Her yıl olduğu gibi, dün de Münih Belediye Başkanı‘nın açılış konuşması bizim belediye başkanlarımızdan, politikacılarımızdan alıştığımızın aksine çok kısa sürdü. Başkan eline aldığı tokmağı tahta bira fıçısının tıpasına vurduktan sonra sadece üç beş kelime etti: “O’zapft is! Auf eine friedliche Wiesn!“ (Bira akıyor, barış içinde bir çayıra içelim) Artık fıçılara musluklar takılabilir, dünyanın en ünlü bira festivali Oktoberfest başlayabilirdi. İki haftalık Oktoberfest boyunca 6 milyon kişi Theresienwiese’deki bira çadırlarını ziyaret edecek 7 buçuk milyon litre (2011 rekoru) bira içilecek.Oktoberfest’in tarihi 1810 yılına dayanıyor. Bavyera veliaht prensi Ludwig ile Therese von Saxe-Hildburghausen’in düğününde Münih’in biraz dışındaki bir çayırda at yarışları düzenlenmiş. O kadar eğlenilmiş ki bunun her yıl yapılmasına karar verilmiş. Düğünün ve ardından festivalin her yıl yapıldığı Theresienwiese, yani “Therese’nın çayırı” da adını gelin hanımdan alıyor. Münih belediyesi 1819 yılından sonra festivalin düzenlenmesini üstlenmiş. Oktoberfest’in Münih şehrine ekonomik katkısı inanılmaz boyutlarda, her yıl festivalde yerli ve yabancı turistlerin iki hafta boyunca harcadıkları para tam 850 milyon avro!Avrupa’nın bira başkentiAvrupa’nın neredeyse tam ortasında Alp dağlarının Bavyera’nın uçsuz bucaksız ovalarına yerini bıraktığı yerde kurulmuş olan Münih, Avrupa’nın bira başkentidir. Almanya’daki binden fazla bira üreticisinin yarısı Bavyera’da bulunur ve Bavyeralılar kişi başına yılda 200 litreden fazla bira içerler. Mukayese etmeniz kolay olsun diye bizim yıllık bira tüketimimizin kişi başına sadece 11 litre olduğunu hatırlayalım ve bu yıl ki 19 Eylül ile 4 Ekim arasındaki 2 haftada yapılacak olan Oktoberfest’e dönelim.Oktoberfest’te sadece hâlâ Münih belediye sınırları içinde üretim yapmakta olan 6 bira şirketi, Augustinerbräu, Hacker-Pschorr, Hofbräu, Löwenbräu, Paulaner ve Spatenbräu çadır kurabiliyor. Bu bira şirketlerinin hepsi üretimlerini Münih’te yaptıkları gibi şehrin içinde dev birahaneleri de bulunuyor. Özellikle Hofbräuhaus her biraseverin mutlaka en az bir kere gitmesi gereken bir bira cenneti. Oktoberfest çadırlarının genellikle ortasında veya en hakim noktasında her birinin heybetli bira göbekleri olan müzisyenlerden oluşan bir orkestra bulunur. Çaldıkları müzik evinizde asla dinlemeyeceğiniz bir müziktir, ama itiraf etmeliyim ki, elinizdeki kocaman bardaktan biranızı yudumlarken oldukça iyi gidiyor. Deri şort giymiş Almanlar ve bu ortamda kendilerini Alman zannetmeye başlayan turistler şarkılar eşliğinde kocaman bardaklarını havaya kaldırıp sağa sola sallanmaya başlarlar.878 metre uzunluğunda pisuvarBira servisini Bavyera’nın milli elbiselerini giymiş çoğu genç, bazıları orta yaşlı Fräulein’lar yapar. Ve her bir ellerinde altışar, yedişer bira bardağı taşırlar. Bardaktaki biranın bir litre, yani bir kilo, boş kalın cam bardağın da bir o kadar olduğunu hesaplarsanız, bu genç ve orta yaşlı kızların bu işi nasıl bu kadar güler yüzlü yapabildiklerine şaşarsınız. “Mass” adı verilen litrelik dev bardağınızdaki bira serin, köpüğü üstünde, ışıl ışıldır. Lezzetine gelince, bira seviyorsanız, dünyada içebileceğiniz en lezzetli biralardan birini içmek üzeresinizdir.Münih biralarında pilsen biralarına oranla şerbetçiotundan çok maltsı, ekmeksi bir tat ön plana çıkar. Oktoberfest’te geleneksel olarak eskiden Mart ayında yapıldığı için Märzen adı verilen biraz daha yüksek alkollü bir bira içilir. Oktoberfest’te bütün bira üreticilerinin çadırları birbirinden iddialıdır. Hacker-Pschorr’un Bavyeranın mavi semalarını beyaz bulutlar eşliğinde yansıtan çadırı en güzellerin başında gelirken, çadırların en büyüğü 10 bin kişilik Hofbräu çadırıdır. Oktoberfest’teki çadırlarda aynı anda 100 bin kişi bira içebiliyor. Bu kadar insan bu kadar bira içince Oktoberfest’in tuvalet sisteminin de olağanüstü şartlara hizmet etmesi gerekir. Nitekim erkek tuvaletlerindeki (hayvanların su içtikleri yalaklara benzeyen) pisuvarların toplam uzunluğu, daha da uzatmadılarsa tam 878 metredir.Peki Oktoberfest’te hiç yemek yenmiyor mu diye soracak olursanız, iki haftada ortalama 480 bin piliç çevirme, 180 bin sosis, 55 bin domuz paçası ve 120 tane de sığır tüketildiğini ekleyeyim. Münih bu iki hafta içinde tam bir festival havası yaşarken şehrin iki ünlü ürünü Weisswurst (beyaz sosis) ile Weissbier de (buğday birası) mutlaka tadılmalı. Bavyera’da içilen biranın üçte biri buğday birası olmasına rağmen Erdinger ve Schneider gibi Weissbier üreticileri biralarını Münih belediye sınırları içinde yapmadıkları için Oktoberfest’e katılamıyorlar. Ama Münih’e kadar gitmişken şehir merkezindeki Schneider Weisses Brauhaus birahanesi bu ikiliyi tatmak için ideal.
On iki adaların aralarında dolaşırken bazen uzaktan görüp, bazen de orada olduğunu bildiğim halde kendini başka adaların veya pusun arkasına saklayan Nisiros’a yıllardır gitmek istemiştim. Ancak bazen yolculuk arkadaşlarımı iknada zorlanmam, bazen de kaptanların “orası uzak” veya “görecek bir şey yok” bahanelerini aşamamam nedeniyle bir türlü amacıma ulaşamamıştım.Neyse ki bu sefer kaptan Kos-Simi-Rodos üçgeninde yapacağımız yolculuğa ben söylemeden Nisiros’u da dahil etmişti. Nisiros, Santorini kadar ünlü olmasa da, aynı onun gibi volkanik bir ada. Son olarak 15 bin yıl kadar önce patlamış, Ege Denizi’nin ortasında neredeyse kusursuz bir piramit gibi yükselmiş. Sonra krateri içe çökmüş ve şimdiki halini almış.Kos limanında ayrıldıktan kısa bir süre sonra adanın doğu ucunu döndük. Sabahın erken saatleriydi, bu saatlerde adetimiz olduğu üzere kaptan ile sıcak kahvelerimizi yudumluyorduk. Nisiros uzakta, sabah güneşinin altında eflatun-gri tonlarında kendisini göstermeye başlamıştı. Bir an için olsun 15 bin yıl önceki halini, denizin ortasından yükselen bir Fuji veya Osorno yanardağının kusursuz güzelliğini hayal etmeye çalıştım, ama Ege’nin lacivert suları dikkatimi dağıtmış olmalı, yapamadım. Sonra adaya yaklaştıkça o eflatun-gri tonlar yerlerini bir Ege adasından beklemeyeceğimiz kadar yeşil ve tonlarına terk ettiler.Nisiros’un limanı ve ana köyü Mandraki adanın kuzey doğu ucunda bir burunda kurulu. Ancak feribot geldiğinde çok dalga yaptığı için pek korunaklı değil, onun için kaptan Mandraki’nin 5 km kadar doğusundaki Pali balıkçı barınağını tercih etti. Pali küçük bir köy, kıyıda bir kilise ve etrafında tavernalar, bembeyaz evler, bir kaç dükkan. Akşam yemeğimizi yediğimiz Afroditi mavi sandalyeleri, beyaz kağıt masa örtüleri ve lezzetli mezeleriyle çok tipik bir tavernaydı. Pali’de daha tekneyi bağlarken bir motosikletle gelip bize yardımcı olan kız, abisinin arabalarından birisini kiralamamıza da yardımcı oldu. Nisiros’ta araba kiralamak şart, çünkü hem çok tipik dağ köylerini görmenin, hem de kraterin içine inmenin, saatlerce dağ taş yürümekten hoşlanmıyorsanız, başka çaresi yok. Yanardağın kraterine virajlı bir yoldan adanın tepesine tırmanarak gidiliyor.TAVERNALAR GÜN BATARKEN SİZİ ÇAĞIRIYOR...Tepede karşımıza çıkan küçücük Emporios köyünde uçurumun kenarında bir taverna bulduk, yemek yemediysekte kahvelerimizi yudumlayarak karşımızdaki manzarayı, sarp tepelerle sarılı çökmüş olan krateri ve ötesinedki bir aralıktan gözüken denizi seyrettik. Yanardağda üç kraterde hâlâ kaynayan kükürtün dumanı sanki başka bir gezegene inmişsiniz hissini veriyor.Adanın Tilos adasına bakan batı yamacının tepesinde kurulu Nikeia köyü de çok tipik bir dağ köyü. Köyün çakıllardan bir mozaikle kaplı ana meydanınında güzel bir kilise var. Mutlaka görülmesi gereken Volkan Müzesi ise hem Nisiros’un, hem de Santorini’nin volkanlarının tarihçelerini anlatıyor.Sahildeki ana köy Mandraki ise harika bir köy. Denizden hemen yükselen sarp bir kayalığın üstünde kurulu bir kale-manastır adeta köye bekçilik yapıyor. Sahilde dalgaların vurduğu evler Mikonos’u andırıyor. Dar bir yol kâh evlerin önüne geçip denizi izliyor, kâh evlerin arkasına geçip kuytu bir sokağa dönüşüyor. Dükkanlar, tavernalar yolun iki tarafına dizili, gün batarken sizi lezzetli mezelerle dolu uzo sofralarına çağırıyorlar. Burada gün batımı çok güzel, karşınızda Kos adası, Ege’nin yavaşça kızıla dönüşen lacivert suları.Bir yaz daha geçti. Bu yaz Yunanistan’ın Ege adaları hiç bir zaman olmadıkları kadar yakındılar, güzeldiler. Ama ne yazık ki yaz biterken ilk önce Ege’nin lacivert suları griye dönüştüler, sonra da ülkemizin üzerinden ilk önce gri, sonra kara bulutlar belirdi. Hava da ne yazık ki pek açacak gibi durmuyor...
Ege’nin sıcak güneşinin gün boyunca kavurduğu vücutlarımızı biraz dinlendirdikten sonra otelimizden çıktık. Saat akşam 7 gibiydi, güneş daha batmamış, ama denizin içine doğru yavaşça alçalmaya, biraz sonra kızıla boyayacağı lacivert sularda parıltılar oluşturmaya başlamıştı. Bizi Antiparos’a götürecek olan feribotun iskelesine ulaşmamız 5 dakika kadar sürdü. Feribot üç beş arabaya ve küçük güvertesine sığabilecek kadar yolcuya ancak yer verebilen küçük bir gemiydi. Yarım saate bir kalkan feribotun dolması çok sürmedi, on dakikalık kısa bir yolculuktan sonra karşı kıyıda bembeyaz evlerin küçük bir koyu kucakladığı Antiparos’a vardık.Antiparos küçük bir ada, ama Mikonos’tan sıkılan Yunanlı zenginlerin ve son yıllarda Hollywood yıldızlarının tercih ettikleri bir ada. Hatta Tom Hanks ile Yunan asıllı eşinin adada bir evleri var, her yaz en az bir defa Kaliforniya’dan buralara kadar gelip Ege Denizi’nin tadını çıkarıyorlar. Antiparos adası ile otelimizin bulunduğu daha büyük Paros adası bir zamanlar birbirlerine bağlıymışlar. Şimdi ise üç beş metre derinliğinde bir boğazla birbirlerinden ayrılıyorlar. Adada sadece bir tane köy var, köyün içlerine kadar uzanan kısa caddesinde Yunan adalarının çoğundan çok daha kaliteli butikler, barlar ve restoranlar var. Captain Pipinos adanın en iyi restoranlarından; ama biz akşam yemeğimizi tipik bir tavernada yemek isteyip sahilin bir ucundaki Pandeli’de gittik. Ve denizin tam kenarında bir masa, uzo eşliğinde lezzetli mezeler, kızartma (gümüşten küçük) atherinalar ve kişi başı 15 avroyu bulmayan hesap ile çok memnun kaldık.Yunan adalarının en iyi balık lokantası buradaAma Paros’ta yemek yemek için gidilmesi gereken yer adanın en kuzeyindeki Naoussa limanı. Gemilerin yanaştığı asıl liman Parikia da sahil boyunca dizilmiş tavernalar ile dolu, ama Naoussa’daki küçük balıkçı limanı ve kenarındaki barlar ve tavernalar akşamı geçirmek için ideal. Buradaki onlarca taverna arasında Barbarossa hemen dikkat çekiyor. Yunan adalarında bulabileceğiniz en iyi balık lokantalarından biri olmalı, çünkü masa bulmakta oldukça zorlanıyorsunuz. Bu arada yapılması gerek şey Barbarossa veya yazarınız gibi et seviyorsanız hemen yanıbaşındaki Rigani’de bir saat sonraya rezervasyon yaptırdıktan sonra küçük balıkçı barınağının karşı kıyısındaki barlardan birisine kadar iki dakikalık bir yürüyüş yapmak. Ege Denizi’ndeki bir çok yerde artık gün batımı bir ritual haline gelmiş. Siz de balıkçı barınağının kenarındaki barlardaki taburelerden birisine oturup bir cin-tonik veya kadehinizdeki renk ille de biraz sonra karşınızda batacak olan güneşin rengine uysun istiyorsanız bir Negroni sipariş edebilirsiniz. Paros’un en iyi oteli de Naoussa yakınlarındaki lüks bir resort olan Astir of Paros. Paros büyük bir ada, oldukça yeşil, göze hoş görünen, daha sakin tepeler ile kaplı. Üstü açık bir araba kiralayıp tepelerdeki manastırları ve aralarındaki köyleri gezmek iyi bir fikir olabilir. Paros’a Atina’dan uçabileceğiniz gibi, Pire veya Mikonos’tan gemi ile de gidebilirsiniz.İki adanın arası önemli bir kitesurf merkeziAntiparos’dan Paros’a dönünce sanki anakaraya dönmüş gibi oluyorsunuz. Feribot seferleri yarım saatte bir olduğu ve gece yarısından sonraya bile sarktığı için iki ada arasında gelip gitme bir sorun değil. Paros ile Antiparos’u ayıran boğaz sürekli rüzgar alıyor ve önemli bir kitesurf merkezi haline dönüşmüş. Pounta’da deniz kenarındaki Holiday Sun oteli kitesurf için olduğu kadar, Antiparos feribotuna yakınlığı ile de tercih edilebilir. Feribot iskelesinin hemen yanıbaşındaki Thea da iyi tavernalardan.
Capri'nin küçük limanı oldukça hareketli, sürekli gelen gemiler dolusu turist etrafa yayılıyor, çoğu kendilerini ünlü mavi mağaraya, Grotto Azzura’ya götürecek motorlara doluşuyorlar. Onları seyrederken nihayet taksimiz gelmiş ve bizi daracık bir yoldan, yol ile aynı genişlikteki otobüsleri sollayarak bir tepeye çıkarmıştı. Orada küçük bir motora binip masmavi bir denizin kucakladığı kayaların arasındaki bir restoran-beach club'a, La Fontelina'ya gitmiştik. La Fontelina'da yediğim yemek, Capri adası ve karşısındaki Amalfi kıyısı gibi beynime bir daha çıkmamak üzere kazınmıştı.Capri'nin en ünlü otellerinin başında gelen Capri Palace deniz kenarında değil. Misafir listesi Maria Calla, Audrey Hepburn, Marylin Monroe, Isabelle Adjani ve otel sahibinin deyimiyle "eşsiz" Gwyneth Paltrow gibi isimlerden oluşuyor, dolayısıyla Capri Palace, bir Capri seyahatinde kalınacak yerlerin başında geliyor. Otelin, adanın kuzey kıyısında Grotto Azzura yakınlarında kayaların üzerinde harika bir restoran-beach club'ı var. Akdeniz'e karşı mavi tahta masa ve sandalyeler, mavi-beyaz-sarı tonlarında seramikler, deniz mahsulü meraklılarını kendinden geçirecek yemekleri ile (bir Michelin yıldızlı) Il Riccio.Yazının girişi her zamanki gibi uzun oldu, ama ben size bu hafta aslında Capri'yi değil, Akdeniz başka bir köşesinde, yemyeşil ormanlarla sarılı masmavi cennet gibi bir koydaki bir restoranı anlatacaktım. Akdeniz ve Ege kıyılarını anlatırken gördüğünüz gibi "masmavi" ve "cennet gibi" kelimelerinden kaçılmıyor, ama bu bahsettiğim gerçekten de cennet gibi bir koy, adı da zaten Cennet Koyu.Hem servis hem lezzet başarılıBodrum'daki Il Riccio'ya gittiğimiz akşam restoran açılalı daha iki hafta olmuştu. Geniş bir terasta mavi tahta masalar, bir tarafınızda deniz ve karşı kıyıdaki ormanlık tepe, diğer tarafta camekan bir mutfakta pişen yemeklerimiz. Şansımıza Capri'deki restoranın şefi Andrea Migliaccio oradaydı. Gerçekten nefis bir soğuk domates çorbası ile başlayan ve deniz mahsüllerinin hakim olduğu menü olağanüstüydü. Ben genellikle tadım mönüleri yerine bir başlangıç ve iyi bir ana yemek tercih edenlerdenim, ama Il Riccio'da tadım mönüsü hem servis temposu, hem de lezzet olarak hiçbir itiraza mahal bırakmadı. Yemeğimiz bittiği zaman buraya, Il Riccio'ya tekrar gelinir diyerek yıllanmış romlarınızı yudumladık.Il Riccio’nun 15 odalık otel kısmı da açılacakAma isterseniz gene başa, Capri adasına dönelim. Ferit Şahenk geçen yıl Capri Palace otelinin çoğunluk hissesini alınca Il Riccio'yu Türkiye'ye getirmeye karar vermiş. D-Hotel Maris'ten sonra Bodrum'da Mandarin Orientel'in yanındaki Cennet Koyu'nda aldığı bir otelde de Il Riccio açmış. Doğaya daha çok uyum göstersin diye binanın en üst katı traşlanmış, bembeyaz bina rahatlamış, yeşillikler arasında denize doğru adeta kendini salmış. Bodrum'daki Il Riccio'nun on-on beş odalık bir otel kısmı da olacak. Her bir oda, orta halli bir daire boyunda, önlerinde cömert balkonlar, Capri'deki mavi-beyaz-sarı tonlardaki seramiklerin süslediği bembeyaz tonozların aralarında geziniyor. Balkonunuzdan bakınca karşınızda merdivenlerin indiği geniş bir sahil, yarı yolda elinizde kadehiniz kenarına gelip mavinin, yeşilin tonlarının, önünüzde uzayıp giden manzaranın keyfini doyasıya çıkarabileceğiniz bir "infinity pool" ve sağınızda harika bir restoran.
Mavi yolculuğun en keyifli anlarından birisi tekne sabah alacakaranlıkta demir alıp yola koyulunca sıcak bir kahve alıp kaptanın yanında oturmaktır. Bodrum çıkışı ben de öyle yaptım, Yunan adalarını iskelemize aldık, yavaş yavaş günün aydınlanmasını seyrederek yola koyulduk. Dört saatlik bir yolculuktan sonra Patmos'a vardık.Bembeyaz evlerle boyanmış güzel bir liman ve kayalık bir tepenin üstün konmuş bir kale, aslında kale de değil, bir manastır, etrafını saran uçuruma asılmış bir köy; Patmos size adeta tipik bir Yunan adası mı istiyorsunuz, "buyrun işte" diyor.Yunanlılar için kutsal adaPatmos’un turist istilasından uzak kalmış, sakin bir gününde denize girmek için adanın en iyi plajlarından Lampi’yi seçtik. Plaja vardığımızda saat 11’i yeni geçmişti ve neredeyse bizden başka kimse yoktu.Renkli çakıl taşlarının boyadığı kumsalın ortalarında bir taverna, önünde de bir çardak vardı. Yaşlı bir kadın bir kenarda oturmuş kabak çiçeği dolması yapıyordu. Kabak çiçeklerini tavernanın arkasındaki tarladan gün doğmadan, çiçekler ise kapanmadan toplamıştı.Eşlerimiz denize girerken biz bir ağacın altına oturup Yunan birası Mythos eşliğinde bu coğrafyanın sunduğu nimetlerden kabak çiçeği dolması ile başlayıp uykumuz gelinceye kadar istifade etmeye devam ettik.Mezeleri çok lezzetliAkşam limanda Ostria Taverna mavi sandalyeleri, beyaz örtüleriyle bizi cezbetti. Oturduk, garsondan artık tavernalarda adlarını ezberlediğimiz mezeleri getirmesini rica ettik. Atmosfer harika, uzaktan gelen müzik sesi tam kararında, mezeler ise Kabak kızartma dışında çok iyiydiler. Bir Yunan adasında deniz kenarındaki bir tavernada meze sofrasının başına kurulmuşsanız içeceğiniz içki tabii ki uzo oluyor. Bizim masamızda eşlerimiz genellikle çok rahat içimli bir uzo olan Mini’yi tercih ederken, ben Midilli’nin efsanevi uzosu Barbayani’yi tatmayı ihmal etmedim. Hesap kişi başı 15-20 avro civarında geldi.Nüfus başına en çok restoran buradaErtesi gün Patmos limanından çıkınca hemen karşıda görünen Arki, oradan da Lipsi’ye geçtik. Arki’nin yanındaki Marathi adasında sadece iki aile yaşıyor ve adadaki iki tavernayı işletiyorlar. Dünyadaki nüfus başına en çok restoran olan yer burası olmalı. Lipsi kartpostal gibi bir ada. Beyaz evler, bu boyda bir köy için oldukça büyük bir kilise, tepelere serpiştirilmiş şapeller.En iyi taverna Dilaila...Öğlen demirlediğimiz Lipsi’nin güneyindeki Katsadia koyunda Yunan adalarının en iyi tavernalarından biri olduğu söylenen Dilaila bulunuyor. Çoğu tavernanın aksine mavinin yanısıra kırmızı, yeşil, sarı, rengarenk tahta iskemleleriyle denizden bakılınca bir çiçek bahçesini andırıyor.
Oto kiralama ofisinin kapısından girdiğimizde daha sabahın erken saatleriydi. Masanın başında bir adam oturuyordu, saçları dağınık, yüzü yorgundu. Tavanda bir pervane Ege yazının sıcağında odayı serinletmeye çalışıyormuydu hatırlamıyorum, ama sanırım vardı, zaten olsaydı sahneyi tam tamamlardı. "Bir günlüğü 25 avro" dedi adam biz daha sormadan. Karşısındaki sandalyelere oturduk, adanın duvardaki haritasına bakıp "Megalo Hori buradan kaç dakika sürer" diye sorduk. Bir süre boş boş baktıktan sonra dudak büküp kafasını salladı: "Oraya neden gitmek istiyorsunuz ki?" Peki görülecek neresi var diye soracak olduk, biraz düşündü, parmaklarını önündeki yırtık haritanın üstünde biraz gezdirdi, sonra nedense bir yer buldu, "burada bir manastır var, isterseniz oraya gidin" dedi. Dedikten sonra gene kaşlarını kaldırıp dudaklarını bükmeseydi belki giderdik, ama doğrusu pek ikna olmadık.ISSIZ BİR ADASIN SEN, ENİ SONU KENDİN...On iki adaların en büyüklerinden Kos ile Rodos arasına serpiştirilmiş birkaç küçük adadan Tilos'daydık. Ege'deki birçok adada olduğu gibi Tilos'unda ana köyü Megalo Horio deniz kenarı yerine adanın iç kısmında bir tepenin eteğinde idi. Bu geçmiş yüzyıllarda korsan saldırılarına karşı kendilerini daha iyi koruyabilmek için aldıkları bir tedbirdi. Megalo Horio adanın kuzeyindeki küçük liman Livadia'dan on beş dakika mesafede, sırtını yasladığı tepenin üstünde Haçlılar'dan kalma bir yıkık kale var. Bizim arkadaşlarımızla yaptığımız Yunanistan seyahatlerimizin olmazsa olması bir köy bulup, köyün kahvesinde bir kahve içmektir. Buralar zamanın durduğu, insanların uzun süreler hiç konuşmadan bile birbirlerinin arkadaşlığının keyfini çıkardıkları yerlerdir.TO KASTRO TAVERNASININ LEZİZ YEMEKLERİAma Tilos'da öğlen saatlerinde köyün kahvesini ararken karşımıza To Kastro diye bir taverna çıktı. Önündeki yemyeşil ovaya hakim çok güzel bir manzarası olduğunu görünce kahvelerimizi orada içmeye karar verdik. Oldukça yüksek iki tepenin arasındaki ova adanın güneyindeki Eristos körfezine doğru uzanıyor, Ege denizin lacivert suları yeşilliğin bittiği yerde ışıldıyordu. Burada gün batımı harika olmalı diye düşünüp akşam yemeğimizi de burada yemeye karar verdik, iyi de etmişiz, çünkü akşam yemeğimiz Yunan adalarında yediğimiz en iyi yemeklerden birisi olacaktı.To Kastro'da kendi yetiştirdikleri hayvanları kesip, kendi bahçelerinin sebzelerinden yemeklerini yapıyorlar. Yunanistan'da sofraya oturur oturmaz ezbere söylediğimiz melintzanasalata, taramasalata, caciki, ğiğantes ve Greek Salad (patlıcan salatası, tarama, cacık, bomba fasulye ve beyaz peynirli çoban salatası) ve sonra onlara yaptığımız eklerden oluşan mezelerimiz güzeldi. Öğlen kahvelerimizi içerken yanıbaşımızdaki masada bir kadının sardığı yaprak dolmalar çok tatminkar, Suflaki ise belki de şimdiye kadar yediğim en iyiydi. (To Kastro 0030-22460-44232)Tilos'un küçük limanı Livadia'ya gelince, küçük bir balıkçı barınağı birkaç tekneye de ev sahipliği yapabiliyor. Birkaç taverna, güzel bir otel (Ilidi Rock) ve parmakla sayılacak kadar evden ibaret. Kilisenin hemen yanındaki fırından kahvaltı için ekmek, çörek ve lezzetli kurabiyeler alabilirsiniz. Deniz tabii ki çok temiz, Livadia'nın olduğu koyun kuzey batı ucundaki Ammochosti (Kızıl plaj) denize girmek için harika bir yer.Tilos'dan sonra Simi'ye geçtik, Simi ve efsane tavernası Manos çok anlatıldı, onun için ben sadece Manos'taki mezelerin hala diğer tavernalara göre biraz pahalı olmasına rağmen çok çok iyi olduğunu tekrarlamakla yetineceğim. Ama her ne kadar Mano da Tilos'dan geldiğimizi söyleyince "oraya neden gittiniz ki" diye sorduysa da, Tilos ile özellikle haftaya yazacağım volkan adası Nisiros'a Kos-Simi-Rodos üçgeninde gezerken mutlaka uğramanızı önereceğim.
Yetmişli yılların sonlarıydı, Baltimore’da üniversiteye gidiyordum. Orada tanıştığımız bir Türk doktor, Adnan Sönmez, bir gün “gel seni bir yere götüreyim” dedi ve Washington yakınlarındaki Columbia Mall’a götürdü. Burası hayatımda gördüğüm ilk AVM idi, hayranlıkla seyrettiğimi hatırlıyorum. Sonra Türkiye’ye döndük, seksenli yıllarım sonlarında Ataköy Marina’da Galleria açıldı, o da ülkemizin ilk AVM’si idi. Devletimiz de, halkımız da zamanla AVM’leri o kadar sevdiler ki ülkenin her tarafı yüzlercesi ile doldu.Aslında hayatımızın ayrılmaz parçaları olduğunu düşündüğümüz bir sürü şeyin tarihleri oldukça yenidir. Örneğin restoranlar! Dünyanın gastronomi başkentlerinden Paris’te daha yüz elli yıl önce restoranlarda menü bile yoktu. 1860’lı yıllara kadar bir restorana gitmeden bir gün önce uğrar, yer ayırır ve yiyeceğiniz yemekleri sipariş ederdiniz. Sonra ortaya birkaç yemekten oluşan menüler çıkmış, müşteriler restorana girmeden ne yemek yiyebiceklerini görmeye başlamışlar.En iyiler seçiliyorOysa 21’inci yüzyılda durum çok farklı. Artık mönüleri internette görebiliyoruz, hangi restoran hakkında kimin neler düşündüğünü basında, sosyal medyada lüzumundan bile daha detaylı görebiliyoruz. Hal böyle olunca başka şeylerde olduğu gibi restoranlar için de “en iyiler” sıralamaları yapılıyor. Bunların çoğu ciddiye alınmaya değmezken bazıları göz atılmaya değer oluyorlar. İşte her yıl yapılan “Best 50 Restaurants of the World”, yani dünyanın en iyi 50 restoranı listesi bunların arasında en prestijli olanların başında geliyor. En iyileri dünyanın dört bir köşesinden 2 binin üstünde restoran sahibi, şef, yeme-içme yazarları gibi profesyonellerden oluşan bir jüri seçiyor. Her jüri üyesi 5 restoran seçiyor, ancak iki şarta uyma mecburiyetleri var. Seçtikleri restoranlara son bir buçuk yıl içinde gitmiş olmaları ve kendi ülkelerinden en az bir tane restoranı seçmeleri gerekiyor.Efsane şef Ferran Adria’nın El Bulli’sinin kapanmasından sonra Arnavut asıllı şef Rene Redzepi’nin Kopenhag’daki Noma’sı üç yıl arka arkaya “dünyanın en iyi restoranı“ seçilmiş, sonra 2013’te ünvanını bir yıl için İspanya’nın Girona kentindeki El Celler de Can Roca’ya kaptırdıktan sonra geçen yıl gene birinci olmayı başarmıştı. Bu yılın en iyi 50 restoranı önümüzdeki hafta açıklanacak, ama 51 ile 100 sıraları alan restoranlar bu hafta açıklandılar. Aralarında çok ünlü isimler var. Bir zamanlar “Best 50” listesinde en önlerde yer alan Martin Berasategui (San Sebastian), L’Atelier de Joël Robuchon Paris, La Maison Troisgros ile New York’un en ünlü restoranlarından Daniel bu yıl kendilerine 50 ile 100 sıra arasında yer bulmuşlar.Mehmet Gürs’ün başarısıRestoran dünyasının bu en prestijli isimlerin arasında bu yıl bir de Türk var. Mehmet Gürs, Mikla ile dünyanın 96. en iyi restoranı olmayı başardı. Bu uzun yıllar bıkmadan, usanmadan çalışmanın getirdiği bir başarı. Mehmet Gürs’ün doksanlı yıllarda Nişantaşı‘ndaki hâlâ çok kişinin unutamadığı restoranı Downtown’dan başlayıp Tepebaşı‘ndaki Lokanta üzerinden Mikla’ya uzanan macerasını önümüzdeki haftalarda arkadaşça bir sohbet eşliğinde sizlerle paylaşacağım. Birkaç yıldır Anadolu’yu dağ taş gezip eski tatlardan yeni lezzetler yaratarak ortaya çıkarmaya çalıştığı “Yeni Anadolu Mutfağı“nı da konuşacağız.Bu yazıya neden AVM hatıralarımla başladığımı doğrusu ben de anlamadım. Gerçi yeme-içme alışkanlıklarımızın da artık AVM’de karşılanmaya başlandığını söyleyebiliriz. Eskiden sadece fast food’dan olan yemek seçenekleri artık Michelin yıldızlı şeflere kadar uzanmaya başladı. Benim ise bir zamanlar Columbia Mall’a duyduğum hayranlıktan eser kalmadı. Artık alışveriş için, yemek için sokaklarda dolaşmayı seviyorum, bazen de Tepebaşı‘ndaki Marmara Pera otelinin çatısına çıkıp, Mikla’nın o eşsiz tarihi yarımada manzaralı balkonunda oturup... yok yer kalmadı, sonra yazıyı kesiyorlar, yemekleri başka bir yazıda anlatayım.
Llanquihue gölü kenarındaki bir barda oturmuş içkilerimizi yudumluyorduk. Eskilerin "sağlam hava" dedikleri serin bir gün, üzerimizde masmavi bir gökyüzü vardı. Gölün kenarındaki Puerto Varas kasabasında neredeyse ne tarafa baksanız bir yanardağ görüyorsunuz. Sol tarafımızda, gölün karşı kıyısında kusursuz bir piramit şeklinde yükselen dünyanın en güzel dağlarından Osorno volkanını seyretmeye doyum olmuyordu. Tepesini kaplayan karların beyazı Llanquihue gölünün masmavi sularına aynı kusursuzlukla yansıyordu. Karşımızda, Puerto Varas'ın kurulu oduğu küçük bir körfezin karşı kıyısında bir dağ daha yükseliyordu; biraz daha yassı, zirvesi Osorno'nun aksine sanki göklere varma çabasından vazgeçmiş gibi yaygın bir yanardağ. Volcàn Calbuco doğrusunu isterseniz karşısındaki Osorno'nun güzelliği ve görkemiyle rekabet edecek durumda değildi. Biz belki bu yüzden içkilerimizi yudumlarken ona pek yüz vermemiştik.Aradan beş altı yıl geçti, onun için bizim kendisine olan ilgisizliğimizle pek alakası olduğunu sanmam, ama Volcàn Calbuco geçtiğimiz hafta içinde birden kızdı ve yarım yüzyılı geçen suskunluğunu bozup patladı. Hem de ne patlama, hiç uyarmadan, sinsice tepesini açtı.Pilotun camından Calbuco’nun infilakıGöller bölgesi en güzel yerlerdenBaşkent Santiago'nun bin kilometre kadar güneyindeki Şili'nin göller bölgesi dünyanın en güzel yerlerinden birisidir. Santiago'dan Puerto Montt'a olan iki buçuk saatlik uçuş da dünyanın en güzel uçak yolculuklarından birisidir, hele gidişte uçağın sol tarafındaki cam kenarı "A" koltuğunda (dönüşte "F") oturursanız. Hava açıksa uçuş boyunca sarp karlı dağlar, bazılarının dumanı üstünde volkanlar size eşlik ederler. Karşınıza ilk önce 3 bin 776 metrelik yüksekliğiyle bir piramit gibi yükselen Volcàn Lanin çıkar, sonra hâlâ dumanını tüttürmeye devam eden Volcàn Villarica ile etrafında yükselen birçok yanardağ aralarında uzanan zümrüt rengi göllere bembeyaz gölgelerini atarlar. 36 aktif yanardağŞili'deki 36 tanesi hala aktif olan neredeyse 2 bin yanardağdan bir daha hangisinin kafası kızıp patlayacağı bilinmiyor. Tepesinden dumanlar yükselen Calbuco'yu gölün karşısındaki Osorno ile birlikte gösteren fotoğrafı görünce "bir volkan patlarken bir diğeri sessizce seyrediyor" dedim. Bir arkadaşım "aman kıskanmasın" diye cevap verdi...