İstanbul’un en sevdiğim restoranlarındandı. Alman Lisesi’nde okurken soğuk kış günlerinde İstiklal Caddesi’ndeki St. Antuan Kilisesi’nin karşısındaki daracık Olivya Geçidi’ndeki ‘Rejans’ yazılı kapıyı bulur, taş merdivenleri büyük bir hevesle çıkardık. Rejans’ın dekoru, atmosferi o yıllarda lise talebesi olan bizleri hayranlık içinde bırakır, kendimizi hiç görmediğimiz Moskova’ya gitmiş gibi hissederdik. Yüksek tavanlar, omuz boyu eski lambriler ile kaplanmış duvarlar, üzerlerinde müdavimlerin adlarının yazılı olduğu küçük pirinç plaketler. Garsonlar mekan kadar yaşlıydılar, nedense her seferinde bize servis yapan kısa boylu tombul yanaklı garsonun yüzü hala gözümün önünde. Beyaz masa örtüleriyle aynı kumaştan yapılmış bir beyaz ceket giyerdi. İkinci porsiyon piroşkilerimizi istediğimizde “Birer tane yediniz, başka müşteriler de yiyecek” diye azarlardı. Piroşkilerden sonra ana yemeğimiz neredeyse hep Böf Strogonof, nadiren de Tavuk Kievski olurdu.Kaldığı yerden devam Rejans, İstanbul’un ilk Rus lokantalarındandı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Rus ihtilalinden kaçan üç arkadaş tarafından kurulmuş. Bizim müdavimi olduğumuz yetmişli yıllarda yaşlarını tahmin edemediğimiz Rus madamlar dekorun bir parçası gibi kasanın başında otururlardı. Sonra Rejans’tan uzak kaldım, doksanlarda döndüğümde tanıdık simalar gitmişti, bir süre sonra Rus lokantamızın kendisi de kapandı.Onun için geçen hafta Olivya Geçidi’ndeki merdivenleri çıkarken heyecenlıydım. Yıllar önce olduğu gibi duffle coat’umu girişteki küçük vestiyere bıraktım. İçeri girdiğimde gülümsemiş olmalıyım, çünkü ‘gençliğimin Moskova’sı bütün güzelliğiyle karşımda duruyordu. Yüksek tavanlardan şık avizeler sarkıyordu, eskinin boş duvarlarını görkemli aynalar, güzel tablolar süslüyordu.Masalar şık beyefendiler ve hanımefendiler ile doluydu. Hayal gücümüzü biraz zorlayınca onların aralarında eski müdavimlerden Agatha Christie ile Mata Hari’yi ve İkinci Dünya Savaşı yıllarının Franz von Papen gibi diplomatlarını, casuslarını görebiliyorduk. Atatürk’ün masası ‘sonsuza kadar rezerve’ yazısıyla lokantanın en kıymetli müşterisinin varlığını yaşatmaya çalışıyor.Rejans yılların Rejans’ı ama isim kullanma haklarındaki anlaşmazlıklar nedeniyle ‘1924’ adıyla açıldı. 360’ın sahipleri şehrin en iyi şeflerinden Mike Norman ile Sasha Khan eskiyi yaşatan, ama yeni lezzetlere de yer ver güzel bir mönü hazırlamışlar. Karlı veya yağmurlu soğuk bir gecede içinizi ısıtacak bana bile lahana sevdiren borç çorbası ilk gözüme çarpanlardandı. Ev yapımı turşuların eşlik ettiği mezeler olması gerektiği gibi küçük porsiyonlarda, tarama ve somon havyarlı krep başta olmak üzere, çok lezzetliydiler.Lezzetler tatmin ediciMike Norman “Pelmeni’leri mutlaka tatmalısın” deyince bu harika Rus mantılarına gömüldük. Soğanlı, patates ve pırasalı, etli, küçük porsiyonlar olacaktı, ama bütün masa kendimizden geçince porsiyonlar büyüdü, ana yemeğe yer kalmadı. Salon şefi Piero Ciantra, masamıza Böf Strogonof servisi yapmaya gelince birkaç lokmadan fazla yiyemedik ve harika servis için teşekkür etmekle yetindik.Mekanın klasiği limonlu votka var mıydı diye merak ediyorsanız, tabii ki vardı. Hem sadece o da değil, iddialı kokteyllerin hazırlandığı, arkadaşlarınızı beklerken birer aperatif alabileceğiniz güzel bir barı da var 1924’ün. Ama o akşam damağımda limonlu votkanın yerine nefis bir portakal ve mandalinalı krep süzetin zarif tadıyla ayrıldım sevdiğim restorandan. Sarı votkanın limonları, yanaklarımın içinde küçük patlamalarla damağımdaki krep süzetin tadına karışıyor ve otoparka doğru yürürken yüzümde gülümsemelere neden oluyorlardı.
İspanya’nın tarihi şehri Toledo, Başbakan Davutoğlu’nun “Sur’u Toledo gibi yapacağız” sözleriyle gündeme geldi...Madrid’in Atocha istasyonundan kalkan trenin Toledo’ya varması yarım saat kadar sürer. Yolculuk boyunca fazla bitki örtüsü olmayan bir ovaya uzaklardaki sarıdan griye çalan renkleriyle ufku süsleyen dağlar, tepeler eşlik eder. Tagus nehrinin neredeyse sardığı kayalık bir tepenin üzerine kurulmuş olan Toledo, Ortaçağ’da Müslümanların, Hıristiyanların ve Yahudilerin bir arada yaşadıkları çok önemli bir kültür merkeziydi. Şehrin, hatta Hıristiyan dünyasının en önemli yapılarından Toledo Katedrali İspanya’da mutlaka görülmesi gereken eserlerin başında geliyor. Toledo Katedrali’nin yapımına 1226 yılında başlanmış ve inşaat neredeyse 300 yıl sürmüş. Tepede kurulmuş olan Toledo dar sokaklardan ve küçük meydanlardan oluştuğu için katedral de bu binaların arasına sıkışmış, görkemli girişi dışında yakından çok algılanamıyor. Ancak içerisi devasa ve tek kelimeyle muhteşem! Mutlaka görülmesi gereken “Transparente” altarın üstündeki bir pencerenin içinde yer alıyor. Mermer ve bronz heykellerden oluşan bu tablo, pencereden aldığı kusursuz güneş ışığıyla içerinin gotik karanlığına olağanüstü bir tezat yaratıyor.Toledo’nun eski şehri UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınmış. Katedralin dışında Alcazar, yani şehrin saray-kalesi, şehrin her tarafında izleri olan Yahudi kültürünün müzesi Museo Sefardi ve Santo Tome Kilisesi görülmeli. Santo Tome kilisesinde adı Toledo ile özdeşleşmiş olan İspanya’nın en önemli ressamlarından El Greco’nun eserlerinden “Orgaz Kontu’nun Cenazesi”ni görebilirsiniz. Aslen Giritli olan Domenikos Theotocopoulos 1614 yılında ölünceye kadar El Greco adıyla ün yaptığı Toledo’da yaşadı. Bir müzeye çevrilen eski Yahudi mahallesindeki evinde ve Toledo’nun kiliselerinin çoğunda eserlerini seyretmeniz mümkün.Dar sokaklar ve anıtsal yapılar arasında tarih yolculuğuToledo’nun önemi Kastilya kraliçesi İsabel ile Aragon kralı Fernando’nun 1469 yılında evlenip İspanya’yı tek bir krallık olarak birleştirmelerinden sonra yavaşça kaybolmaya başladı. İspanya’daki son Müslüman emirlik olan Granada’yı fethederek yarımadadaki Müslüman varlığına son verdiler. Hemen ardından Yahudilerin de sürülmesiyle ortaya koyu Katolik bir krallık çıktı. Yeni krallığın başkenti 1561 yılında Madrid oldu. Bu yeni şehir bir zamanlar, Kastilya Kralı VI. Alfonso’nun ordularının Müslümanların kontrolündeki Toledo’ya ilerleyip kuşatmaktan vazgeçtikleri Mayrit kalesinin etrafında kuruldu ve kısa zamanda gelişti.Mayrit ismi zamanla Madrid oldu ve Madrid geliştikçe Toledo önemini yitirdi. Ama hala dar sokaklarında dolaşmanın, anıtsal yapılarını gezmenin insana sonsuz bir haz verdiği görkemli bir şehir ve size bir solukta yüzyıllarca öncesine götürmeyi başarıyor. Bu da Toledo’yu İspanya’da turistlerin mutlaka ziyaret etmek istedikleri şehrilerin başına yerleştiriyor.'Toledo Katedrali, Museo Safardi ve Santa Tome Kilisesi’ni görün'Madrid kadar iddialı olmasa da tarihi şehrin büyüsünü hissedinToledo yeme-içme konusunda bir cennet olan Madrid kadar iddialı değil. Tabii ki dar sokaklarında, küçük meydanlarında tapas barlar, café’ler, restoranlar var ama Toledo’ya gelen turistlerin büyük çoğunluğu yarım saat mesafedeki Madrid’den günübirlik geliyorlar.Siz yine de bu tarihi şehrin büyüsünü hissetmek için hiç değilse bir gece kalın. Onun için de en iyi iki seçenek eski şehri Tagus nehrinin karşı yamaçlarından seyredebileceğiniz Parador de Toledo veya Hotel Ciudad de Toledo. Buradan katedralin boyutları ve şehrin güzelliği çok daha iyi seyrediliyor ve sabah güneşiyle karşınıza çıkan manzaradan gözlerinizi almanız zor oluyor.Eski şehirde ise San Juan de los Reyes veya Fontecruz’da kalabilirsiniz. Toledo’dan ayrılırken eğer varışta fark etmediyseniz küçük tren istasyonunun ahşap oymacılığın harika bir örneği olan tavanına göz atmayı da unutmayın.
Kophenhag’taki Noma restoran, Sydney’de geçici bir şube açtı. Ama füzyon mutfağının şahikasında yemek yemek için 27 bin kişi sırada!Noma "nordik (İskandinav) yemekleri", yani Nordic Mad'ın kısaltılmışı. Avustralyalı işadamı David Harris yıllarca “dünyanın en iyi restoranı” ödülünü kazanan Kopenhag’daki Noma’da rezervasyon yapabilmeyi bir türlü başaramamıştı. Onun için Noma’nın on hafta için de olsa Sydney’de geçici bir restoran açacağını duyunca efsanevi şef Rene Redzepi’nin yemeklerini nihayet yiyebileceği için çok sevinmişti.Şef Rene Redzepi’nin Noma‘sı yıllardır dünyanın en iyi restoranı seçiliyorAncak haberin duyulmasıyla bir anda on haftanın tümünü kapsayan 27 bin kişilik bir bekleme listesi David Harris’in hevesini gene kursağında bırakacaktı. Ancak Harris bu sefer engel tanımamaya kararlıydı. The Guardian’ın haberine göre Rene Redzepi’ye ulaşmayı başarmış ve Noma Sydney’de bir akşam yemeği rezervasyonuna karşılık Sydney’de geçireceği on hafta boyunca bütün ailesiyle birlikte kendisinin deniz kenarındaki evinde kalmasını teklif etmiş. Rene Redzepi kabul edip, karısı, annesi, kayınvalidesi ve çocuklarıyla şahane eve yerleşmiş. İşin ilginç tarafı David Harris, Redzepi’ler bavullarıyla kapıya gelinceye kadar bu garip rezervasyon anlaşmasından kendi karısına bahsetme gereğini duymamış. “Ne de olsa izin vermeyecekti. Ben de izin alacağıma sonradan af dilerim daha iyi” diye düşünmüş!İskandinav yemeklerinin zirvesiNoma "nordik (İskandinav) yemekleri", yani Nordic Mad'ın kısaltılmışı. Kopenhag’daki ikonik restoranda birkaç kere yemek yeme zevkini tattım. Birkaç yıl önce sizlerle de paylaşmıştım: Yemeklerin arasında karınca, çekirge ve kıpır kıpır canlı küçük karidesler gibi şeyler de var, ama çok lezzetli yemekleri olduğunu da eklemem lazım. Örneğin Rene Redzepi Arnavut asıllı bir Makedonyalı olduğundan olmalı, bir kömür ızgarasında pırasa vardı ki haftada birkaç gün yesem bıkmam. Rene bir röportajında çocukluğundan hatırladığı yemeklerin başında evde annesinin yaptığı sucuk ve kuru fasulyenin olduğunu söylemişti, bu bakımdan aslında bize yakın lezzetlerde geldiğini söylemek mümkün. Mönüde karınca vardı diyince hemen o da olur mu demeyin, karıncalar harika bir sahanda soğanın sosunun içine katılmışlardı ve de oldukça lezzet katmışlardı. Canlı karidesler de İsveç'te sadece bahar aylarında bulunabiliyorlarmış, "mış" diyorum, çünkü karides sevmeyen birisi olarak canlısını yemem söz konusu olmadı. Noma'da hiç mi normal yemek yoktu derseniz, tabii ki vardı. Önünüze gelen ateş gibi bir tavada kendinizin otlar ilave edek pişirdiğiniz göz yumurta, turşulaştırılmış bıldırcın yumurtaları, deniz tarağı ve harika frenk üzümü tanecikleriyle süslenmiş kemiğin üstünde harika bir sığır kaburgası, hepsi nefisti.Sydney’de geçici bir binada kurulan Noma Nisan başına kadar açık olacak. Rene Redzepi yerel mahsüllerin ağırlıkta olduğu bir mönü hazırlamış: “Deniz ile karanın birleştiği yerde bir ateş yakıp üstüne bir şeyler at, hafif bir is kokusu… Taze, farklı, ağız sulandırıcı… Bir bıçak ile kesilmiş gibi iz bırakan” bir mönü diyor dünyanın belki de en ünlü şefi…
New York’un steak house’ları adeta birer et mabedini andırıyor.. Dünya jet setinin de uğrak yeni olan iki mekanı size anlatacağım. New York ve steak diyince akla tabii ki ilk olarak Brooklyn’deki efsanevi steakhouse Peter Luger geliyor. Ama orayı birkaç ker yazdım, onun için bu hafta Manhattan’daki klasikleşmiş iki üç tane steak house’u yazacağım. Bunların başında da Midtown’daki Smith & Wollensky gelir. Kurucusu Alan Stillman’ın restoranına isim ararken New York telefon rehberini alıp rastgele açtığı sayfalarda parmağını koyduğu yerlerdeki Smith ile Wollensky isimlerinde karar kıldığı anlatılır. Smith & Wollensky’nin bir çok şehirde şubeleri var, ama en güzeli hâlâ 1977 yılında kurulmuş olan New York’ta 3. Avenue ile 49. Street köşesindeki et mabedi. İçeriye adımızını attığınız anda mekana içiniz ısınır. Abartılı olmayan klasik bir dekor, yarım lambriler, beyaz örtülü masalar, artık dekorun bir parçası haline gelmiş işadamları, bir kaç turist, müşteriler... Garsonlar da sanki yıllardır buradaymış görüntüsü veriyorlar, beyaz ceketleriyle işlerini iyi bildikleri her hallerinden belli masadan masaya koşuyorlar. Burada yemeniz gereken steak kemiğin üstünde New York Strip; tabii ki “aged”, yani ideal kıvamına gelinceye kadar dinlendirilmiş. Yanında fırında patates ve Wine Spectator ödüllü şarap listesinden bir Kaliforniya Cabernet Suvignon’u ile dünyada yiyebileceğiniz en iyi steak’lerden birisiyle vakit geçirmeye hazır olun! Smith & Wollensky bir restoranın ille de yeni açılmış olup o sezon “moda” olması gerekmediğinin ispatı.Smith & Wollensky’de yemeniz gereken steak, kemiğin üstünde New York Strip.Wolfgangs’ın barı da etleri kadar meşhurManhattan’de sizi yıllar öncesine götüren başka bir et mabedi de New York Times binasının giriş katındaki Wolfgang’s. Ama onun etlerine gelmeden önce barından bahsetmem gerekiyor. Wolfgangs çok yüksek tavaına kadar yükselen camekanlarla neredeyse sokaktan ayrılmamış bir mekan. Bu alanın içine adeta ayrı bir (tavansız) bir bina gibi yerleştirilmiş olan görkemli ahşap barı ve önündeki alanı dolduran müşteriler sanki 1930’lu yıllarda fışkırmışlar. Atmosfer harika, yaptıkları muhteşem Martini kokteyller ise biraz sonra damağınızda lezzet patlamaları yapacak olan Porterhouse steak için ideal bir ön hazırlık.Smith & Wollensky lezzetleriyle, sizi yıllar öncesine götürüyor ve müthiş bir keyif yaşatıyor.Lezzetli etler dev porsiyonlarda servis ediliyorWolfgang Zwiener yıllarca Peter Luger’de şef garsonluk yaptıktan sonra 10 yıl kadar önce Manhattan’de kendi adını verdiği steak house’u açtı. Peter Luger’de işi iyi çğrenmişti, Wolfgang’s kısa zamanda tuttu, şehrin en iyi steakhouse’larınını arasına girdi. Burada yenilecek olan steak kesinlikle Porterhose steak. Porterhouse T-Bone steak’in en kalın kısmına verilen ad ve Wolfgang da aynı Peter Luger gibi dev posiyonlar şeklinde servis ediyor. Steak dev bir kayık tabakta geliyor, tabağın bir kenarı bir kül tablası ile hafif yükseltiliyor, etin suyu yarım ekmek banılacak miktarda tabağın aktığı kenarda birikiyor.Porterhouse T-Bone steak’in en kalın kısmına verilen ad ve Wolfgang bu eti dev posiyonlar şeklinde servis ediyor.
Sahil kasabaları kış aylarında çok güzel olur. St Andrews, Edinburgh’a bir saat mesafede sakin bir kasaba ve dünyanın en önemli turizm destinasyonlarınran birisi.Size bu hafta bir sahil kasabasını anlatacağım. Bir kenarından küçük bir derenin denize aktığı geniş bir kumsal ardındaki yemyeşil tepelerin önünden göz alabildiğine uzanıyor. Deniz çekilmiş, kumsalın üzerinde kalan incecik bir su tabakası gökyüzünün mavisini, bulutların beyazını ayna gibi yansıtıyor. Med cezirin uzağa attığı dalgalar kumsalı gene de dövüyor, dalga sesleri martıların çığlıklarına karışıyor. Hava soğuk, ne de olsa kış. Kumsalın üstünde çizmelerini giymiş insanlar yürüyor, çocuklar koşuşturuyor, ama kalabalık sayılmaz. Burası İskoçya, zaten sakin bir ülke…İSKOÇYA’DA KIŞ GÜNEŞİ TABİATIN GÜZELLİĞİNİ ORTAYA ÇIKARIRŞansınız varsa hava az bulutlu olur, çünkü İskoçya’da kışın güneş öğlen saatlerinde bile o kadar ufka yakın oluyor ki, bulutları aşağıdan aydınlatıp hem bulutlarda, hem de yemyeşil tabiatta ortaya olağanüstü renklerin çıkmasına neden oluyor.Sahil kasabaları kış aylarında çok güzel olur. St Andrews, Edinburgh’a bir saat mesafede sakin bir kasaba. Ama bir yandan da dünyanın turizm bakımından en önemli yerlerinden birisi, özellikle golf turizmi açısından. Buradaki 1754’te kurulmuş olan Royal and Ancient Golf Club dünyanın en eski ve en önemli golf kulübü ve bu golf sahasında hayatında hiç olmazsa bir kere oynamak her golfçünün en büyük hayali. St Andrews özellikle bahar ve yaz aylarında para harcamaktan çekinmeyen turistlerle doluyor. Buna bir de İskoçya’nın en iyi üniversitelerinden birisini eklerseniz bu 17 bin nüfuslu kasaba çok canlı bir merkez haline geliyor.Golf kulüpleri ile meşhurRoyal and Ancient’ın sadece 2 bin 500 kadar üyesi var ve burada oynayabilmek için üyelerden birisini tanımanız gerekir. Ama Burada golf oynamasanız bile kulübün lambrilerle kaplı salonlarından önünüzde uzanan manzarayı seyrederek içki içmek unutulmaz bir deneyim oluyor.Etrafınızdaki masalarda oturan üyeler sanki asırlardır orada oturuyorlar. Royal & Ancient ilk kadın üyelerini baskılara dayanamayarak 2014 yılında kabul etti, ama her yıl o kadar az üye alıyorlar ki, erkeklerin egemenliği daha yıllarca süreceğe benziyor.St Andrews’un en iyi oteli golf sahalarının hemen kenarındaki Old Course Hotel. Kasaba golf sahalarından deniz kenarından bir zamanlar Britanya’nın en görkemli katedrallerinden birisi olan St Andrews Cathedral’in harabelerine kadar devam ediyor. Deniz kenarına sıralı birkaç otelden Hotel du Vin çok güzel. Otelden çıktığınızda sola dönünce golf sahalarının önündeki West Sands plajına, sağa dönünceyse adeta denizen içinden yükselen eski kalenin yanından katedrale kadar keyifli bir yürüyüş yapabilirsiniz.St Andrews küçük bir kasaba, ama yemek yemek için çok keyifli restoranlara sahip. Ama onlara gelmeden tabii ki Britanya’da olduğumuza göre publardan bahsetmek gerekecek. Size Market Street’in üzerinde iki pub önereceğim. The Central güzel yemekleri olan geleneksel bir pub. The Keys Bar ise ellerinde pint bardaklarında biralarıyla bağıra çağıra birbirleriyle sohbet eden yerel halkın arasına karışabileceğiniz çok tipik bir pub. Britanya’daki her şehir ve kasabada olduğu gibi, St Andrews’ta da iyi bir Hint restoranı var, Maisha; iyi bir fish & chips restoranı var, o da Tailend. St Andrews Brewing Company’de kendi yaptıkları biraları tadabilir, Forgans’da iyi et, Adamson’da iyi yemek yiyebilirsiniz.
Temmuz: Aix-en-Provence’ın ardındaki tepeler...Marsilya çok güzel bir şehir. Şehre hakim olan bir katedral; artık liman olarak kullanılmayıp dev bir marinaya dönüştürülmüş, kıyılarına kaldırım cafe’leri ve restoranlar serpiştirilmiş Vieux Port, eski liman. Tam bir liman kenti, pazar sabahları eski limanın kıyısında hâlâ balık pazarı kuruluyor. Ve Temmuz’da gidin dememin asıl sebebi Marsilya’nın kuzeyindeki Aix-en-Provence ve ardındaki tepeleri bu ayda kaplayacak olan kilometrelerce lavanta tarlaları, dünyada görebileceğiniz en güzel manzaralardan biri!Ağustos: Köpükten dalgaların renginde bir kumsalKefalonya bir Yunan adası, ama Ege denizinde değil, Yunanistan ile İtalya arasındaki İyon denizinde. Adanın kuzeyindeki Fiskardo bütün Akdeniz’in en havalı köylerinden birisi. Kefalonya’da dünyanın en güzel plajlarından birisi. Bunlardan Myrthos Beach iki dağın uçurumlarla denize döküldüğü yerde görebileceğiniz en güzel mavi ve türkuvaz tonlarında uzanıp giden bir deniz ve bembeyaz dalgaların sürekli dövdüğü köpükten dalgaların renginde bir kumsal.Eylül: Akdeniz’in orta yerinde şövalyelerle tatilAkdeniz’in neredeyse tam ortasındaki Malta adası eski bir İngiliz kolonisi. Adalarını Osmanlılara kaptıran Rodos şövalyeleri 16. yüzyılda buraya yerleşmişler. Başkent La Valetta’nın bazı kısımları hala o yüzyıllarda imiş gibi kayaların üstünde kaleler, taş konaklar ve aralarındaki dar sokaklarla insanı başka dünyalara götürüyor. Nüfusunun üç katından fazla turist çeken Malta, Eylül ayında hem denize girmek için yeterince sıcak, hem de zamana karşı direnen dağ köylerini gezmek için yeterince serin.Ekim: En güzel sonbahar Paris’te yaşanırBiliyorum, biraz sıradan bir öneri oldu, ama sonbaharın, yağmurun, sararıp dökülmeye başlayan yaprakların dünyada en yakıştığı şehir bence Paris’tir. Ekim ayında artık sıcaklar yerini serinliğe bırakmış olur, ama hala café’lerin kaldırımlara atılmış masalarında oturup şarabın tadını çıkarabilirsiniz. Sen Nehri’nin kıyılarıdan karşınıza Louvre’u alıp Notre Dame Kilisesi’ne kadar yapacağınız yürüyüşün sonbaharda keyfine doyum olmaz. Le Grand Colbert gibi bir brasserie’de akşam yemeği ise seyahatinizin bonusu olur.Kasım: Balinalarla aynı kumsalı paylaşınÜmit Burnu ile Cape Agulhas arasında sadece Afrika’nın değil, dünyanın en ilginç kasabalarından birisi bulunuyor: Hermanus. Burası iki uçsuz bucaksız kumsal arasındaki kayalıkların üzerinde kurulmuş bir kasaba ve dünyada balinaları karadan seyredebileceğiniz en iyi yerlerin başında geliyor. 50 ton ağırlığındaki balinalar güney yarımkürede kışın yerini ilkbahara bıraktığı aylarda, yani bizim sonbaharımızda, güney kutbu yakınlarından kuzeye doğru çiftleşmeye ve doğurmaya çıkıyorlar.Aralık: Nürnberg’te görkemli bir noel pazarıAralık ayının başından itibaren Alman şehirlerinde noel pazarları kurulur. Bazılarında hediyelik eşyalar satılan, bazılarından mis gibi sosis ve Glühwein (sıcak şarap) kokuları yükselen küçük tahta kulübeler meydanları doldururlar. Almanya’daki noel pazarlarının en görklemlisi hala bir Orta Çağ şehri görüntüsündeki Nürnberg’te kurulanıdır.
Umutla daha iyi olacağını beklediğimiz 2016’ya bakıyoruz. İşte size yılın ilk 6 ayı bu hafta, kalan 6 ayı ise haftaya mevsimlik öneriler...Ocak: Kış ortasında deniz keyfiİstanbul’dan gece uçağıyla Bombay’a, oradan da Goa’ya uçmalısınız. Sizi Goa’da kilometrelerce uzanan bir kumsal, Hint Okyanusu’nun lacivert suları karşılayacak ve siz kış ortasında denize giriyor olacaksınız. 1963’e kadar Portekiz sömürgesi olan Goa’da hala o dönemin izlerine rastlamak mümkün; eski katedraller, mavi fayanslarla kaplı evler. Burası bir deniz mahsülleri cenneti. Baharatlı Hint mutfağı ile önerim buz gibi bir Kingfisher Hint birası.Şubat: Güney Afrika’nın şaraplarını keşfedinCape Town dünyanın en güzel şehirlerinden birisi. Ama Şubat ayında giderseniz bu harika şehre iki saat mesafedeki şarap bölgesine gitmelisiniz. Sarp dağların arasında ki yemyeşil vadilere bağlar ve onların ortalarına şirin oteller serpiştirilmiş. Şubat ayı güney yarımkürede bağbozumu zamanı ve özellikle şarap seviyorsanız buralara gitmek için ideal bir zaman. Franschhoek’daki Tasting Room dünyanın en iyi restoranlarından birisi. Oradaki unutamayacağınız yemeğe bulabilirseniz bir Boekenhoutskloof Shiraz eşlik etmeli.Mart: Muskat ilkbaharda çok güzelUmman’ın başkenti Muskat Portekizlilerden kalma kalelerle taçlandırılmış kayalıkların arasında sıkışmış bir liman. Arkasını sarp, kayalık, sipsivri ve çok güzel dağlara yaslamış. Muskat’ta Chedi, Al Bustan ve Shangri La gibi üst düzeyde oteller ve harika bir deniz var. Mart ayı onlara gore serin, bize göre ise oldukça sıcak. Umman’a kadar gitmişken Muskat’a iki saat mesafedeki Nizwa görülmeli. Üç milyon palmiye ağacı tarafından sarmalanmış olan bu vaha kentinden sonra Arabistan çölü başlıyor.Nisan: İskoçya’da somon avlayıp viski için...İskoçya’nın başkenti artık THY’nin direkt uçuşları sayesinde sadece 4 saat mesafede. Edinburgh bir kale ile taçlanmış bir tepenin sırtındaki eski şehri, denize doğru uzanan “Georgian” yeni şehri ve bar ve bistrolarla dolu limanı Leith ile Avrupa’nın en ilginç şehirlerinden birisi. Edinburgh’a üç saat mesafedeki Spey nehrinin vadisi ise vahşi dağların yerlerini yemyeşil bir vadiye bıraktıkları olağanüstü güzellikte bir bölge. Speyside’ın İskoç viski üretiminin kalbi olması da bu muhteşem coğrafyanın sunduğu bir bonus. Craigellachie otelinde kalın, Spey’in kıyılarında yürüyün, isterseniz kalçalarınıza kadar nehre girip somon avlayın ve tabii ki malt viski için.Mayıs: Hamburg’a kuşkonmaz zamanı gidinMayıs, Almanya’da “Spargelzeit” yani kuşkonmaz zamanı ve bu ülkeyi ziyaret için iyi bir zaman. Başparmak kalınlığındaki beyaz kuşkonmazlar kesinlikle yiyebileceğiniz en lezzetli sebzelerden birisi! Hamburg, Almanya’nın en güzel ve en zengin kentlerinin başında geliyor. Mayıs’ta “limanın doğumgünü” havai fişekler ve eski yelkenliler ile yüzlerce geminin geçişi ile kutlanıyor. Fischereihafen veya Michelin yıldızlı Türk şef Ali Güngörmüş’ün La Canard Nouveau’sı yemek için, Kuzey Almanya’nın acımtrak birası Jever içmek için önerilerim.Haziran: Yunan Adaları’nda uzo zamanı...Yunan adalarını geçen yıl çok yazdım, bu yıl da yazmaya devam edeceğim, çünkü yaz tatili için idealler. Haziran’da güneydeki adalar yeterince ısınmış olacaklar. Patmos, Leros, Simi, Nisiros, hangisini seçerseniz seçin. Oturun güneş Ege’nin lacivert sularının arkasında batarken bir meze sofrasına. Kadehinizde de bilmem söylemeye gerek var mı, uzo olsun.
Yeni bir yılı karşılarken içeceğimiz içkinin hem kaliteli hem de lezzetli olmasını isteriz. Bir zamanlar kaliteli denince akla ilk gelen içki ise konyaktı...Yeni yıl gecesi yıl boyunca içtiğimiz içkilerden daha kaliteli içki içmek isteriz. Bir zamanlar kaliteli denilince akla ilk gelen içki, hatta belki de tek içki konyak idi. Küçüklüğümde konyak denilince gözümün önüne ellerinde balon şeklinde dev bardaklar tutan ve bardakların içindeki sıvıyı bardağın içinde çevirdikten sonra koklayıp, keyifle yudumlayan göbekli amcalar gelirdi. Konyağın rengi bana o zamanlar evimizdeki bazı mobilyaların rengi gibi geliyordu, ama sonra içki yazıları yazmaya başlayınca o rengin aslında kehribar diye tarif edilmesinin daha uygun olduğunu gördüm.Konyağın Fransızların medarı iftiharı bir içki olduğuna bakmayın. Bordeaux yakınlarındaki Cognac kasabasının dışındaki yamaçlarda yetişen üzümlerin iki defa damıtılmasından bir brendi elde edildiğini keşfeden Hollandalılar olmuş. Brendi (Brandy) kelimesi de ‘yakılmış şarap’ anlamına gelen Hollandaca ‘brandwijn’ kelimesinden türemiştir. Ancak bir brendiyi, ‘Cognac’ olarak adlandırılabilmek için mutlaka Cognac kasabasının sınırları içinde üretilmiş olmalıdır. Bizim Tekel’in ürettiği Konyak adlı brendinin adının sonradan Fransızların itirazıyla Kanyak olarak değiştirilmesi ondandır.18’inci yüzyılda popüler hale geldiKonyağın mucidinin Hollandalılar olması Fransızlar için yeteri kadar utanç kaynağı değilmiş gibi, bu asil içkiyi dünyaya tanıtanlar da İngilizler. Konyak, Fransa’daki küçük kasabadan dünyaya 18’inci yüzyılda Londra’da çok popüler olması sayesinde yayılmıştır. Hennessy, Hine ve Martell gibi tanınmış konyak markaları da hep Britanya kökenlidir.10 yıl meşe fıçıda dinlendiriliyorEn alt kategori olan sadece 2 yıl dinlendirilen konyaklara Very Superior, en az 4 yıl yıllandırılanlara ise Very Superior Old Pale adı verilir. 6 yılını meşe fıçılarda geçirmiş olan konyaklar Fransa’nın kahramanı Napoleon’un adıyla anılmaya hak kazanırlar. Ondan sonraki ve fiyat kalite performansı muhteşem olan konyak kategorisi XO (eXtraOrdinary) 10 yıl meşe fıçılarda dinlenmiş ve kadife yumuşaklığına kavuşmuştur. Konyak dünyasının devleri Hennessy, Martell, Remy Martin ve tanıtımını Napoleon’un konyağı olarak yapıp 3 büyüklere katılmayı başaran Courvoisier’dir. Bu prestijli markalardan ilk üçünün XO konyaklarını ülkemizde bulabilirsiniz.