Sakız Adası ve dağ köylerine bir yolculuk

SAKIZ limanınından kiraladığımız bir araba ile adanın güneyindeki dağ köylerine doğru yol almaya başladık. Güneş, Çeşme yarımdasının arkasından doğmuş, yavaş yavaş etrafı ısıtmaya başlamıştı. Karşımıza ilk önce her halinden çok bereketli olduğu belli olan geniş bir ova çıktı. Kampos eskiden adanın merkeziymiş, Sakız’ın neredeyse sakızı kadar meşhur limonları, turunçgilleri bu ovada yetiştiriliyor. Ova bir zamanlar limon, portakal, nar bahçeleriyle kaplıymış. Eskiler hâlâ Sakız’a bir bahar günü sabahın erken saatlerinde, denizden yaklaştığınızda mis gibi limon kokusu alırsın diye anlatırlar. Kampos’un çok zengin olduğu yıllardan kalma konaklar büyük bahçelerini saran duvarların arkasında metruk halde zamana karşı direniyorlar. Kampos’dan sonra yol tepelere doğru tırmanmaya başlıyor, ama öyle korkulacak, bol virajlı bir dağ yolu değil, oldukça geniş ve keyifli bir yol. Limandan çıktıktan itibaren bir saati bile geçmeden Pyrgi köyü ne vardık. Bu Sakız’ın en tanınmış dağ köyü, neredeyse bütün evler balkonlarının altları dahil, pastel bir gri renkte geometrik desenlerle boyanmış. Daracık sokaklar, ağaçların altına masaların atılmış olduğu bir kafenin adeta işgal ettiği kilise meydanına açılıyorlar. Meydanın kenarında birkaç tane kıraathane var, yaşları belli olmayan adamlar sandalyelere dizilmişler, boşluğa bakıyorlar. Pyrgi’den sabah kahvemizi içtikten sonra bu sefer oldukça dar ve virajlı bir yoldan on dakikada Ermosios’a indik. Burası siyaha yakın bir renkteki volkanik kumsalı ve harika deniziyle belki de adanın en güzel plajı.



Prygi, Sakız’ın en tanınmış dağ köyü olabilir, ama bence en güzeli ünvanı başka bir köyün olmalı. Oraya varmak için yaz sıcağı altında yolumuza devam ettik, Ermosios’un denizinde serinlettiğimiz vücutlarımız gene ısınmaya başlamışlardı ki, karşımıza uzaktan çok güzel görünen Olimpi köyü çıktı. Gerçi o bir serap gibiydi, görünmesiyle kaybolması bir oldu ve nihayet Mesta’ya vardık. Sakız’ın güneyi adanın sakız üretiminin merkezi. Buradaki dağ köyleri etrafları adeta surlara benzer evler tarafından kapatılmış ortaçağdan beri neredeyse aynı kalmış köyler. Sakız vaktiyle Osmanlı hareminde çok revaç ta olduğu için bu bölgeye o yıllarda da çok önem verilmiş, halk ve köyler sakız üretimine bir şey olmasın diye korunmuş. Mesta sanki ortaçağdan beri hiç değişmemiş, taş evlerin arasına sıkışmış olan daracık sokaklarında kollarınızı açtığınız zaman iki yanınızdaki duvarlara dokunabiliyorsunuz. Evler sayısız kemerle birbirlerine bağlanmışlar, o derece ki denilene göre Mesta’nın damlarında sokağa inmeden dolaşarak bütün köyü gezebilirsiniz. İşte bu köyde dünyanın en hoş otellerinden birisi bulunuyor. Atinalı Tasos Tzekuras babasının Mesta’da işlettiği birkaç odalı pansiyonu devralmaya karar verince köyün dört bir köşesinden birkaç eski taş evi daha almış ve bunları çok zevkli bir şekilde, iyi bir otel müş terisini fazlasyla memnun edecek şekilde döşemiş. Lida Mary’nin sadece yedi odası var, birbirlerine uzaklar, ama bu sayede de sanki kendi evinizde kalıyormuş gibi oluyorsunuz. Zaten Mesta’da bir iki gün kalınca insan kendisini köyün yerlisi gibi hissetmeye, köyün meydanında rastladığı köylülerle selamlaşmaya başlıyor. Mesta’nın meydanı da ağaçlarla kaplı, bir köş esinde onbeş-yirmi basamakla çı kılan bir tepede devasa bir kilise var. Meydanın bir tarafında birkaç modern kafe var, diğer tarafında ise olabilecek en tipik Yunan tavernaları ndan birisi Mesaionas; mezeleri de, yemekleri de çok güzel.

Haberin Devamı



Ama ben Yunan adasındayım, ille de deniz kenarında yiyeceğim derseniz, gün batımından önce gene virajlı bir yoldan beş dakikada Mesta’nın limanına inebilirsiniz. Tasos’a orada bir taverna tavsiye et dediğimizde, “kıyıda iki tane var, ikisi de iyidir” demişti. Gerçekten de Limenas Mesta’nın iki tavernasında da iyi mezeler, papalina başta olmak üzere kalamar, ahtapot gibi basit deniz mahsülleri ve uzo’nuzun eşliğinde bir Yunan adasında olmanın keyfini doyasıya çıkarabiliyorsunuz. Küçük bir limandasınız ve denizin tam kenarında oturup harika bir gün batımını n Ege’nin o hiç bir denizde bulamayacağınız o lacivert sularının turuncunun tonlarından geçerek karamasını seyrediyorsunuz. Biz öyle yapınca Tanrı ‘ya hem bizi, hem de bu coğrafyayı yarattığı için şükrettik.

DİĞER YENİ YAZILAR