12 Adanın en güzellerinden LEROS!

Masmavi bir denize doğru uzanan birkaç iskele, rengarenk balıkçı tekneleri bağlı, bazıları boş, bazılarında yaşlı bir balıkçı oturmuş, ağlarını tamir ediyor...
Leros on iki adanın en güzellerinden birisi. Meze sofralarındaki patlıcan salatası, tarama, cacığın, yanı sıra kızarmış patatesin tadı çocukluğumuzdaki gibi...



On iki adaları görmenin en iyi yollarından birisi adalar arası sefer yapan katamaranlar olmalı. Bodrum-Kos feribotu gecikme yapınca katamarana zor yetişmiş, biletçiyi son kalan üç kişilik yere dört kişi sığmamız konusunda zor ikna etmiştik. Üst güverteye çıkıp teknenin burnuna yakın bir yere oturduk, sadece 45 dakika sonra da Kalimnos limanına girdik. Kalimnos’un evleri diğer adaların aksine beyaz yerine pastel renklere boyanmış, limanı saran yamaçlarda yükseliyorlar. Tepeye yerleştirilmiş birkaç kilise ise sanki yukarıdan gelen gideni kontrol ediyor. Bizim hedefimiz Leros adasıydı, o da Kalimnos’tan 45 dakika kadar sürüyor ve biz Leros limanına girdiğimizde saat bir olmuştu. Kalacağımız Atlazia otelin sahibi Yorgo küçük arabasıyla bizi karşıladı.

Mussolini adada kendisi için yazlık yaptırmış

Leros on iki adanın en güzellerinden birisi. İtalyanlar da öyle düşünmüş olmalılar ki 1912 ile 1948 yılları arasındaki işgal döneminde Leros’u on iki adanın merkezi yapmışlar. Art Deco binalar ve kenarlarında palmiyeler dizili geniş bulvarlarla süsledikleri Lakki’yi de adanın, hatta on iki adanın baş şehri yapmışlar.



Leros o zamanlar moda olmuş olmalı ki, Mussolini bile kendisine Leros’ta bir yazlık villa yaptırmış. Adalar Yunanistan ile birleşince Leroslular İtalyanlara inat Lakki’yi terk edip eski haçlı kalesinin eteklerinde iki koyun arasındaki bir sırtta kendilerine yeni bir köy kurmuşlar. Lakki de vasat bir marinası ve çoğu metruk Art Deco binalarıyla uykuya dalmış. Leros’un yeni merkezi Platanos kurulduğu sırtın iki tarafından adeta denize doğru akıyor. Pandeli güneyde kalan koyda, kuzey yamacından denize indiğinizde ise karşınıza Aya Marina ve Alinda koyu çıkıyor. Atlazia bu koyun karşı kıyısında kurulu beş-altı odalı bir otel, önünden bir arabanın geçeceği genişlikte bir yol, kaldırım yok, yoldan hemen sonra iki-üç metrelik bir kumsal. Masmavi bir denize doğru uzanan birkaç iskele, rengarenk balıkçı tekneleri bağlı, bazıları boş, bazılarında yaşlı bir balıkçı oturmuş, ağlarını tamir ediyor.

Ayağınızı uzatsanız denize değiyorsunuz



Odalarımıza yerleştiğimizde acıkmıştık, otelin yanında Taverna to Steki’yi görünce hemen oturduk. Masalar kumun üstüne atılmış, ayağınızı uzatsanız denize değiyor. Yunanistan’da her tavernada söylediğimiz mezelerden söyledik, bazıları yoktu. Olmayanlar için tavernanın sahibi Dimitri Spyrou “Bana bırakın” edasıyla bazı önerilerde bulundu. Yer o kadar güzel ki hiç itirazımız olmadı, hele sevgili eşim Lale’nin bayıldığı ve Yunanistan’da her gittiğimiz tavernada ısrarla sorduğu kızartma atherina’ları bulmuşken. Meze sofralarında patlıcan salatası, tarama, cacığın yanı sıra kızarmış patatesi çok güzel yapıyorlar, çoğumuzun çocukluğundan tadı damağında kaldığı gibi.

Buzukinin eşsiz sesi

“Peki Leros’a gitmişken Mylos’a gitmediniz mi” diye sorarsanız, aslında akşam yemeği için Mylos’da yerimizi ayırmıştık. Mylos’u da zaten iki-üç sene önceki bir yazımda yazmıştım: ”İki koyun arasında denize doğru uzanan bir yarımada düşünün. 12 Adanın en güzellerinden LEROSEn ucuna bir yeldeğirmeni denizin üstünde ancak kendisinin sığacağı kadar bir adacığa sanki manzarayı tamamlasın diye yerleştirilmiş. Batmakta olan güneş denizin rengini koyu bir laciverte boyuyor. Koyun karşısında kayaların üstünde görkemli bir kale var. Kale ve altındaki sahilde uzanan köy gün batımıyla birlikte yavaşça kızıla boyanıyorlar, sonra ufka iyice yaklaşan güneş sanki bu kadar mavilik yeter diyerek denizin lacivertine de kızıl tonlar atmaya başlıyor. Değirmenin hemen yanıbaşında bir taverna var, Mylos diye bir taverna. Üst katında harika bir bar, önünde kocaman bir balkon.” Yani bu kadar keyif aldığım bir yere tekrar gitmeye tabii ki niyetim vardı, ama öğlen yemeğimiz bitince Dimitri yanımıza gelip “akşama buzuki var” deyinceye kadar. Dimitri’nin iki-üç metre enindeki kumsala attığı masaları ve bizi fazlasıyla memnun etmiş olan yemekleri, bizi akşam yemeğimizi de aynı kumların üstünde yalınayak oturup yememiz konusunda ikna etmekte zorlanmadı. Ege’nin lacivert suları gün batımına doğru önce koyu bir laciverte, sonra da kızıla boyanırken, hemen yanı başımızdan buzukinin o eşsiz sesi, kadehlerimizden de uzonun çınlaması geliyordu.

DİĞER YENİ YAZILAR