ABD’nin en tanınmış bira markası Budweiser, yaklaşan başkanlık seçimi öncesi adını değiştirdi, artık raflarda “America” olarak satılacak.Kutu ve şişe Budweiser’lerde “America”, “Biraların Kralı” ibaresinin yerini de Birleşik Devletlerin Latince “e pluribus unum”, yani “bir çok (milletten) tek (millet)” sloganı alacak.Amerika Kasım ayında yapılacak olan seçimlere kilitlenmiş durumda. Seçmenlerin önüne iki sıradışı aday çıkacak gibi görünüyor. Bir yanda Hillary Clinton ilk kadın başkan olmak için yarışırken, Cumhuriyetçi Parti Clinton’un karşısına ülke tarihinin en eksantrik adaylarından birisini, Donald Trump’ı çıkaracak. Trump’ın seçim kampanyası çok renkli geçiyor. Trump, Meksikalıları sınıra çekilecek Çin Seddi’ni aratmayacak bir duvarla ülkelerinde tutmaktan Müslümanlar’ın Amerika’ya girişini neredeyse yasaklamaya kadar birçok dahiyane fikirler üretiyor. Bunlar bir yandan kendisiyle alay edilmesine neden olurken, öte yandan milliyetçi Amerikalıların küçümsenmeyecek bir oranından destek görmesini sağlıyor.Benim yazılarım politikayla ilgili değil, ya yeme-içmeyle, ya da seyahatle ilgilidir. Bu hafta konuya Amerikan seçimlerin girmemin nedeniyse Kasım ayındaki başkanlık seçimlerine şimdiden bira karışmış olması. Ülkenin belki de en tanınmış birası Budweiser, Kasım ayına kadar “America” markasıyla çıkacak. Bu Trump’ın “Amerika’yı tekrar büyük yapma” sloganı kadar iddialı bir değişiklik. Kutu ve şişe Budweiser’lerde Kasım ayına markanın yerini aynı yazı karakteriyle “America”, “Biraların Kralı” ibaresinin yerini de Birleşik Devletlerin Latince “e pluribus unum”, yani “bir çok (milletten) tek (millet)” sloganı alacak.Bir biranın “America” diye satılmasına ve bu biranın da Budweiser olmasına itirazların gelmesi tabii ki çok sürmedi. Her ne kadar Budweiser’in üreticisi Anheuser Busch bu değişikliğin nedeninin seçimlerden çok Rio de Janeiro Olimpiyatları ile ilk defa Amerika’da yapılacak olan Copa America (Güney Amerika ülkeler kupası) olduğunu açıkladıysa da pek ikna edici olamadı. Şirketin başkan yardımcısının “Önümüzde uzun yılların en milliyetçi, en Amerikan yazı var, bu dönemde sporcularımıza destek olmalıyız” açıklaması da Donald Trump’ın bazı açıklamaları gibi dudaklarda gülümsemelere neden oldu. Çünkü hedefin Kasım’a kadar seçim kampanyalarında Amerika’yı dinleyecek olan seçmenlerin America içmeleri olduğu bariz.Trump’ın elinde bir şişe America olabilirAnheuser Busch, 1865 yılında Eberhard Anheuser’in küçük bira fabrikasına kendisi gibi bir Alman göçmeni olan Adolphus Busch’un ortak olmasıyla ortaya çıktı. O yıllarda ülkeye yeni gelmeye başlayan Alman göçmenleri gittikleri şehirlerde bira üretiyor ve bunların satıldığı aynı Almanya’daki gibi devasa bira bahçeleri kuruyorlardı. Adolphus Busch bu rekabete St Louis’deki fabrikasıyla katılmış. Marka, 70’li yıllardan sonra Amerika’nın en çok satılan birası olmuş ve 2008 yılında tam 52 milyar dolar nakit paraya Belçika’nın dev bira şirketi InBev’e satılmıştır.Başka bir Alman göçmeni Donald Trump karşıtlığıyla tanınan Washington Post gazetesi “America” birasına karşı çıkanların da başında geldi. Gazete tabii ki “madem Amerika’ya bu kadar meraklıydınız bu kadar Amerikan bir markayı neden Belçikalılar’a sattınız” imasında bulunduktan sonra Amerika’da artık çoğu çok iyi biralar yapan 4 bin 100 tane bira üreticisi varken neden Budweiser “America” olsun diye sormadan edememiş. Şirketin kurucusu Adolphus Busch ne derdi bilemem, ama o da doğrusu pek Amerikan milliyetçisi değilmiş. Evde aile arasında Almanca konuşulmasına dikkat eden Busch, İkinci Dünya Savaşı’nda da Almanya’nın mı, yoksa Amerika’nın mı yanında olduğunu tam olarak belirtmemiş.İşte hiç değilse seçimlere kadar “America” adıyla ülkenin birası olmaya soyunan Budweiser’in hikayesi bu. Yakında Donald Trump’ı elinde bir şişe America ile görürsek şaşırmayalım.
Kokteyller her yazın gizli kahramanıdır. İşte gündüz plajlarda, gece kulüplerde herkesin elinde birer renkli, şatafatlı kadeh, yudum yudum yazını serinletecek öneriler...CİN & TONİKCin son birkaç yıldır bütün dünyada adeta yeniden keşfedildi. Bildiğimiz klasik markaların dışında birçok ülkede birçok küçük üretici birbirinden ilginç, lezzetli cinler üretmeye başladılar. Cin artık bar tezgahlarında küçümsenmeyecek bir yer almaya başladı. İskoçya cinde Hendricks ile başlattığı atağını Caorunn ve isli viskileriyle ünlü Islay adasından Botanist gibi markalarla sürdürürken, Londra’da Sipsmith diye bir cin ile ortalığı kasıp kavurdu. Almanya’nın Karaormanları bile Monkey diye bir cin ile cin haritasında yer aldı. Buna eskilerden Tanqueray, No 10 ve Hindistan’ın ünlü Rangpur lime’ı ile damıtılmış Tanqueray Rangpur ile cevap verdi. Bu cinlerden Monkey ve Rangpur dışındakiler ülkemizde bulunabiliyor.Artık cin sipariş edilirken ona uygun tonik de seçiliyor. İyi toniklerden Fever Tree ve Thomas Henry ithal ediliyorlar. Cin-tonik’de önerilen bir ölçek cin ve üç veya dört ölçek tonik, bol buz ve bir limon dilimidir. Ancak siz bu ölçüleri kendi damak zevkinize göre arttırıp azaltabilir, hatta tesine bile çevirebilirsiniz. Bunu yapabilmek için de cin-tonik sipariş ettiğinizde iyi bir barda olması gerektiği gibi toniğinizi ayrı getirmelerini, söylemeyi ihmal etmeyin.YILLANMIŞ ROMLARBu yaz için size yemek sonrası için yıllanmış romlardan bahsedeceğim. Malt viski seviyorsanız yıllanmış romlar içlerinde tek bir buz parçası ile biraz serinletilip yazın arada bir onların yerini alabilirler. Yıllanmış romları ülkemizde birkaç yıl öncesine kadar bulmak mümkün değildi, ancak şimdi Brugal Anejo, Angostura 1919, Havana Club Anejo, Havana Club Seleccion de Maestros ve Zacapa 23 yıl gibi rom ülkelerinin yıllanmış romları ithal ediliyorlar.CAİPİRİNHASon yılların en popular kokteyllerinden Caipirinha, Sao Poulo’da kahve plantasyonlarında yaratılıp oradan bütün Brezilya’ya, son 20 yılda da dünyaya yayılmıştır. Caipirinha “küçük köylü içkisi” anlamına gelir ve dünyanın dört bir köşesindeki plajlarda, barlarda popular olmadan önce gerçekten de Brezilya’da köylüler tarafından içilmiştir. Caipirinha rom gibi şeker kamışından damıtılan cachaça kullanılır. Birkaç lime parçası klasik viski kadehi boyunda bir kadehe atılır, bir çay kaşığı kadar toz şeker ile kadehin dibinde ezilir. 5 cl kadar cachaça eklendikten sonra kadeh kırılmış buz ile doldurulup karıştırılır. Plajda keyfi çıkarılmak için yaratılmış bir kokteydir.HEMINGWAY SPECIALErnst Hemingway’ın adıyla anılan bir kokteyl bence denemesi gereken bir kokteyldir. Üstad dünyanın çeşitli ülkelerinde o yıllarda gidilmesi, gereken otellerin, barların neredeyse hepsine gitmiş içki, özellikle kokteyl konusunda hakkıyla bir uzman olmuştur. İşte adıyla anılan bu kokteyl de Havana’da genellikle Daiquiri içmek gittiği El Floridita adlı ünlü barda barmende “bu sefer ki Daiquiri biraz farklı olsun” demesi üzerine yaratılmıştır. 5 cl beyaz rom, 1 buçuk cl Maraschino kiraz likörü, 4 cl greyfurt suyu ve 1 buçık cl taze limon suyu buz ile dolu shaker’de soğuyacak kadar çalkalandıktan sonra Martini kadehine doldurulup bir kokteyl kirazı ile süslenir. Kokteyl kirazını bütün meyveler gibi kokteylinizi içerken yiyebilirsiniz.NEGRONİNeredeyse 100 yıl kadar önce Floransa’da Negroni adında bir kontun eşit mikratlardaki Campari ile Rosso vermutu yeterince sert bulmayıp içine aynı oranda cin ilave ettirmesiyle ortaya çıkmış olan Negroni ilkbahar aylarından neredeyse sonbahar sonuna kadar içilebilecek en güzel kokteyllerinin başında gelir. Bu üçlüyü eşit miktarda karışltırdıktan sonra kadehinizi buz ile doldurup bir dilim portakal dilimi koyuyorsunuz. Negroni de aynı cin-tonik gibi son yıllarda tekrar kıymete bindi, hatta kokteyl dünyasında kendisine neredeyse 1990’lı yılların Cosmopolitan’ı gibi bir yer edindi.
Manchester United, Chelsea, Arsenal, Manchester City gibi dev bütçeli kulüplere kafa tutan Leicester City, 2014-15 sezonunda yükseldiği Premier Lig’de bu sezon tarih yazdı ve imkânsız görüneni başardı...Leicester City’nin şampiyonluğuna müşterek bahisçiler sezon başında 1’e 5000 veriyorlardı. Yani Leicester City şampiyon olacak diye 1 sterlin yatırsaydınız şampiyonluk halinde tam 50 bin sterlin alacaktınız. Bu oran müşterek bahisçilerin Elvis Presley’in ölmemiş olup tekrar ortaya çıkması veya İskoçya’daki Loch Ness canavarının kendini tekrar göstermesine bile verilen orandan daha düşüktü. Leicester City tarihinde hiç şampiyon olmamıştı ve bu yıl da olmasına imkansız gözü ile bakılıyordu. Leicester City 1894 yılından beri İngiltere Ligi’nde 1. Küme ile 2. Küme arasında tam 12 kere asansör misali inip çıkmış, hatta 2008/09 sezonunda 3. Küme’ye bile düşmüştü.Görüldüğü gibi sezon başında Leicester City’nin şampiyon olacağına inanmak için fazla bir neden yoktu. Lige tekrar dönüşlerinin ikinci yılıydı. Takımın yıldızı Jamie Vardy 16 yaşındayken Sheffield Wednesday takımından “çelimsiz” olduğu gerekçesiyle yollandıktan sonra futbol hayatını amatör liglerde geçirmiş bir futbolcuydu. Vardy bir iki sezondur geç gelen şöhretin keyfini yaşıyor. Yeni antrenörleri Claudio Ranieri ünlü takımları çalıştırmış ünlü bir antrenördü, ama Leicester City’e gelmeden çalıştırdığı Yunanistan Milli Takımı’ndan kendi sahalarında Faroe Adaları’na yenildikten sonra kötü bir şekilde kovulmuştu.1’e 5 bin sterlinlik bahse para koymaya cesaret eden Leicester City taraftarı sayısı ise sezon başında sadece 15 kişi idi. Bunların da çoğu sezon ortasında bahisçilerin önlerine koydukları 3-5 bin sterlini yeterli görüp bahislerinden vaz geçmişlerdi. Ama sonunda olmaz denilen oldu ve Leicester City Lig’in bitimine 3 hafta kala adını İngiltere Şampiyonları listesine eklemeyi başardı.Leicester City İngiltere’nin gördüğü ilk sürpriz şampiyon değil. Ipswich Town tarihinde 1. Lig’e çıktığı ilk sezon olan 1961/62’de hemen şampiyon olmayı başarmıştı.Ipswich Town’u 3. Lig’den alıp İngiltere Şampiyonluğu’na götüren isim Alf Ramsey idi. Ipswich Town başarısı bir sineğin ömrü gibi kısa oldu, takım şampiyon olduktan iki sezon sonra tekrar düştü. Alf Ramsey ise İngiltere milli takımının başına geçip 1966 yılında Dünya Şampiyonu oldu.Avrupa Kupası’nı kazanıp 3’ncü lige düşen tek takımBir de Nottingham Forest var ki, onların hikayesi daha da ilginç. Forest de 2 kez kupayı kazanmış olmasına rağmen Lig’de hiç şampiyon olamamıştı. 1975 yılında birkaç yıldır 2. Lig’de orta sıralarda gezinen Forest’in başına İngiltere’nin gördüğü en eksantrik antrenörlerden Brian McClough geçti. 1976/77 sezonunda 1. Lig’e çıkan Nottingham Forest ilk sezonunda İngiltere Şampiyonu olmakla kalmayıp ertesi sezon da Malmö’yü yenerek Avrupa Şampiyon Kulüpler Şampiyonu oldu. Bu herhangi bir kulübün benim tespit edebildiğim en hızlı yükselişi. Avrupa Şampiyonluğu’nu bir sonraki sezonda da Hamburg’u yenerek tekrarlamalarını de ekleyeyim.İngiltere Ligleri’nin tarihi ilginç takımlar ve ilginç olaylarla dolu. Çok ünlü kulüpler bile bazen şampiyonluklar için çok uzun süre bekleyebiliyorlar. 2005’teki şampiyonlukları için 1955 yılından beri tam 50 yıl bekleyen Chelsea veya 1960/61 sezonunda yaptıkları Lig ve Kupa dublesinden beri hala Lig Şampiyonluğu bekleyen Tottenham gibi. Bir de başarılı olup da şampiyon olamayan, hatta küme düşen takımlar var. Manchester City 1937/38 sezonunda 80 gol ile Lig’in en çok gol atan takımı olarak sondan ikinci oldu ve küme düştü.
Karşımızda Erciyes Dağı zirvesi heybetli bir şekilde yükseliyor. Yarattıkları toz bulutlarının ardından kaybolan yılkı atları müthiş bir manzara yaratıyor. Sanki kovboy filminden bir sahne gibi...İlk önce uzaktan çıkardıkları toz bulutu göründü. Sonra önümüzde uzanan yemyeşil ovada hızla bize yaklaşmaya başladılar, artık toz bulutunun içinden gelen nal sesleri, hatta atların homurtuları kulaklarımıza gelmeye başlamıştı. Üstünde durduğumuz hafif yükselti ile ovanın arasında akan nehrin üstündeki köprüye geldiklerinde yavaşladılar, toz bulutu dağıldı, yüzlerce at nefeslenmek için önümüzde durdu. Karşımızda zirvesi hala karla kaplı heybetli bir dağ yükseliyordu. Köprünün kenarında duran kırmızı klasik Land Rover olmasa sanki bir kovboy filminin bir sahnesini canlı seyrediyorduk.Yılkı atları kış aylarında başlarının çaresine baksınlar diye doğaya salınırlar.Tuale saçılmış renkler gibi...Ama bulunduğumuz yer Amerika’nın vahşi batısı değildi. Karşımızda yükselen dağ Erciyes, köprünün başında soluklanmaya devam eden atlar da Kayseri’nin efsanevi yılkı atlarıydı. Köprünün başında biraz durduktan sonra birkaç köpek havladı, ya da bize öyle geldi, atlar köprüyü yavaş adımlarla geçtiler ve önümüzde toplanmaya başladılar. Sanki son at da köprüyü geçtikten sonra hızlandılar ve önümüzden neredeyse dört nala, tekrar tozu dumana katarak geçtiler. Yarattıkları toz bulutunun arasında kah görünüyor, kah kayboluyorlardı. Al, doru, kır, yağız renkleri bir tuale saçılmış renkler gibi gözümüzü okşuyordu. Toz bulutu dağıldığında yılkı atları ortadan kaybolmuş, karşımızda bütün haşmetiyle yükselen Erciyes dağı tekrar kendini göstermişti. Unutulmayacak bir manzaraydı!Yılkı atları geleneksel olarak yaz ayları boyunca köylülerce, çiftçilerce çalıştırıldıktan sonra kış aylarında başlarının çaresine baksınlar diye doğaya salınırlar. Bu Orta Asya’dan beri sürdürülen bir gelenektir. Yaz gelince ihtiyacı olan köylüler tabiatta dolaşan atlardan bazılarını yakalayıp tekrar yaz boyunca kullanır. Ancak bulunduğumuz Kayseri’nin hemen yanıbaşındaki Hürmetçi köyünde onlara bir ağıl hazırlanmış. Yılkı atları kış aylarında da sanki at sırtında doğmuş rahatlığındaki genç “kovboylar” tarafından her gün düzlüklerde koşturulup sonra bir araya toplanıyor ve bakılıyorlar.Yaz gelince ihtiyacı olan köylüler, atlardan bazılarını yakalayıp tekrar kullanırlar.Kayseri’de yılkı atlarını bu kadar yakından görmek, fotoğraflarını çekmek aslında güzel bir sürpriz olmuştu. Kırmızı Land Rover’in sahibi Nuri Çorbacıoğlu bir fotoğrafçı öğretmen ve doğada fotoğraf çekme seyahatleri planlıyor. Biz onunla Kapadokya’da birkaç gün geçirmiş, gece objektifi açık bırakılan bir kamera ile gökkubede dönen yıldızları fotoğraflamayı denemiştik. Yılkı atlarını görmek fikri de dönüşte havalimanına giderken Nuri Çorbacıoğlu’ndan çıkmış, bu muhteşem manzara da Sultan Sazlığı’nın 21 bin hektara yayılan sadece iki metre derinlikteki sularında sallar ile sazlıkların arasında dolaşarak başladığımız Kapadokya seyahatimiz için unutulmaz bir final olmuştu.
88 yıldır sosyalizmin kalesi Küba'yı ziyaret eden görevdeki ilk ABD Başkanı olan Barack Obama adaya değişimi getirecek mi bilinmez, ama özellikle Havana’nın barları tıpkı geçmişteki gibi turistlerin gözdesi olacakABD Başkanı Barack Obama geçen hafta Havana’ya gittikten sonra Küba meraklılarında bir telaş başladı: Aman Amerika ambargoyu tam kaldırmadan gideceksek gidelim, sonra Küba çok bozulacak. Amerika’nın Küba ile ilgili planlarını bilmem ama otelleriyle, restoranlarıyla oraya gidip bu nevi şahsına münhasır ülkeyi bozacaklarını doğrusu pek sanmıyorum. Eski Havana koloniyal mimari mirasıyla muhtemelen iyi bir şekilde korunacak ve oraya giden turistler şehrin keyfini çıkarmakla kalmayıp, daha iyi otellerde kalabilecekler.Bir zamanlar romla yapılan en az 100 kokteyli ezbere yapamayanları “cantinero”, yani barmen saymazlardı.Tropikal koktellerHavana’nın Amerikalılar ile aşk ilişkisi aslında çok eskilere dayanır. 19. yüzyılda bile birçok Amerikan Başkanı sömürgeci İspanyollar çekildiği zaman Küba’nın bağımsız bir devlet olmaktansa Amerikan bayrağının yıldızlarının arasına katılması gerektiğini açıkça söylemiştir. Daha sonra 1920’li yıllarda Amerika’da içki yasağı varken Havana zengin Amerikalıların çok rağbet ettiği bir şehir oldu. Görkemli koloniyal binalarda lüks oteller, müzikholler, çok sayıda bar şehri tam bir müzik ve yeme içme cenneti haline getirmişlerdi. Amerikalılar Havana barlarında rom ile yapılan tropikal kokteyllerle tanışmışlardı. O yıllardaki Havana barlarında öyle bir kokteyl zenginliği vardı ki, romla yapılan en az 100 kokteyli ezbere yapamayanları “cantinero”, yani barmen saymazlardı. Ama bu Mojito, Daiquiri ve Pina Colada’ların uçuştuğu dünya 1959 yılında Fidel Castro ve arkadaşlarının diktatör Batistuda’yı devirmesi ile son buldu.Hemingway’in favorisiBugünkü Havana o zamanla karşılaştırılırsa oldukça sakin bir şehir olmalı. En iyi barların hâlâ La Floridita ve La Bodeguita olduğu söyleniyor. Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi bar müdavimlerinin başında gelen Ernest Hemingway bu iki barı da pek severmiş. Gerçi üstadın hayatını inceleyecek olursanız, neredeyse dünyada uğramadığı bar, içmediği içki kalmadığını düşünürsünüz. Singapur’daki kolonyal dönemden kalma Raffles Oteli’nin Long Bar’ı, Kenya’nın başkenti Nairobi’deki Norfolk Oteli’nin barı, Cape Town’daki Mount Nelson otelinin barı, Venedik’teki efsanevi Harry’s Bar, hepsi Ernest Hemingway’in susuzluğunu gidermek için tercih edip müdavimi olduğu mekanlar. Havana’dayken ise tek bir barı tercih etmeyip, içeceği içkiye göre, Mojito içeceği zaman La Bodeguita’nın, Daiquiri içeceği zaman ise El Floridita’nın kapısından içeriye girip kendisini rom dünyasının kollarına bırakmış. Havana’nın bu iki ünlü barı her Havana yolcusunun hala uğraması şart olan mekanlardır. Bunlardan daha mütevazı olan La Bodeguita’da Hemingway’in kendi el yazısı olduğu iddia edilen “La Bodeguita’da Mojito’m, El Floridita’da Daiquiri’m” yazısı hâlâ duvarda asılıdır.Zamana direniyorlarHavana’daki Mojito ve Daiquiri’lerin 20. yüzyılın ilk yarısındakiler kadar lezzetli olduklarını söylemek zor. Ne de olsa o yılların “cantinero”ları artık ya çok çok yaşlılar, ya da yoklar. Havana’nın Amerikan turistlere kapılarını tekrar açınca yeme içme konusunda çok zenginleşeceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Yeter ki La Bodeguita del Medio’nun 1942’den beri zamana karşı direnen o harika salaş haline, bir de Havana sokaklarındaki 1950’lerden kalma rengârenk Amerikan arabalarına dokunmasınlar...
Körfez ülkelerinin hava yolu şirketleri lüks seyahati zirveye taşıdı. Etihad’ın A380 uçaklarının rezidansı, konforu ile bir adım öne çıkıyor.Dubai Havalimanı 2014 yılında Londra’nın Heathrow Havalimanı’nı geçerek dünyanın en yoğun havalimanı olmayı başarmıştı. Şimdi Dubai’nin komşu emirliği Abu Dhabi’de de yeni bir havalimanı yapılıyor. Kapasitesini sorarsanız Etihad Hava Yolları’nın görevlisi sorunuzu gülümseyerek “Dubai Havalimanı’ndan daha büyük olacak” diye cevaplıyor.Dubai merkezli Emirates, Abu Dhabi merkezli Etihad ve Doha merkezli Qatar Airways arasında son yıllarda inanılmaz bir rekabet başladı. Kimin daha çok uçağı olacak, kim daha çok ülkeye uçacak ve en önemlisi kim yolcularına en iyi hizmeti verecek. Oysa üçü de çok genç şirketler. Dubai Emiri, 1985 yılında Emirates Hava Yolları’nı kurmaya karar verdiğinde işe PIA’dan iki uçak kiralayarak başlamıştı. Qatar Airways 1993 yılında, Etihad ise 2003 yılında BAE’nin devlet havayolu olarak kuruldu. Ama üç hava yolu da o kadar çabuk büyüdüler ki şimdi ABD’nin 10 küsur şehrine haftada 250’den fazla uçuş gerçekleştiriyorlar. Hatta Etihad ile Amerika’ya uçarsanız Amerikan pasaport kontrolünden bile Abu Dhabi Havalimanı’nda geçiyorsunuz. Sizi New York’a götürecek olan Airbus 380’e binmeden önce karşınıza sanki JFK Havalimanı’ndaymışsınız gibi Amerikalı pasaport polislerinin oturduğu ve pasaportlarınızı kontrol edip ABD’ye giriş damgasını vurdukları kabinler çıkıyor. New York’a indiğinizde de sanki iç hatlardan gelmiş gibi bavulunuzu alıp beş dakika içinde taksinize biniyorsunuz.İki kişilik yatak odası ile duş bölümü de varA380 devasa bir uçak, 500 yolcu alıyor. Rezidans adını verdikleri kabin var ki otel odası gibi. İki kişilik yatak odası, ayrı bir duş bölümü ve oturma odasından oluşuyor, ama rahat bir uçuş için ille de orada uçmanız gerekmiyor. First Class koltuklar da oda şeklinde. Etihad’ın yeni A380 uçaklarında First ile Business Class arasında iki sınıfın yolcuları için bir de bar bulunuyor. Servis neredeyse başınızı çevirdiğinizde yanıbaşınızda “bir şey mi arzu etmiştiniz” diye soran bir kabin görevlisinin belirmesi kadar iyi.Havadaki rekabet İngiliz futbolunda da yaşanıyorDubai ile Abu Dhabi arasındaki rekabet gökyüzünde de kıyasıya devam ediyor. Emirates ile Etihad’ın iki yıl önce sadece Boeing’e verdikleri yeni uçak siparişleri 100 milyar dolar değerinde! 10 yıl içinde de 500 kadar daha geniş gövdeli uçak almaları bekleniyor.Emirliklerin bir de futbol sahalarındaki rekabeti var. Katar yakında Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak. Emirates, Arsenal’in Londra’daki stadı “Emirates Stadium”un isim sponsoru. Bu yıl İngiltere Federasyon Kupası da “Emirates FA Cup” adıyla oynanıyor. Neyse ki Abu Dhabi Emiri’nin sahibi olduğu Manchester City kupadan elendi, yoksa göğüslerinde “Etihad” yazan gök mavisi formalarıyla Emirates FA Kupası’nı kazanıp havaya kaldırmaları biraz garip olurdu!
Bu sene kış pek soğuk geçmedi, yaz ise sıcak ve kurak geçecek deniliyor. Onun için ilkbaharın kıymetini bilip keyfini çıkarmaya çalışalım. İşte ilkbahar ayları için ikisi Avrupa’dan, birisi çok uzaklardan, birisi de bizim buralardan seyahat önerileri:TokyoNisan ayının ilk haftası Tokyo’da Sakura zamanı. Şehrin her tarafında, özellikle İmparatorluk Sarayı’nın, eski Edo Kalesi’nin bahçelerinde binlerce kiraz ağacı açıyor ve şehri tam bir rüya alemine çeviriyor. Tokyo yeme içme konusunda da iddialı. Kobe steak ile Japonların Sukiyaki ve Shabu gibi yemeklerini denemelisiniz. Yol kenarlarındaki Yakitori lokantalarında oturup ılık sake ve soğuk bira eşliğinde bu tavuk şişlerinden mutlaka tadın.AmsterdamSizi bilmem ama ben gittiğim şehirlerde saatlerce yürümeyi çok severim. Bir şehri görmenin, yaşamanın en iyi yolu sokaklarında yürümek, meydanlarında, café’lerinde oturup binaları ve insanları seyretmektir. Amsterdam da yürünmesi en keyifli şehirlerin başında gelir. Kanalların kenarlarında, sokaklarda onlarca köprüden bir o tarafa, bir bu tarafa geçip saatlerce dolaşabilirsiniz. Amsterdam’a Nisan ayında giderseniz lale zamanına rastlarsanız. Şehrin her bir köşesinde onlarca çiçekçi bulunur, ama asıl gidilmesi gereken yer trenle bir saat mesafedeki Leiden’dir. Burada kilometrelerce uzunluktaki tarlalarda rengarenk laleler tabiatın size sunacağı en güzel manzaralardan birini sunmaktadır.Roma“Aşkın şehri”ne aslında her mevsim gidilir, ama bana sorarsanız, yazı çok sıcak olduğu için Nisan-Mayıs aylarını tercih etmekte fayda olabilir. Roma’nın sokaklarında, Tiber nehrinin kıyısında yürümekten keyif almazsanız seyahat etmekten veya yürümekten, hatta belki de ikisinden de hoşlanmıyorsunuz demektir. Roma anıt eserlerle dolu çok güzel bir şehir olmanın yanı sıra tam anlamıyla bir yeme içme cenneti. Aşk çeşmesinin hemen yanındaki Al Moro’ya gidip tadı iki yıldır hala damağımda olan bir Spagetti Carbonara’yı veya İspanyol Merdivenleri’nin hemen karşısındaki Nino’da olağanüstü lezzetli bir Bistecca alla Fiorentina’yı yemeden dönmeyin.Adana9-10 Nisan’da Adana’da Portakal Çiçeği Karnavalı var. Adana Nisan ayı boyunca bütün şehirde açan portakal ağaçları sayesinde mis gibi kokar. Eski Adana adeta zamanın durduğu bir yerdir. Seyhan Nehri’nin iki yakası başka şehirleri kıskandıracak güzellikte paklar ve yürüyüş yollarıyla kaplıdır. Adana’ya gitmişken tabii ki mutlaka kebap yemeniz gerekir. Benim Adana’ya her gittiğimde hala mutlaka uğradığım Türkkuşu Caddesi’ndeki Koço’nun yeridir. 19’uncu yüzyıldan kalma güzel bir binanın karşısındaki kaldırımda bir masada oturur, öyle mezelerle fazla abartmadan domatesleri nefis bir acılı ezme eşliğinde olabilecek en güzel kebabın keyfini çıkarırım.
New York, yeme içme konusunda inanılmaz bir zenginliğe sahip. Bu da binlerce restorana olduğu gibi sokaklara da yansımış. İşte New York’un sokaklarındaki lezzetlerden bir demet.Hot DogNew York sokaklarının her tarafında seyyar arabalarda satılan olmazsa olmazı tabii ki Hot Dog. Bir sandviç ekmeğinin arasına sıkıştırılan bu dana sosislerinin üstüne isteğinize göre hardal, ketçap, ekşi lahana ve tatlı turşu “relish” koydurabilirsiniz. Gökdelenlerden öğlen yemeğine çıkan bankacıları ve şirket yöneticilerini caddenin bir kenarında Hot Dog yerken Manhattan’da görebilirsiniz. Hot Dog’un danadan mamül sosisi tahmin edebileceğiniz gibi Alman göçmenlerin Amerika’ya hediyesi. Frankfurter olarak da bilinen bu sosislerin ilk olarak 500 yıl önce aynı isimdeki şehirde ortaya çıktığı söyleniyor.PretzelPretzel New York’un simidi. O da Alman kökenli, Pennsylvania’daki Alman göçmenler tarafından Amerika’ya tanıtılmış. Zaten çok bilinmez, ama Amerika’daki en büyük etnik grup Almanlardır. İki dünya savaşında eski ülkeleriyle savaşmak zorunda kalınca biraz asimile olmuşlar. Pretzel üzerindeki kalın tuz taneleriyle sokakta yürürken yiyebileceğiniz en lezzetli yiyeceklerin başında gelir.Pilav üstü tavukEvet farkındayım, bu kulağa tam bir New York yemeği gibi gelmiyor, ama son yıllarda New York’u pilavcı arabaları kapladı. Safranlı pilav üstü tavuk, gyro (kötü bir döner) veya falafel, hangisini isterseniz Ortadoğulu göçmenlerin arabalarından acı bir biber sosu eşliğinde servis ediliyorlar Ürünlerin “helâl” olduğu özellikle vurgulanıyor, en ünlüsü de Avenue of the Americas (6th) üzerindeki.PizzaNew York’ta canınız pizza çekerse gitmeniz gereken yer Brooklyn. Buradaki Grimaldi her daim önünce metrelerce kuyruk olan Amerika’nın belki de en ünlü pizzacısı. Pizzası tam Napoli tarzı, ince hamurlu, kalın kenarlı, olağanüstü lezzetteki bir domates sosunun sulu kaldığı harika bir pizza. Grimaldi’nin eski sahibi iki bina yanında yeni bir pizzacı açmış, kendi adını kullanamayınca annesinin adını vermiş: Juliana’s. Onun da önünde devamlı kuyruk var. Hem Grimaldi de, hem Juliana’s da oturacak kısıtlı yer var, ama asıl yapmanız gereken pizzanızı alıp manzaraya karşı yemek.CronutCronut bir pastane ürünü, pek sokak yemeği sayılmaz. Mucidi Dominique Ansel’in Soho’daki pastanesinin önünde öyle bir kuyruk oluyor ki, yarım saat bekledikten sonra kavuştuğunuz ve Cronut’ınızı pastanenin yanındaki taş satranç masalarında yiyorsunuz. Cronut, kruvan ile donut karışımı bir tatlı. West Side Story dekorunun önünde yenilince tadına doyum olmuyor.