2016 malt viski yılı olacak

19 Aralık 2015

Her yılbaşı öncesinde yılın trendleri ne olacak bakılır. Buna çok inanmasam da bazı trendlerin yıla damga vurduğu da gerçek.Malt viski ise yıllar sonra tekrar aramıza döndü. Ve nihayet kokteyller bizde de moda oldu. Yılbaşı yaklaşınca geçen yıl neler modaydı, ertesi yıl neler moda olacak türünde yazılar yazılır. Ben yeme-içme konusunda modalara pek inananlardan değilim, ama bazı trendlerin de belirli yıllara damgalarını vurduğu da bir gerçek. Örneğin şarap için bu yıl moda olacak demiyeceğim, çünkü şarap gibi yüzyıllardır sevilerek içilen içkiler moda olmazlar, varlıklarını hep sürdürürler. Şarap türleri arasında son yıllarda roze şaraplarda olduğu gibi ön plana çıkanlar olabilir, ama bunlar hiç bir zaman kırmızı ve beyaz şarapların daha az “moda” olmaları anlamına gelmez.Öte yandan şaraba son yıllarda ciddi bir rakip gelmeye başladı. Bira 1980’li yıllarda Amerika’da başlayan “devrim” ile kendini giderek daha büyük kitlelere sevdirmeye başladı. Artık biralarda da şarapta üzüm cinsleri olduğu gibi, ale, stout, porter, lager gibi farklı türler aranır olmaya başlandı. Biraseverler biraların yapıldığı ülkeler kadar, içindeki arpa maltının, şerbetçiotunun cinsini de sorgulamaya başladılar. Artık bira için de yıllardır şaraplar için yapılan yemek eşleşmeleri yapılmaya başlandı, “bira yemekleri”nin meraklıları arttı. Bu trend ülkemizde de giderek daha çok bira türünün ve markasının ithal edilmeye başlanmasıyla 2016 yılında da devam edeceğe benziyor.Daha sert içkilere göz atacak olursak, cin hızla votkanın yerini almaya başladı.Bond cine döndü dünya onu izlediDaha sert içkilere göz atacak olursak, cin hızla votkanın yerini almaya başladı. Aslında votka çok daha eski bir içkidir. Fakat Doğu Avrupa dışına çıkması ancak Rus ihtilaliyle, yani yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, Avrupa ve Amerika’da kokteyllerin içine girerek popülerleşmesi ise 1960’lı yıllarda olmuştur. Bunda da James Bond’un “shaken not stirred” diye sipariş ettiği Martini’lerin de cin verine votkayı tercih etmeye başlamasının rolü olmuştu. Oysa 007’nin yaratıcısı Ian Fleming sıkı bir cin içicisiydi ve kahramanına ilk romanında içirdiği Martini de üçte iki cin, üçte bir votka ve Kina Lillet vermuttan ibaretti. Bond son birkaç filminde cine döndü, dünya da bir bakıma onu izledi. Cin artık butik üreticilerin iddialı ürünleriyle tam bir rönesans yaşıyor. Londra’da artık onlarca cinin satıldığı, farklı toniklerle eşleştirildiği barların sayısı giderek artıyor.Yıllar sonra bizde de kokteyller modaBu yeni cin çılgınlığı bizde kendisini daha tam olarak göstermediyse de, cin buralarda da giderek daha çok kişi tarafından hatırlanmaya başlandı. Malt viski ise yıllar sonra tekrar aramıza döndü. Doksanlı yıllarda severek içtiğimiz malt viski 2000’li yılların başındaki mali krizden sonra biraz da fiyatından olacak ithal edilmez olmuştu. Şimdilerde ise hiç olmadığı kadar çok marka ithal ediliyor. Malt viski ile ilgili anlatılacak çok şey var ve bu içki 2016 yılında da dilimizden düşmeyeceğe benziyor. Yıllarca bekledikten sonra bizde de kokteyller moda olmayı başardılar. Birçok bar ve restoran kokteyl konusunda iddialı olmaya çalışıyor. Yeni kokteyller kadar klasikler de 2016 yılında içki dünyamızı renklendirmeye devam edecek. Sadece yılbaşı geceleriyle bir şey kutladığımız zaman aklımıza gelen şampanya ise önümüzdeki yıl da bu rolüyle yetineceğe benziyor.

Devamını Oku

Gastronominin 2015 bilançosu

12 Aralık 2015

Kötü bir yıldı 2015. Ortadoğu'nun üzerindeki kara bulutlar iyice yerleşirken iki seçim geçiren ülkemiz belirsizliklerle, kavgalarla boğuştu durdu. Eski yıllarını aratan turizm bu gidişle önümüzdeki yıl bu yılı da arayacağa benziyor. Turizm dışında da yeme - içme sektörü için 2015 kötü bir yıl oldu. Birçok restoran kapılarını kapattı. Bunların aralarında büyük iddialarla açılıp bir yıl içinde kapananlar olduğu gibi, uzun yıllardır İstanbullulara hizmet veren mekanlar da oldu. Bu arada bu yıl da The World Best 50 Restaurants (Dünyanın en iyi 50 restoranı) listesinde ikinci sırayı koruyan Massimo Bottura'nın Zorlu Center'da açtığı restoran da kapananlar arasında yer aldı. Böylece İstanbul'da açılıp ilk yılında kapanan dünyaca ünlü şeflerin veya markaların restoranlarının arasına katılarak İstanbul bu kadar iyi restoranları gerçekten hak ediyor mu sorusunu da bir da gündeme getirmiş oldu.Aslında dünyada artık ünlü bir şefin küçük porsiyonlardan oluşan 10-15 yemekle şov yapması o kadar aranan bir şey olmaktan çıkmaya başladı. İnsanlar daha çok yerel malzemelerle yapılmış küçük başlangıçlardan sonra doyurucu ana yemeklerin başrolde olduğu restoranları tercih etmeye başladılar. Bu trend bizde ne kadar tutacak bilmek zor, çünkü ülkemizde ne yazık ki müşterilerin çoğu bir restorana yemekleri güzel diye değil, orası o yıl moda ve herkes oraya gidiyor diye gidiyorlar. Hal öyle olunca restoranlarımızın ömürleri de kısa, fiyatları da yüksek oluyor. Ama biz gene de uzun ömürlü olmalarını dileyerek geçtiğimiz yılın dikkat çeken birkaç restoranına göz atalım.Spago gerek konumu, gerekse de lezzetli yemekleriyle en beğenilenler listelerinde yer aldı. "Amerika'daki Arnold Schwarzenegger'den sonraki en ünlü Avusturyalı" ünvanlı ünlü şef Wolfgang Puck'un Los Angeles'daki ikonik restoranın şubesi steak house'a boğulan şehrimizde harika rib steak'i ile şehrinize hoş geldi. Olağanüstü manzaralı teras barında yaz boyunca içine kocaman bir kadehin içine koydukları dev buz parçasıyla Negroni'leri de güzel bir bonus oldu. İstanbulluların yıllardır yakından tanıdıkları şeflerden Rudolf van Nunen'in kendi adını taşıyan Karaköy'deki restoranı Rudolf da geçen yılın dikkat çeken adreslerinin başında yer aldı. Armutlu'daki Lokanta Armut ile özellikle öğlen yemekleri için Reşitpaşa'daki Amanda Bravo pek yol üstünde sayılmamalarına rağmen çok lezzetli mutfaklarıyla dikkat çektiler. Öğlen yemeği konusunda çok zayıf diyebileceğimiz İstanbul'da iş yemekleri için en popüler adres Levent'teki Şans olmaya devam etti.Trend İtalyan restoranları2015'in en güzel sürprizlerinden birisi de Kanyon'da açılan Escale oldu. Escale'in kendinizi rahat hissedeceğiniz bir mönüsü var. Ama asıl dikkat çeken girişindeki yarı bahçe havasındaki yüksek tavanlı barı. Burada yemekten önce ne yaptığını bilen barmenlerin elinden hazırlanan özenli kokteyllerin tadını çıkarabilirsiniz.Bu arada şehrimizde İtalyan lokantaları açılmaya devam ediyor. Bizde nedense restoran açmak isteyenlerin aklına ilk olarak İtalyan mutfağı geliyor. Oysa İtalyan mutfağı kolay sananları mahçup edecek kadar zor bir mutfaktır, onun için de ne yazık ki ‘biraz burrata, biraz prosciutto, iki makarna, üç pizza kolaydır ya’ diye açılan çok sayıda İtalyan lokantasında beklediğiniz lezzeti bulmak zor oluyor. Klasiklerden Da Mario, yenilerden Zorlu'daki Morini gerek atmosferleri, gerekse de yemekleriyle bu güzel ülkenin yemeklerini İstanbul'da yemeye devam edeceğimiz lokantalar.

Devamını Oku

Bira devriminin ayak izleri

5 Aralık 2015

Her şey Fritz Maytag adında bir adamın San Francisco’da kapanmak üzere olan küçük bir bira fabrikasını satın almasıyla başladı. Fritz Maytag bira üretmekle ilgili hiçbir şey bilmiyordu, aldığı Anchor Steam de vasat bir biraydı. Aslında altmışlı yılların ortalarında neredeyse bütün Amerikan biraları rahat içimli, ama lezzetsiz, karakterden yoksun, sudan biraz hallice vasat biralardı. Koca ülkede sadece 55 tane bira üreticisi vardı ve ithal biralar da pek bulunamıyorlardı.Fritz Maytag, Anchor Steam’in kapanacağını mahallenin barında barmenden duymuştu. Küçük bira tesisi de aynı mahalledeydi. Fritz Maytag’ın bir gidip bakayım demesi Amerika’da bir bira devrimini başlatacaktı. Maytag ilk olarak bira yapmayı öğrendi, bütün Amerika’yı gezip başkalarının bu işi nasıl yaptıklarını inceledi, Anchor Steam’de iyi, lezzetli bir bira yapmaya başladı. Sonra birasını sokak sokak gezerek barlara, restoranlara pazarlamaya başladı. Amerikalılar yavaşça bu farklı bir tada sahip olan biradan hoşlanmaya başladılar. Yetmişli yılların sonlarına gelindiğinde ülkenin çeşitli yerlerinde o zamana kadar pek bilinmeyen ale ve stout’lar olduğu kadar farklı tarzlarda lager biralarda üretilmeye başlandı. Jim Koch, Boston’da Samuel Adams ile American Amber (kehribar) Lager, Ken Grossman da Kaliforniya’da Sierra Nevada ile India Pale Ale tarzı biraları adeta yeniden yarattılar. Yüz yıl önce 35 tane bira üreticisinin bulunduğu Brooklyn’de de Brooklyn Brewery eski reçeteleden Viyana tarzı kızıl lager biralar üretmeye başladı.Fritz Maytag’ın ABD’de gerçekleştirdigi bira devrimi, Avrupa’daki dev bira şirketlerinin de yaklaşımını etkiledi.Biradaki devrim Avrupa’daAmerika’daki craft brewer, yani butik bira üreticisi sayısı günlerimizde 2 bini geçti. Her yıl sonbaharda Denver’de yapılan Great American Beer Festival’e bu yıl 750 üretici farklı kategorilerde 3 bin 800 bira ile katıldı. Oregon eyaletinde içilen biranın yüzde kırk gibi çok yüksek bir oranı craft beer. Eyaletin en büyük şehri Portland’daki barların tezgahlarında yanyana dizilmiş onlarca bira musluğunu görmek kimseyi şaşırmıyor.Bu bira devriminin Amerika’dan Avrupa’ya ve dünyaya yayılması çok sürmedi. Dünyanın her tarafında küçük, butik üreticiler farklı, iddialı biralar yapmaya başladılar. Hatta dev bira şirketlerinin bu modaya uymaları da gecikmedi. Danimarka’da Carlsberg kurucusunun adını verdiği Jacobsen ile, Almanya’nın en büyük bira üreticisi Radeberger de Braufactum adını verdiği az sayıda ürettikleri çok özel biralara önem vermeye başladılar. Almanya gibi geleneksel biralarda ısrarcı olan ülkeler bile bira devrimine dayanamadılar. Artık Almanya’ya giden biraseverler Münih’teki Hofbräuhaus gibi bira tapınaklarına gittikleri gibi artık Berlin’deki “Dolden Mädel” veya Hamburg’daki “Altes Mädchen” gibi hem kendi biralarını yapan, hem de yüzlerce biradan oluşan bira listeleri olan bar ve restoranlara da gidiyorlar.Muğla’dan çıkan Gara GuzuBiz ne yazık ki dünyadaki bu bira devriminin biraz dışında kaldık. Amerika’nın yeni kült biralarından Samuel Adams ve Brooklyn ülkemize ithal edilen az sayıda biranın arasında. Birkaç küçük ithalatçı Adnams ve Fuller’s gibi İngiliz ale’lerinden, Schneider Weisse ve Erdinger gibi Alman buğday biralarına, Belçika’nın Chimay ve Westmalle gibi Trappist manastır biralarına kadar bazı biraları bütün zorluklara rağmen biraseverlere sunmaya çalışıyorlar. Ülkemizdeki iki büyük bira üreticisi Efes Pilsen ile Türk Tuborg da bira ithalatına başladılar ve Duvel, Leffe, Guinness gibi iyi biralar getiriyorlar. Ama doğrusunu isterseniz biraseverlerin beklentileri bu ikilinin Türk biraseverler için Jacobsen ve Braufactum’un biraları gibi çok özel biraları fabrikalarının bir kenarında üretmeye başlamaları. Bu arada Muğla’da birkaç kişi Türkiye’deki belki de tek craft beer üreticisi olarak Gara Guzu adında bir sarışın (Blond), bir de kehribar rengi (Amber) ale üretiyorlar. Yani Fritz Maytag’ın izi Anchor Steam Türkiye’de bulunamıyorsa da, bir bakıma ta Kaliforniya’dan bizim Muğla sahillerine kadar gelmiş.

Devamını Oku

Nürnberg'de Noel pazarı

29 Kasım 2015

Burası Nürnberg. Almanya'danın Bavyera eyaletinin kuzeyinde İkinci Dünya Savaşı'nda neredeyse tamamen yıkılmış olmasına rağmen harika bir restorasyonla şehir surlarından, kiliselerine, evlerine kadar sanki yıllarca hiç dokunulmamış bir hale getirilmiş. Surların harif bir tepeye doğru yükseldiği yerde bir Burg (şato) ve onun yamaçlarına da serpiştirilmiş daracık sokaklar ile biblo gibi evler var.Nürnberg Orta Çağlarda ticaret yollarının kavşağında kurulmuş önemli bir ticaret kentiymiş. Bavyera'nın futbol elçisi Bayern München kadar değilse de bir zamanlar çok iyi bir futbol takımı da vardı: 1.FC Nürnberg. Ama bu haftaki yazımın konusu futbol değil... Yavaş yavaş fark etmeye başladığımız gibi kış geldi, Aralık ayının başındayız ve bu haftadan itibaren Almanya'nın irili ufaklı kentlerinde irili ufaklı Christkindlmarkt, Noel Pazarları kurulmaya başlayacak. Bunların en meşhuru, en görkemlisi de Nürnberg'de kurulanı. Nürnberg'in Altstadt'ı (tarihi şehir) bir hendek ile korunmuş surların içinde. Eski şehrin ortasındaki kilisenin önündeki meydan Burg'a doğru uzanır. Buraya önce devasa bir noel ağacı kurulur. Sonra ağaçlar süslenir, meydanlara açılan sokaklar ışıl ışıl olurlar. Şansınız olur da, şehri ziyaret ettiğinizde kar yağarsa sizi rüya aleminden çıkma harika bir manzara karşılar. Ağaç kurulduktan sonra etrafında küçük tahta kulübeler belirmeye başlar, meydan bunlarla dolar. Bazılarında hediyelik eşyalar satılır, bazılarından mis gibi sosis ve Glühwein (sıcak şarap) kokuları yükselir. Bu Noel Pazarları yılbaşından birkaç gün öncesine kadar şehirleri süsler. Şehir halkı da, turistler de buralara akın eder. Akşamları ışıklarının altında biriken insanlar ızgaralardan yükselen dumanların arasından farklı şehir ve bölgelerin sosislerinden seçer. Ellerindeki ekmeklerin arasına sıkıştırılan Nürnberger, Thüringer veya Wiener gibi sosisleri ısırır, bira ya da içlerini ısıtmak için Glühwein içerler.GLÜHWEINAlmanya, Avusturya ve İsviçre’de yılbaşı öncesi Glühwein, yani sıcak şarap içmek 300 yıllık bir gelenek. Eskiden şarabı ateşe sokulmuş bir demirle karıştırıp ısıtırlarmış. Şimdilerde ise yapmak oldukça kolay:Bir şişe kırmızı şaraplık bir ölçüyle verecek olursak, ona birer tek (2 cl kadar) rom ve portakal likörü ekliyoruz. Birer adet portakal ve elma kabuğu ile dört beş kuru kayısı şarabımızın meyveleri, 10 adet karanfil ile 3 tane orta boy tarçın çubuğu da baharatları oluyorlar. Bunların hepsini 10-15 dakika, aman dikkat kaynatmadan, ısıtırken bir kahve fincanı şekeri de içinde eritirseniz nefis bir Glühwein yapmış olursunuz. Sıcak servis etmeyi unutmayın ki, kadehten bütün bu baharatların, meyvelerin ve şarabın kalan aromaları yükselsin. Hem içiniz ısınsın, hem de ağzınız tatlansın.Almanya'nın diğer şehirlerinin Christkindlmarkt'larından İsviçre sınırındaki Lindau ile Konstanz’ın eski şehirden göl kenarındaki limana kadar kurulanları çok etkileyici. Bavyera'nın başkenti Münih'in Marienplatz'ı, kuzeyde Hamburg'da Rathaus'un (Belediye Binası) önündeki nehir ve göl ile arasında kalan meydanı ve özellikle Bremen, Aralık ayı boyunca rengarenk.

Devamını Oku

Ihlamurlar altında Berlin

7 Kasım 2015

Son yıllarda yaşayanları için de, gezmeye gelenler için de Avrupa'nın en cazip şehirlerinden biri olan Berlin kadar görmüş, geçirmiş az şehir vardır. Prusya’nın 19’uncu yüzyılda kuvvetlenmesi ve batıya doğru genişlemesiyle Avrupa’nın bu yeni gücünün başkenti Berlin bir anda önem kazanmıştı. 1871 yılında Prusya’nın önderliğinde Alman birliği kurulunca yeni Almanya’nın başkenti olan Berlin, Avrupa’nın en önemli şehirleri arasında yerini aldı. İki savaş arasında Nazilerin görkemli başkenti görevini üstlenen Berlin İkinci Dünya Savaşı’nda tamamen yıkıldı. Savaştan sonraki 45 yılını utanç duvarı ile bölünmüş bir şekilde geçiren Berlin'de artık duvardan birkaç yüz metrelik bir kısım hariç eser kalmadı ve şehir yine Birleşik Almanya’nın başkenti.Berlin’in can damarı Avrupa’nın en güzel bulvarlarından Unter den Linden’dir. Sadece kendi değil, adı da çok güzel bir bulvardır, ‘ıhlamurların altında’ anlamına gelir. İki tarafında uzanan ıhlamur ağaçları, ilkbaharda olduğu kadar sonbaharda da muhteşem bir tablo misali önünüze serilir. Unter den Linden, ünlü Brandenburg kapısından müzelerin bulunduğu Spree nehrindeki Museumsinsel, yani ‘müze adası’na kadar uzanır. Tam ortalarında onu kesen Friedrichstrasse, şehrin alışveriş caddesidir. Birkaç sokak daha ilerleyince iki tarafında birer kubbeli kilise bulunan Gendarmenmarkt meydanına gelinir. Buradaki Lutter & Wegner, 1811 yılında kurulmuş bir yemek tapınağıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında harabelerin arasında bile yıkılmış restoranın önündeki kaldırıma beyaz örtülerle kaplı masalar koyup servise devam etmiş, Berlinlilere hayatın devam ettiği dersini vermeye çalışmış bir müessese.Merkel'in favori restoranı ‘Borchard’Lutter & Wegner’in asıl restoranının yanındaki duvarları tavana kadar şarap rafları ile kaplı bölüm, nefis bir şarküteri tabağı eşliğinde, bir Riesling içerek öğle yemeğini geçiştirmek için ideal. Gendarmenmarkt’ın öbür ucundaki Borchard ise tam bir brasserie. Her daim dolu, haftalar öncesi yaptıracağınız rezervasyon bile ana salonda oturmak için yeterli olmayabiliyor. Burası bir zamanlar Gerhard Schröder’in, favori restoranı olduğu gibi, şimdilerde de Angela Merkel’in sık sık yemek yediği bir yer. Gendarmenmarkt'taki Newton Bar kısa süreli kalışlarda kısa süreli müdavimlikler yaratacak hoş bir mekan. Newton Bar'ın hemen karşısındaki Münih'in efsane biracısı Augustinerbrau'un birahanesinde Alman biraları eşliğinde farklı yörelerin sosislerini tadabilirsiniz. Benim önerim Augustiner Edelfass eşliğinde Thüringerwurst. Şehrin en iyi İtalyanlarından biri sahibi bir Türk olan Adnan. Kendinizi İtalya'nın büyük şehirlerinden birisinin merkezinde hissettirecek gürültülü, harika bir atmosfer, çok iyi yemekler. Zaten bir İtalyan restoranından atmosfer ve yemek dışında ne beklersiniz ki?Körili sosis ve buğday birasıBira ve sosise dönecek olursak, Almanya'daki her şehir gibi Berlin'in de kendi birası ve kendi sosisi var. Currywurst sosis standlarına şehrin her köşesinde rastlayabilirsiniz. Ama iyi bir Berliner Weisse buğday birası eşliğinde lezzetli bir Currywurst, bir sosis ne kadar şık servis edilir diye görmek istiyorsanız, Brandenburg kapısının hemen yanındaki Tucher’e gitmeniz gerekir. Aralık aynın başlarında Almanya’nın her şehrinin ana meydanında olduğu gibi Berlin’de de operanın önündeki küçük meydandan Gendarmenmarkt'a uzanan sokaklarda başlarında Christkindlmarkt, yani noel pazarı kurulur. Rengarenk standlardan hediyelik eşyalar alabileceğiniz gibi sosis yiyebilir, kış soğuğundan ürperen vücudunuzu Glühwein, yani sıcak şarap içerek ısıtabilirsiniz. Almanya'da, Christkindlmarkt’da Glühwein içmek neredeyse 300 yıllık bir gelenektir. Yeme içme meraklısı okurlarımız için şehrin gece hayatının Türk mahallesi Kreuzberg'e kaydığını, Batı Berlin'deki şehrin en büyük mağazası KaDeWe'nin en üst iki katının istridyeden sosise, şampanyadan biraya her türlü ürünü tadabileceğiniz, satın alabileceğiniz bir cennet olduğunu da belirtelim.Şehrin ortasında müzeler adasıBerlin bir müzeler şehri, hatta adından da anlaşıldığı gibi sadece müzelerin bulunduğu bir adası bile var. Ama Museumsinsel’e gitmeden mutlaka görülmesi gereken bir müze Unter den Linden üzerindeki son bina Deutsches Historisches Museum. Burada Almanya’nın tarihi Romalılar zamanından bu yana çok akıcı bir şekilde sergileniyor. Museumsinsel’deki Pergamonmuseum’da 19. yüzyılda Bergama’dan sökülüp parça parça Berlin’e getirilen tapınağı bütün ihtişamıyla görmek mümkün. Bir yandaki salonda bulunan Milet’in pazar kapısı ise Bergama tapınağından bile daha yüksek, daha görkemli. Alman rehberler gezdirdikleri turistlere Osmanlı Sultanı’nın arkeolojiye olan ilgisizliğinden bütün bunları Alman Kayzeri’ne nasıl hediye ettiğini anlatıyorlar. Ne alakası var diyeceksiniz, ama aklıma Berlin Filarmoni'nin dünyanın belki de en önemli orkestrası olduğu, bizim de son padişahlarımızın çoğunun klasik müzik besteleri olduğu geliyor.

Devamını Oku

Biranın romantik mevsimi!

23 Ekim 2015

Ülkemizde bira yaz ayının içkisi olarak bilinse de bira kültürünün gelişmiş olduğu ülkelerde her mevsim içilen biralar farklı özellikleriyle birbirinden ayrılıyor.. İşte hafif bir yağmur eşliğinde dökülen yaprakları seyrederken yudumlanacak biralar...Birkaç yıldır oldukça sıcak geçen Ekim ayı bu yıl nedense erken gelmiş bir kış gibi geçiyor. Havalar soğuyunca giyimimiz olduğu kadar, yiyip içtiklerimiz de değişir. Yazın pek aramadığımız yemekleri arar, yazın canımızın pek çekmediği içkileri yudumlamaya başlarız. Roze şarapların yerini kırmızı şaraplar almaya başlar, yemek sonrası dijestif olarak konyaklar, malt viskiler tekrar aklımıza gelmeye başlar. Hatta havaların soğumaya başlamasıyla içtiğimiz biralar bile değişebilir.Fotoğraflar: Barış ACARLIŞimdi biranın da mevsimi mi olurmuş diyeceksiniz. Birkaç yıl öncesine kadar, bira dünyamızın iki buçuk biradan müteşekkil olduğu yıllarda öyleydi. Bir tek sarışın lager biraları biliyorduk ve yaz kış onları içiyorduk. Oysa bira kültürünün gelişmiş olduğu ülkelerde insanlar yaz biralarından, kış biralarından bahsediyorlardı. Bira ithalatının serbest bırakılması ve büyük üreticilerimizin de bira ithal etmeye başlamalarıyla son birkaç yılda biz de lagerin dışındaki bira çeşitleriyle tanıştık ve bazılarını hemen sevdik. Bunların başında da Bavyera'nın dünyaca ünlü Weissbier diye bilinen buğday biraları geliyor.ŞERBETÇİOTU BİRANIN ÖMRÜNÜ UZATTIİthal edilen biralardan en sevdiklerimizden biri haline gelen başka bir tür de India Pale Ale'ler. India Pale Ale ilk olarak 18'inci yüzyılın sonlarında Londra’nın doğusunda George Hodgson adında bir bira üreticisi tarafından yapıldı. Adındaki “India”, yani Hindistan kelimesi biranın Hindistan’da değil, bu yeni sömürgelerinde yaşayan İngilizler için üretildiğini gösteriyordu. İngilizler o yıllarda sömürge imparatorlukları sayesinde gittikleri, yerleştikleri bu yeni ülkelere yaşamlarının ayrılmaz parçası olan kriket gibi sporları ve bira, cin gibi içkilileri götürüyorlardı. Ancak 19'uncu yüzyılın Hindistan’ı sıcak iklimi yüzünden bira yapmaya uygun değildi, onun için bira İngiltere’den ithal ediliyordu ve çoğu yolda ekşiyip ve bozuluyordu. India Pale Ale’lerin özelliği bu uzun deniz yolcuğuna dayanabilmeleri için nispeten yüksek alkollü ve birayı koruyucu etkisine inanıldığı için bol şerbetçiotu kullanılarak yapılmalarıydı. Şerbetçiotunu biraya verdiği acımtrak lezzet ve tazelik sevilince IPA sadece Hindistan’da değil, “pale”, yani o yılların koyu renkli biralarının aksine “soluk” rengi ile İngiltere’de de çok sevildi ve pub’lardaki bira muslukları arasında yerini aldı.TÜRKLER YILDA KİŞİ BAŞINA SADECE 11 LİTRE BİRA İÇİYORAlmanya’nın Bavyera eyaleti 1200 bira üreticisiyle dünyanın en önemli bira merkezlerinin başında gelir. Ve biradan bu kadar anlayan Bavyera’da tüketilen biranın üçte biri buğday birasıdır. Tüketimin üçte biri deyince sakın küçümsemeyin, biz yılda kişi başına sadece 11 litre bira içerken, Bavyeralılar yılda ortalama 140 litre bira içiyorlar. Bundan 150 yıl kadar önce, Almanya’daki biraların bile hepsi koyu renkli olduğu zamanlarda, Bavyera’nın kraliyet ailesi halktan farklı olmak için kendilerine açık renkli buğday birası yaptırıp onu içerlermiş. Sonra lütfetmişler halkın da bu biralardan içmesine izin vermişler. İlk Weissbier ürtim iznini alan Schneider Weisse hâlâ üretiliyor ve en iyi buğday biralarının başında geliyor. Hele Aventinus adında 8 derecelik bir kızıla çalan bronz renkli bir buğday biraları var ki, bira Nirvana’sının tepelerinde bir yerde oturuyor. Ülkemizde Schneider Weisse ile dünyanın en eski bira üreticisi olduğu söylenen Weihenstephaner ve en tanınmış buğday biralarından Erdinger'i de içmek mümkün. Hatta Erdinger'i bir çok yerde fıçıdan da içebilirsiniz. Weissbier'ler rahat içimli, muz gibi tropikal meyvelerin kokularıyla bezenmiş lezzetli biralardır.Yaz aylarında iyi bir serinletici olabildikleri gibi bahar aylarında da çok aromatik yapılarıyla bira dünyamızı zenginleştirirler.DÖKÜLEN YAPRAKLARI SEYREDERKEN YUDUMLANACAK BİRALARIndia Pale Ale'ler de çok aromatik biralardır. Acımtrak lezzetlerinin dışında yapımlarında kullanılan şerbetçiotundan aldıkları mango ve benzeri tropikal meyve kokuları ile damakta olduğu kadar burunda da iddialı biralardır. Salatalar, Hint ve Uzakdoğu yemekleri başta olmak üzere yemeklerle iyi uyum gösteren IPA'lardan Brooklyn East India Pale Ale ile Brewdog Punk IPA ülkemizde bulunabiliyor. Hepsi hafif bir yağmur eşliğinde dökülen yaprakları seyrederken yudumlanacak biralar.Daha kış tam olarak gelmedi, onun için biraz daha kış birası diyebileceğimiz İngiliz Ale biralarını ve ülkenizde de Westmalle ve Chimay gibi harika örneklerini bulabildiğimiz Belçika'nın bira dünyasının en tepesinde oturan Trappist manastır biralarını bir kaç ay sonra yazarız. Ama siz bu bira zenginliğinde çekimser davranmayın ve lezzet dünyanızın sınırlarını zorlamaktan korkmayın, hoşunuza giden bir şeye rastlayabilirsiniz.

Devamını Oku

Butik biraların başkenti Oregon

10 Ekim 2015

Meriwether Lewis ile William Clark, Pasifik Okyanusu kıyılarına vardıklarında 1804 yılının Eylül ayıydı. İki kaşif Başkan Jefferson’un verdiği görevi başarmış, Amerika’yı doğudan batıya karadan kat etmeyi başaran ilk beyaz adamlar olmuşlardı. Vardıkları yer, daha sonradan Columbia nehri olarak bilinecek olan geniş bir nehrin denize döküldüğü Oregon kıyılarıydı. Kuzey Amerika tabii güzelliklerle dolu bir kıtadır. Oregon eyaletinin bulunduğu ABD’nin kuzeydoğusu ise en güzel bölgelerinin başında gelir. Columbia nehrinin suladığı bereketli topraklar, aralarından bembeyaz yanardağların adeta fışkırdığı yemyeşil ovalar Lewis ile Clark’ı olduğu kadar onlardan sonra bölgeye gelenleri de etkilemiş olmalı ki, Oregon’a göçmenlerin yerleşmesi çok sürmemiş. Zamanla eyaletin en büyük şehri Portland ortasından akan Williamette nehri, sayısız parkları ve gül bahçeleriyle ülkenin en güzel olduğu kadar en yaşanır şehirlerinden biri olmuş. Şerbetçiotu fark yaratıyorOregon ismi bütün dünyada şarapseverlerin olduğu kadar biraseverlerin de yüzlerinde bir tebessüme neden olur. Eyalet oldukça zor bir üzüm olan Pinot Noir’dan yapılan şaraplarıyla ünlüdür. Oregon’da ayrıca biranın olmazsa olmazı şerbetçiotunun Cascade gibi bölgeye mahsus cinslerinin yetiştirilir. Biraya olağandışı lezzetler katan bu şerbetçiotları sayesinde eyalette bira üretimi de çok gelişmiştir. Oregon’da içilen biraların yüzde kırk gibi çok yüksek bir oranı “craft beer” diye bilinen küçük üreticilerin butik biralarıdır.Portland'ın devrimci 'Serseri'si Dolayısıyla Portland her yaşanır şehirin olması gerektiği gibi yeme içme bakımından da oldukça zengin bir şehirdir. Şehir ve çevresindeki onlarca bira barında bar tezgahının üzerinde ve arkasında onlarca bira musluğunun bulunması olağandır. Bunlardan Bridgeport Brewpub, Rogue Ales Public House, Rock Bottom kendi biralarını yapan her daim dolu barlar. Buralarda denenmesi gereken “ale” biralardan Oregon şerbetçiotunun acımtrak yoğun lezzetinin hakkını veren Bridgeport India Pale Ale ülkenin en prestijli biralarının arasında yer bulmuş. Amerikan bira devriminin öncülerinden Rogue ise “serseri” anlamına gelen adından da anlaşılacağı gibi oldukça ekstrem biralar yapıyor; bazılarını sevip, bazılarından ise hiç hoşlanmayabilirsiniz.Yanardağlar bölgesiPortland’ın kurulu olduğu Williamette nehrinin vadisinin karşısında şehirden de bütün haşmetiyle görünen dünyanın en güzel dağlarından Mount Hood bulunuyor. Columbia nehrinin geniş kanyonundan bir saat kadar gidince bu harika yanardağın eteklerine varıyorsunuz. Çam ormanlarının yerlerini göz alabildiğine uzanan meyve bahçelerine bıraktıkları bu vadide nehrin karşı tarafındaki Mount Adams, onun arkasında seksenli yıllarda infilak edip tepesini uçuran Mount St Helens, hepsi birbirinden güzel yanardağlar bembeyaz zirveleriyle etrafınızı sarıyorlar. Columbia nehrinin kıyısındaki Hood River kasabasında dünyanın en güzel biralarından bazıları yapılıyor. Nehrin burası çok rüzgar aldığı için rüzgar surfçüleri çok rağbet ediyor; kasabanın birasının adının Full Sail olması da belli ki bundan. Sahipleri satmaya karar verince çalışanları tarafından satın alınıp varlığını sürdüren Full Sail’in çok sayıda ödüllü Amber Ale’i içebileceğiniz en iyi biralardan birisidir.Portland’dan San Francisco’ya uçarken uçağın sol tarafında cam kenarında (A koltuğunda) oturursanız yol boyunca Mount Hood, Mount Jefferson ve Mount Shasta gibi yanardağların eşsiz manzarası eşliğinde güzel bir yolculuk yaparsınız. Portland, San Francisco’dan uçakla sadece iki saat sürüyor ve kesinlikle görülmeye değer...

Devamını Oku

Sonbaharda gezilecek dört Avrupa şehri

25 Eylül 2015

Avrupa şehirleri bizimkiler gibi değil, adeta çoğu ormanın içinde, parklarla çevrili... Bu nedenle özellikle sonbaharda bir başka güzel oluyorlar... İşte sonbaharda görmeniz gereken pastoral şehirlerParisParis dünyada yağmurun en yakıştığı şehirlerin başında gelir. Yol kenarındaki bir kafenin kaldırıma atılmış masalarından birinde espresso ve kruvasandan ibaret kahvaltı yaparsınız. Sen Nehri’nin kıyısı uzun yürüyüş için idealdir. Hele sonbaharda nehrin iki kıyısına dizilmiş ağaçların renkleri sarıya döndüğü zaman... Tuileries Bahçeleri’nden Notre Dame’a kadar arada bir nehrin üstündeki köprülerin ortasına kadar çıkıp etrafınızı saran manzaranın keyfini çıkararak Bulvar St Germain’e kadar yürürsünüz. Lipp veya Balzar gibi bir brasserie’de garsonların ve müşterilerin bağırış çağırışları arasında bir öğlen yemeği. Sonra karşı kıyıdan bu sefer yol boyu Louvre’u karşınıza alıp dönüş. Güzel bir sonbahar gününde daha ne isteyebilirsiniz ki?BergenBergen dünyanın en güzel şehirlerinden birisi. Norveç’in batı sahillerini dantel gibi işleyen fiyortlardan birinin kenarına kurulu, yarımadalardan oluşan bir şehir. Tek kusuru çok, ama çok yağmur yağması. Şehri saran tepelerden birisine teleferikle çıktığınızda hayat boyu unutamayacağınız bir manzarayla karşılaşıyorsunuz. Bergen’in sabahın erken saatlerindeki balıkçı pazarı ve eski limanda, Bryggen’deki (UNESCO Dünya Mirası) rengarenk ahşap evleri görülmeye değer. Hele Eylül ortasından itibaren tepeleri kaplayan ormanların sararan, kızaran yapraklarının renkleri evlerle rekabet etmeye başlayınca. MünihMünih’e sonbaharda tabii ki gidilir, hiç değilse önümüzdeki hafta sonuna kadar süren dünyanın en önemli bira festivali Oktoberfest için. Ama sonbaharda Bavyera’ya gidecek olursanız seyahatiniz Münih ile sınırlı kalmasın. Bir araba kiralayıp güneye, Alp Dağları’nın eteklerine gidin. Orada, Münih’e 2 saat mesafede bir gölün kenarında sırtını dağlara yaslamış Füssen diye şirin kasaba, hemen yanında ise ormanların içinde Walt Disney’in Disneyland’daki masal şatosununu esinlendiği söylenen Neuschwanstein şatosu var. Ekim ayının ortalarında, ağaçlar yapraklarını dökmeden önce şato da, onu kucaklayan dağlar da inanılmaz güzel oluyorlar. BerlinAlmanya’nın başkentinin tam ortasında, Avrupa’nın en büyük şehir parklarından birisi, Tiergarten bulunuyor. Parkın bittiği yerdeki Brandenburg Kapısı da şehrin ortası ağaçlarla kaplı ana bulvarına açılıyor. Bu belki de dünyanın en güzel isimli bulvarı, Unter den Linden, yani “ıhlamurların altında”. Bu kadar yeşillikle bir şehrin sonbaharda güzel olmamasına imkan yok. Ama Berlin sadece Mitte denilen eski Doğu Berlin ile Kurfürstendamm ve çevresindeki eski Batı Berlin’den ibaret değil. Tren ile bir saatten az mesafedeki Potsdam ve oradaki Prusya krallarının sarayları ve sarayların görkemli bahçeleri sonbaharda sanki ilkbahardan bilr daha güzel oluyorlar.

Devamını Oku