’u seyredin. Kalan zamanı alışveriş ve yeme içmeye ayırabilirsiniz.Rigatoni eşliğinde gökdelenleri izlemek için bile değerYeme içme demişken, Tsim Sha Tsui'de Star Ferry iskelesinin hemen yanındaki Al Molo'yu denemelisiniz. New York'da biri iki, biri ise bir Michelin yıldızlı İtalyan restoranı olan Amerikalı şef Michael White'ın restoranı harika. Eşsiz bir rigatoni eşliğinde iskeleye yanaşan gemileri ve Victoria Harbour'un karşısındaki gökdelenleri seyretmek, buradan kalkıp sırf bunun için Hong Kong'a gitmeye değer diyebilirim. Bu arada manzara aynı olmayabilir, ama aynı Michael White Zorlu Center'de açılan Morini'ye de ortak ve İstanbul'da bize sunduğu yemekler de aynı lezzetteydiler.Bu son seyahatimde karşılaştığım hoş bir sürpriz de daha önce ihmal etmiş olduğum Macau oldu. Macau kuruluşu Hong Kong'dan 300 yıl öncesine uzanan bir Portekiz sömürgesiydi. Portekizliler 1567 yılından beri ticareti Afrika kıyılarındaki Angola ile Mozambik, Hindistan'daki Goa ve Macau sayesinde yüzyıllarca kontrol etmişler. Macau, İngilizlerin Hong Kong'u Çin'e vermelerinden iki yıl sonra 1999 yılında Çin'in olmuş. Hong Kong hâlâ İngiliz hakimiyetinin izlerini taşıyorsa Macau onun iki üç katı koloniyal Portekiz döneminin izlerini taşıyor.Zamana direnmiş bir mahalleMacau'ya Hong Kong'dan hızlı feribotlarla bir saatte varılıyor. Karşınıza çıkan gökdelenlerle kaplı bir gökyüzü ilk başta hayal kırıklığı oluyor, ama şehrin koloniyal dönemden kalma merkezi tam bir hazine. Ana meydan Largo do Senado sanki Çin'de değil, Güney Amerika'da koloniyal döneminden zamana karşı direnmiş bir mahalleye benziyor. Santo Agostino kilisesi ile artık sadece harabeleri kalmış Sao Paulo katedrali Portekiz, Brezilya veya ille Asya'da kalacaksak eski Goa'dakiler kadar görkemli. Macau'da artık pek Portekizce konuşulmuyor ama cadde ve sokak isimleri hala Portekizce, mutfakta da bu Akdeniz ülkesinin etkilerini görmek mümkün. Koloniyal dönemden kalma sokaklarda dolaşıp bir Portekiz restoranı ararken merdivenlerle çıkılan bir sokağın başında karşımıza çıkan Escada'da Super Bock gibi tadından çok adının gülümsememize neden olduğu bir Portekiz birası eşliğinde harika yemekler yedik. Jamon Iberico ve masada flambe yapılan Chorizo ile beyaz şarap soslu midyeler İspanya veya Portekiz'de en iyi restoranlarda yiyebİleceğiniz kıvam ve lezzetteydi. Macau bir kumarhaneler şehri, yemekten sonra Las Vegas'ı aratmayan kumarhaneler arasından geçip limana döndük. Bunların arasında 51 bin metre kare oyun alanı ile dünyanın en büyük kumarhanelerinden biri olan The Venetian ile mahzeninde 380 bin şişe şarap bulunan Grand Lisboa oteldeki Don Alfonso restoran dikkat çekenler. Ama Hong Kong ve Macau'dan biri İtalyan, diğeri Portekiz olmak üzere bula bula iki tane Akdeniz lokantası mı buldun diye sorarsanız, evet, bu sefer en keyif aldıklarım onlar oldu. Zaten bu yazı da yemekten çok Hong Kong'un şehir hatları gemileriyle ilgili bir yazı olarak yazıldı.
Bu hafta size öyle bir yerden bahsedeceğim. Uzak, ama aslında günümüzün seyahat şartları için o kadar da uzak değil. Çin'in güneyinde, İstanbul'dan Türk Hava Yolları 'nın her gün uçtuğu Hong Kong veya Guangzhou'ya bir saat mesafedeki bir şehir, Guilin ve onun güneyindeki daha küçük bir kasaba olan Yangshuo. İki şehir de Li Nehri’nin kıyısında kurulmuşlar, nehrin iki şehrin arasında kalan 83 kilometrelik kısmı ise dünyanın en harika, en olağanüstü manzaralarından birisine ev sahipliği yapıyor, hem de neredeyse 83 kilometre boyunca.Guilin'den ayrılan nehir gemisi Li Nehri’nin sularında yarım saat kadar gittikten sonra güverteden ayrılamamaya başlıyorsunuz. Guilin'de şehrin içinde gördüğümüz tek tük garip şekilli, sarp ve sivri tepelerin sayıları giderek artmaya başladı. Biraz sonra gözümüzü önümüzde uzanan manzaradan alamamaya başladık. Nehrin iki kıyısından yükselen onlarca sipsivri tepe sanki yüzyıllar öncesinin bir Çin sulu boya tablosundan fışkırıyor gibiydiler. Gemimiz Li Nehri’nin kıvrımlarla dolu yatağında yoluna devam ettikçe her dönemeçte önümüze bir öncekinden daha etkileyici bir manzara çıkıyordu. Nehirde oldukça yoğun bir trafik vardı. Kaptanlar ellerindeki kırmızı veya yeşil bayrakları sallayarak akıntıya göre hangi geminin yol önceliği olduğu konusunda aralarında anlaşmaya çalışıyorlardı. Bir rehber kendince Çince ile İngilizce'yi karıştırarak karşımızdaki olağanüstü manzarayı anlatmaya, tepelerin şekillerine anlam vermeye çalışıyordu.HER ŞEY GERÇEK DIŞI GİBİSonra yarı yolda yemek saati geldi, dev boyutta buz gibi Çin bira şişeleri eşliğinde oldukça kötü bir Çin yemeği yedik, ama hem bulunduğumuz yer, hem de etrafımızı saran manzara o kadar olağanüstü, o kadar gerçek dışıydı ki, doğrusu pek umrumuzda olmadı. Guilin'den ayrıldıktan üç dört saat sonra aynı sipsivri tepelerin arkasındaki bir düzlüğe sıkışmış olan Yangshuo'ya vardık. Yangshuo küçük bir kasaba, ama yılda 20 milyon turist ziyaret ediyor. Bunların çok büyük bir kısmı Çinli. Çinliler kendi ülkelerini gezmeyi çok seviyor. İster Çin Seddi'nde, ister Pekin'deki Yasak Şehir'de, Xian yakınlarındaki Terracotta Savaşçılar'da ya da Li Nehri’nde, yerli turistlerin oluş-turduğu büyük çoğunluğun arasında Batılılar pek göze çarpmıyor.Ortası delik bir dağın eteklerinde...Guilin'de kaldığımız Sheraton'dan sonra Yangshuo'da bir köy otelinde kalmaya karar vermiştik. Bizi Magnolia Otel’in önünden alan minibüs Yangshuo'nun 10 km. dışındaki otelimize vardığında hepimiz ilk tepkisi "eyvah, burada mı kalacağız" olmuştu. Ama Yangshuo Village Inn (yangshuoguesthouse.com) seyahatimizin en hoş sürprizlerinden birisi olacaktı. Tamamen yerel tabii malzemelerle döşenmiş odalarınıza yerleştikten sonra otelin çatısındaki bar-restorana çıktık. Karşımızda Li Nehri’ni saran sivri tepelerden bir kaç tane vardı. Onlarla aramızda ise köyün bir kaç çatısından sonra önümüzde uzanan yemyeşil bir kır. Tam karşımızda ise hayatımızda gördügümüz en ilginç manzaralardan birisini tamamlamak üzere sanki oraya konmuş olan ortası delik bir dağ, Moon Hill.Yangshuo Village Inn'deki bisikletleri alıp köyleri gezmek mümkün. Gerçi bisikletler oldukça eski, yani neredeyse çocukluğumda bile bana alınsaydı, o yıllara göre bile "bu eski" diye itiraz edeceğim kadar eski; ama gene de altı kişilik grubumuzdan üç arkadaş Çin devlet yolunun kenarından giderek Moon Hill'in eteklerine, oradan da asırlık bir banyan ağacının bulunduğu bir köye, nehir kıyısına uzanan gezintimizden büyük keyif aldık. Sonra yağmur başladı, ıslanarak otelimize, daha doğrusu Çin'deki köyümüze döndük. Akşam bu garip yerde bir garip şey daha yapmaya karar verdik ve yemeğimizi Çin köyündeki otelimizin tepesindeki İtalyan lokantasında yedik, doğrusu hiç de fena değildi. Yangshuo'da çok hareketli bir gece hayatı var. Li Nehri’ni ve sivri tepeleri aydınlatan ışık gösterisinden sonra insanlar kendilerini barlar sokağına atıyor, gürültü geç saatlere kadar sürüyor. Aslında sürüyormuş demem lazım, çünkü biz o saatlere kadar dayanamayan bedenlerimizi ortası delik dağın karşısındaki köy oteline atmıştık. Ertesi gün Dragonair'in Guilin-Hong Kong seferiyle Hong Kong'a uçtuk, bir saatlik kısa bir uçuş bizi bambaşka bir dünyaya götürdü. Hong Kong, Macau ve Tsim Sha Tsui'deki Star Ferry şehir hatları iskelesinin hemen yanı başındaki harika bir İtalyan lokantası daha önümüzdeki haftanın konuları. Hem bu İtalyan’dan artık İstanbul'da da bir tane var.