Küba denince ilk akla rom ve puro geliyor, tabii bir de Che Guevera... Fidel Castro’nun ölümüyle değişimin hızlandığı Küba’yı eski haliyle görmek için acele edin. Unutmayın 12 milyonluk Küba Havana’dan ibaret değil...Küba büyük bir ada. En batısındaki Pinar del Rio'dan en doğusundaki Santiago de Cuba'nın arası 1074 km. Nüfusu 12 milyon olan Küba tabii ki Havana'dan ibaret değil. Küba denilince akla ilk olarak rom ve puro gelir. Küba'nın çok kişiye göre dünyanın en iyisi olan purolarının yapıldığı tütünler ülkenin batısında cennet gibi bir vadide üretilirler. Pinar del Rio, Havana'ya iki buçuk saat mesafede, sakin bir bölünmüş yoldan rahat bir yolculukla ulaşılıyor. Kasaba adını bölgedeki çam ormanlarından almış, ama tütün ile yaşıyor. Bir zamanlar oldukça zengin bir kasabaymış. Caddelerinin iki tarafına dizili klasik Yunan sütunlarıyla süslenmiş binaları zamana karşı direniyor. Ama asıl tütün bölgesi Pinar del Rio'dan yemyeşil tepelerin arasından kıvrılarak giden yoldan yarım saatte ulaşılan Vinales. Gözünüzün önüne dağlarla sarılı her tarafından yeşillik fışkıran bir vadi getirin, ortasına gelişi güzel sarp tepeler yerleştirilmiş, uzaklarda küçük bir köy ve ağaçların arasına gizlenmiş. İşte Vinales'e gelmeden sizi karşılayan manzara bu. Tepeye bir de otel yerleştirmişler, Los Jazmines. Aklınızda olsun. Vinales'de tütün tarlalarının ortasındaki puro sarılmasını seyredebilir, tam kaynağında puro alabilir, sonra da köyün sokaklarında bir kafede oturup romunuzu yudumlarken "Küba çok güzelmiş" diyebilirsiniz. Bir de, rom ve puro derken unutuyordum, Vinales vadisinde çok sayıda mağara var ve bunlardan Gran Caverna de San Tomas 18 km uzunluğuyla Latin Amerika'nın en büyük mağarası!"Küba’yı Havana’dan ve purodan ibaret sananlar yanılıyorlar."Kışın ortasında deniz keyfiKüba, Karayiplerin en büyük adası ve özellikle kış ortasında giderseniz tabii ki denize girmelisiniz. Adanın en önemli turizm merkezlerinden Varadero Havana'ya iki saat mesafede denize doğru uzanan bir yarımada, her tarafta kumsallar, palmiyeler ve o dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğiniz güzellikteki turkuvaz rengiyle uçsuz bucaksız deniz. Otellerin neredeyse hepsi her şey dahil, ama herşey dahile limitsiz Mojito ve Daiquiri dahil olunca doğrusu pek itirazınız olmuyor. Bir İspanyol zinciri olan Melia, Varadero otellerinin iyilerinden, aynı kumsaldaki Amerikalı sanayi devi Dupont'un şimdi pahalı, ama vasat bir restoran olan malikhanesi de görkemli mimarisi için görülmeye değer.Che Guevara’nın zafer kazandığı yerKüba seyahatinin olmazsa olmazı Trinidad'a giderken yolda Santa Clara'ya uğrayabilirsiniz. Burası Che Guevera'nın Batista'nın kuvvetlerine karşı son zaferini kazandığı yer ve Che'nin mezarı da burada. Trinidad'a gelince, siz de yazarınız gibi kolonyal döneme ilgi duyuyorsanız, sizi yıllarca önceye, geçmiş bir döneme götürecektir. Trinidad, Diego Velazquez tarafından 1514 yılında kurulmuş, Latin Amerika'nın en eski şehirlerinden biri. İlk başta önemli bir ticaret merkeziyken zamanla önemini kaybetmiş, ama bu sayede de Trinidad'da zaman durmuş, şehir neredeyse yüzyıllardır değişmemiş. Her Latin Amerika şehrinde olduğu gibi bir kenarında kilise olan bir Plaza Mayor etrafındaki gösterişli binalarla şehrin yaşam merkezi. Oradan dağılan yüzyıllar evvelinin Arnavut kaldırımı sokaklar rengarenk pastel evleriyle ziyaretçilerin gözlerini okşamaya devam ediyorlar. Trinidad denizden biraz içeride, yamaçlarda kurulmuş, ama denize de 15 dakika mesafede. Kilometrelerce uzanan kumsallardaysa gene limitsiz Mojito ve Daiquiri içebileceğiniz oteller var.Güneyin incisi CienfuegosBir de Cienfuegos var ki Trinidad-Havana yolculuğunda mutlaka uğranmalı. Yeni bir şehir, 1819’da şeker kamışı plantasyonları olan Fransızlar tarafından kurulmuş ve devrin İspanyol valisinin ismini taşıyor. Cienfuegos kolonyal dönemde "güneyin incisi" diye tanınan zengin bir şehirmiş. Panjurlu localarıyla harika bir mimarisi olan Teatro Tomas Terry'de bir zamanlar Enrico Caruso bile sahne almış. Cienfuegos hem Benny More, hem de cha-cha-cha'nın doğum yeri. Şehir bir gün geçirmek için ideal. Tiyatronun bulunduğu şehrin ana meydanı Parque Marti'de zaman geçirdikten sonra Paseo del Prado'nun hoş binalarının arasında bir yürüyüş yapabilir ve deniz kenarında küçük bir marinası olan güzel bir Art Nouveau binadaki Club Nautico'da öğlen yemeğini yiyebilirsiniz. Dönemin zenginlerinden birisinin Granada ve Sevilla'nın saraylarından esinlenerek yaptırdığı Palacio de Valle de biraz kitsch olsa da görülmeye değer.Ülkenin en müzikal şehriKüba'nın en doğusundaki Santiago de Cuba'ya gelince, buranın ülkenin en müzikal şehri olduğu söylenir ki, bu da Küba gibi müzikle yaşayan bir ülke için önemli bir özelliktir. Küba'nın ikinci büyük şehri de zamana karşı direnen, insanlarının da buna uygun bir şekilde, ağır bir tempoda yaşadıkları bir yermiş. Santiago festivalleri, karnavalları ile ünlü, ama Havana'ya da 860 km mesafede, yani çok vaktiniz yoksa bir iç hat uçak yolculuğu gerektirecek mesafede. Değer mi derseniz bilemeyeceğim, Santiago'ya gitmedim; ama Vinales'den Cienfuegos ve Trinidad'a kadar, oraları görmeden Küba yolculuğunuzu Havana ile sınırlarsanız yazık edersiniz diyebilirim.
Küba’ya Fidel Castro ölmeden, yani Amerika, Havana’yı Miami’ye benzetmeden, bir de THY, İstanbul-Havana uçuşlarına başlamadan, yani bizimkiler Havana’yı kalabalıklaştırmadan önce gitmek gerekir denirdi. Bizim Küba seyahatimiz de sanki planlanmış gibi iki olayın arasına rastladı, Fidel öldükten bir hafta sonra, THY’nin Havana seferlerinden ise bir hafta önce! Ve bu sayede mi bilmiyorum, ama Havana’nın da, Küba’nın da keyfini fazlasıyla çıkardık.Konuya lafı uzatmadan gireyim: Havana harika bir şehir! Biraz eskimiş, oldukça köhne, ama sokaklarında dolaşmaktan, meydanlarında cafe’lerden birinde oturup bir kahve veya bir rom içmekten sonsuz bir haz alacağınız harika bir şehir. Bir zamanlar, 1959 yılında diktatör Batista, Fidel Castro ve arkadaşları tarafından devrilinceye kadar zengin Amerikalıların eğlenmeye geldikleri Havana barları, restoranları, kumarhaneleriyle çok görkemli bir şehirmiş. O yıllar Havana’da kokteyller su gibi akarmış. 100’den fazla kokteyli ezberden yapamayan barmenlere barmen, yani “cantinero” demezlermiş.Mojito’nun mabediO yılların en önemli otellerinden Nacional 1920’li yıllarda yapılmış, Winston Churchill’den Hollywood yıldızlarına Havana’ya gelen ünlüler hep orada kalmışlar. Nacional de aynı Havana gibi oldukça köhne, ama hala o ihtişamlı yıllarının gururunu taşımaya çalışıyor. Nacional otelden eski Havana’ya, La Habana Vieja’ya, deniz kenarından Malecon adı verilen bir kordondan gidiliyor. Bu kısa yolculuğu şehirde onlarca, belki de yüzlercesi bulunan 1950’li yılların pembe, kırmızı, yeşil, gök mavisi gibi renklerdeki klasik taksileriyle yapmak gerekir. Hele üstü açık bir araba bulursanız, ki çok var, keyfinize diyecek olmaz. Malecon çoğu metruk onlarca Art Nouveau binanın yanyana dizili olduğu hoş bir cadde. Fırtınalı bir günde okyanusun dalgalarının sahilde patlayıp yola ve binalara sağanak bir yağmur gibi düştüğü söylenir, bunu görmek çok güzel olmalı! Malecon kalelerle korunmuş Havana limanının girişinde sona eriyor. Eski Havana kolonyal dönemden kalma birkaç meydan ve onları birbirlerine bağlayan daracık sokaklardan oluşuyor. Plaza de Catedral kolonyal mimarinin en güzel örneklerinden bir katedralin hakim olduğu küçük bir meydan. Hemen yanıbaşındaki bir sokağın içinde dünyanın en efsane barlarından biri, La Bodeguita del Medio bulunuyor. 1940’lı yıllarda kurulan bu barın Mojito’nun doğum yeri olduğu söyleniyor. Onu bilemeyeceğim, ama 1950’li yıllarda Havana’ya damgasını vuran Ernest Hemingway’in kendi el yazısıyla yazdığı “La Bodeguita’da Mojito’m, El Floridita’da Daiquiri’m” yazısı hala duvarda duruyor. Ancak burada Mojito tam bir seri imalata girmiş, barmen aynı anda onlarca Mojito yaparak sabırsızlıkla bekleyen turistlerin önüne sürüyor. Yani Havana’da artık eski “cantinero”lar pek kalmamış.Ernest Hemingway ile El Floridita’da Daiquiri içip sohbet ettim.El Floridita ise La Bodeguita kadar klasik ve tipik değilse de canlı müziği ve devasa barıyla mutlaka gidilmesi gereken bir bar, hatta deniz mahsülleriyle ünlü bir restoran. Burada da Daiquiri seri imalatı var, ama itiraf etmeliyim ki bu miktar ve hız için bu nefis kokteyli oldukça iyi yapıyorlar. El Floridita’da Daiquiri’nizi barın bir köşesinde bulunan Hemingway heykeli ile birlikte içebilirsiniz.El Floridita’den şehrin belki de en güzel meydanı olan Plaza de San Francisco’ya yürümek için irili ufaklı dükkanların sıralandığı Obispo Caddesi ideal. Belki yüzyıl öncesinin ahşap raflarının, dolaplarının hala durduğu sanat eseri gibi eczaneler, Raquel gibi olağanüstü güzel bir Art Nouveau binaya yerleşmiş oteller ve sonunda karşınıza çıkan Plaza de Armas ve hemen yanıbaşındaki “meydanlar bir şehri ne kadar güzel yapabiliyor” dedirten Plaza de San Francisco. Buradaki Cafe del Oriente şehrin en iyi restoranlarından biri, öğlen saatlerinde ise meydanın bir kenarına atılmış masalarıyla geleni geçeni seyrederken birkaç yudum bir şey içmek için olabilecek en iyi seçenek. La Guarida ise Havana’nın mutlaka gidilmesi gereken restoranlarının başında geliyor...Küba’nın milli içkisi romRom Küba’nın milli içkisi ve aynı Buena Vista Social Club’dan aşina olduğumuz şarkılar gibi Havana’nın her köşesinde karşınıza çıkıyor. Havana Club’ın bir müzeye dönüştürülmüş eski fabrikasında romun damıtımı ile ilgili güzel bir tanıtım var. Havana Club 7 años, yani 7 yıllık ile Santiago 11 veya 12 yıllık romlar Küba seyahatinizi daha keyifli yapacak alternatifler. Küba denilince akla gelen diğer ünlü ürün puroya gelince, onun için Havana’ya iki saat mesafedeki Vinales’e gitmeniz gerekecek. Ama sadece Havana’da kalacaksanız hem Hotel Nacional’in, hem de kolonyal bir binadaki Hotel Conde de Villanueva’nın hoş avlusunun ikinci katındaki ahşap duvarları ile bir kulüp havasında olan küçük puro dükkanı puro alışverişiniz için yeterli olabilir. Partagas’ın şehrin içindeki eski puro fabrikası da puro meraklıları için şart gibi. Batista zamanının görkemli binalarının çoğu restore ediliyorlar, belli ki yakın bir zamanda dünyaca tanınmış oteller bu binalarda yerlerini alacaklar. Batista’nın sarayı ise, tabii ki Devrim Müzesi olmuş. Şehrin her yerinde tabii ki Fidel Castro, Che Guevara ve Camilo Cienfuegos gibi devrim kahramanlarının posterleri, grafittileri var. 120 yıl önce İspanyollara karşı verilen bağımsızlık savaşının kahramanı Jose Marti’nin adını taşıyan Havana havalimanına giderken şoförünüze Reina caddesinden gitmesini söyleyin. Orada köhne Havana’ya veda ederken bile rengarenk binalar sizi şaşırtmaya, bu şehre hayran olmanızı sağlamaya devam edecekler.
Bu hafta sizi nefessiz bırakacak bir şehirden bahsedeceğim; hem de kelimenin tam anlamıyla! Kolombiya’nın başkenti Bogota tam 2625 metre yükseklikte, yani bizim Uludağ‘ın zirvesinden bile daha yüksek. Şehir yemyeşil dağların arasındaki yemyeşil bir platoda kurulmuş. Kolonyal dönemden kalma eski şehir sırtını bu dağlardan birisine yaslamış. La Candeleria diye bilinen bu mahalle bütün Latin Amerika’nın en iyi korunmuş şehirlerinden birisi. La Candeleria bir zamanlar Bogota’nın merkezi iken şimdi 6 milyon nüfuslu bir metropolün turistik mahallesi haline gelmiş. Orchids veya Ambala gibi kolonyal dönemden kalma evlerin birleştirilmesi ile yaratılmış butik otellerinde kalma çok keyifli.Milli içki: AguardienteLa Candeleria’daki küçük Chorro de Quevado meydanı ve etrafındaki sokaklar barları ve restoranlarıyla ünlü. Kolombiya’da mutlaka içilmesi gereken içki, şekerkamışından biraz anason ilavesiyle damıtılan aguardiente. Bu Kolombiya’nın milli içkisi, küçük kadehlerde sek içiliyor. Yemeğe gelince chorizo, Meksika fasülyesi, pilav, kızarmış muz ve göz yumurtadan oluşan bandeja paesa milli yemekler ve denenmeliler. Ayrıca Kolombiyalılar steak yemeye bayılıyorlar. Onun da en iyi adresi Andres DC...Plaza Bolivar meydanı görülmeye değer...Bogota’da mutlaka görülmesi gereken iki yerden daha bahsedeyim. Plaza Bolivar, Latin Amerika’nın en güzel meydanlarından biri. Ortada El Libertador’un yani “kurtarıcı“ Simon Bolivar’ın bir heykeli. Botero müzesi de meydara yürüme mesafesinde. Ülkenin dünyaca ünlü ressam-heykeltraşı Fermando Botero eserlerini ve koleksiyonunda bulunan ünlü (Renoir gibi) empresyonist ressamların tablolarını Bogota’ya bağışlamış. Ama giriş ücreti olmayan bir müzede sergilenmeleri şartıyla!Kolonyal döneme zaman yolculuğu yapınTHY İstanbul’dan Bogota’ya non-stop uçuyor. Şehir kendisi görülmeye değer olduğu kadar, Latin Amerika’nın koloniyal dönemine bir zaman yolculuğu yapabileceğiniz aynı ülkenin sahil kenti ve kıtanın en eski şehirlerinden Cartagena de Indias ile komşu Ekvador’un yanardağların arasındaki bir vadide, yamaçlarda kurulu harika başkenti Quito’ya birer saat mesafede. Bogota, Havana transferi için de idealdi, ama THY bu hafta İstanbul’dan Havana’ya da uçmaya başlıyor. Ama biz daha atik davranıp, bu köşede haftaya Havana’ya gideceğiz.
Sabahın erken saatlerinde Erivan'dan çıktığımızda şehri kaplayan puslu hava daha dağılmamıştı. Geniş meydanlara açılan iki tarafına ağaçlar dizili caddeler, bulvarlar yavaş yavaş yerlerini daha dar yollara ve kenarlarındaki tamirhanelere ve aralarına serpiştirilmiş bir iki katlı eski evlere bıraktılar. Şehirden yarım saat kadar sonra sabah pusu iyice dağılmış, gökyüzünü kaplayan bulutlar yükselmeye ve aralarından o eşsiz maviliği göstermeye başlamışlardı.Khor Virap manastırına sapan yolun başına geldiğimizde kendisini nihayet gösterdi. Erivan'daki ilk gün nafile bir umutla ufka doğru bakmıştık, ama şehirden sadece havanın çok berrak olduğu günlerde kendini gösterirmiş, hatta halk bu ender günlerde birbirine haber verirmiş "gözüküyor" diye. Oysa şimdi manastıra giden dar yoldan bütün ihtişamıyla karşımızda duruyordu Ağrı Dağı; önündeki küçük tepenin üzerine kurulmuş Khor Virap manastırının üzerinde bir dev gibi yükseliyor ve dünyada görebileceğiniz en güzel manzaralardan birisini önümüze seriyordu. Dakikalarca önünde durduk ve hayranlık içinde seyrettik.Kayseri Erivan hattıSonra Erivan'a döndük. Sevgili dostum Mehmet Yaşin ile "Görevimiz Yemek" programı için yemek yiyecek ve çekim yapacaktık. Bazı restoranlardan çok etkilendik, bazılarından az, ama Erivan'da pastırma nerede yerseniz yiyin size unutulmaz bir lezzet sunuyor. Bizde pastırma denilince akla ilk önce Kayseri gelir. Dedesi Kayserili olan ve bildiği tek tük kelimelerle olsa bile bizimle Türkçe konuşmaya çalışan Arduş'un kendi adını taşıyan restoranı 18 yıldır klasik Ermeni yemekleri yapıyor. Üstüne cömert bir şekilde et suyu dökülmüş olan dana etli sini mantısı olağanüstüydü. Ondan önce yediğimiz haritsa, yani tavuklu keşkek de tadıyla damağımızda iz bıraktı. Ermenistan'da sofra misafiri etkilemek için olacak çok zengin hazırlanıyor. O öğünde yenilecek olan çerezlerden tatlılara, meyvelere ve aradaki meze ve ana yemeklere kadar her şey aynı anda sofraya konuyor. Arduş'tan aynı bizden önce orada yemek yemiş olan Mitterand, Putin ve hatta George Clooney gibi çok memnun ayrıldık.Erivan’da tanıdık lezzetlerDolma, daha doğrusu yaprak sarma sever misiniz bilmem, ama onun da en iyisini "annenin dolması" anlamına gelen Dolmama restoranda yedik, gene aynı George Clooney'nin de yaptığı gibi! Dolmama Erivan'ın en iyi restoranlarından ve satır kıymasından yaptıkları oldukça büyük dolmaları yediğim en lezzetli yaprak sarmaların başında geliyor. Dolmama'nın hemen karşısındaki Abovyan Caddesi'ndeki küçücük büfede satılan peroşki, yani küçük patatesli böreklerin eşliğinde yiyeceğiniz pastırma ise Erivan'da, hatta herhangi bir yerde yiyebileceğiniz en iyilerin başında geliyor. Onun karşısındaki Hofbrauhaus ise hem de fıçıdan Münih birası ile başka lezzetler için damağınızı temizlemek için ideal.Paça çorbası damak çatlatıyorErivan'ın pastırma, turşu, çok düşkün oldukları lavaş satan pazarcılarla dolu çarşısı görmeye değer. Burada en dikkat çeken ürünlerin başında gelen bembeyaz dana paçaları ise bir zamanlar fakir yemeği iken şimdi kahvaltı veya öğlen yemeği için en aranan lezzetlerin arasına girmiş. Paça Ermenistan'da çok popüler ve paça çorbası içmek için de en iyi yer Taverna Erivan. Paça alttan ısıtılmaya devam eden dev bir kâsede geliyor. Siz ağız tadınıza göre tuz ve sarımsak ilave ediyorsunuz ve içine kıtır lavaş doruyorsunuz. Lezzeti derseniz, dediğim gibi ona siz kendiniz karar vermelisiniz.Topik ve paçangayı bilmiyorlarBizim bildiğimiz topik, paçanga böreği gibi mezelere gelince Ermenistan'da bilinmiyor olmalarına çok şaşırdık. İstanbul'dan gidip Erivan'a yerleşen bir çiftin açtığı Cosi e La Vita, İstanbul Ermanileri’nin yemeklerini bulabileceğiniz güzel bir restoran, tanıdık lezzetler rastladık ve bu lezzetleri Ermenistan Ermenilerine tanıtmak için büyük bir uğraş verdiklerini şaşırarak dinledik.Hafta sonu kaçamağıErivan 1924 yılında Ermeni asıllı Sovyet mimar Tamanian tarafından planlanmış, geniş meydanlar, görkemli binalar, kenarlarına ağaçlar dizilmiş caddeler ile bezenmiş bir şehir. Hafta sonu kaçamağı için gidip bizim gibi pek memnun kalabilirsiniz. Atlas Global haftada dört gün İstanbul-Erivan seferleri yapıyor, vizenizi sınırda alabiliyorsunuz.
Antalya’da yarım asırdır varlığını sürdüren küçük lokantalar var ben de bu hafta size onlardan bahsedeceğim...Yıllar önce Antalya’ya ilk defa gittiğimde 100 bin nüfuslu bu şehir küçük bir limandan arkasındaki tepeye doğru tırmanan ahşap evlerden ibaretti. Evlerin arasından gökyüzüne doğru yükselen yivli minare bütün şehre hakimdi. Geçen hafta gene Antalya’daydım. Şehir inanılmayacak bir boyuta ulaşmıştı, nüfus artık milyonlarla ifade edilmeye başlanmıştı. Yüksek beton bloklar bir zamanların o şirin eski şehri altındaki limanı sanki eziyorlardı. Biz gene de eski şehrin sokakları atasında dolaşmaya başladık ve neredeyse her köşede karşımıza çok hoş sürprizler çıktı."Paçacı Şaban’da paça, her gece tam 12 saat kömür ateşinin üstünde pişiyor."Paça sevmezdim ama dayanamadımİsterseniz küçük gezintimize sabahın erken saatlerinde içeceğimiz bir paça çorbası ile başlayalım. İtiraf etmeliyim ki ben küçüklüğümden beri paçadan pek hoşlanmam. Ama 1950 yılında kurulmuş olan Paçacı Şaban’ın küçük dükkanında paça her gece tam 12 saat kömür ateşinin üstünde pişiyor. Paçayı büyükbaş hayvanlardan yapıyor ve mutlaka erkek olmalılar diyor. Tereyağ kullanmadığını, köy yumurtasında ısrarcı olduğu özellikle vurguluyor. Paça sevmeyen yazarınız bile bu kadar emek karşısında saygısından onun kadar iştahla olmasa bile seyahat arkadaşı Mehmet Yaşin’e sabah çorbasında katılıyor.Sonra Börekçi Tevfik var. O da 46 yıldır börek yapıyor, hem de ne börek. Bol maydanozlu kıymalı ile üstüne pudra şekeri serpiştirilmiş peynirli arasında kısa bir kararsızlık ikisinden de bol miktarda yemekle sona eriyor. Tevfik Ekizoğlu serpme böreği şeffafa yakın incelikte açtıktan sonra dükkanla yaşıt fırınında mükemmeliyete ulaştırıyor, benden söylemesi... Börekle doyduktan sonra nispeten hafif bir öğlen yemeği için Piyazcı Sami ideal. Bu 50 yıllık piyazcıda sadece ve sadece tahinli piyaz yapılıyor. Tek ana yemek, ılıkla sıcak arası, tahin korktuğum gibi piyaza hakim olmamış, sadece lezzet katıcı rolü ile yetinmiş. Antalyalılar tahinli piyazı pek seviyor olmalılar ki, dükkanın önüne atılmış masalar her daim dolu.Antalya’ya yolunuz düşerse Tarihi Zincirlihan’a uğramayı ihmal etmeyin...1924’ten beri döner satan dükkan!Ama daha ciddi bir öğlen yemeği istiyorsanız o zaman Dönerci Hakkı Baba’nın 1924 yılından beri Üçkapılar Çarşı içi’nde döner satan dükkanına uğramanız gerekir. Tipik bir aile işletmesi, üçüncü nesil işin başında. Dönerin eti özel bir sosta marine ediliyor, hal öyle olunca pidenin üstündeki döner ilave bir sos istemiyor, masadaki tabağınıza bir tavadan dökülen tereyağ ilk önce burnunuzu, biraz sonra da damağınızı mest ediyor. Bu arada Hakkı Baba’da en az döner kadar lezzetli ızgara köftesi de mutlaka denenmeli...Biraz ötede, Tarihi Zincirlihan’da ki Hasan Antalya’da da 1946 yılından beri kuyu tandır, kelle ve Antalya’nın şiş köftesi yapılıyor. Burada, hanın avlusunda, sonbahar güneşinin tatlı sıcaklığı eşliğinde kadehinizde bir duble takı, tabağınızda küçük çatal darbeleriyle dağılan çok lezzetli bir tandır ile saatler geçirebilirsiniz. Kelle nasıl derseniz, o sizin keyfinize, damağınıza kalmış, ama yanak eti artık dünyadaki bir çok lüks restoranın menülerinde bile yer almaya başladı.Damakta lezzet patlaması yaratan dondurmaAntalya sıcak bir şehir, insan canının dondurma çekmesine mani olamıyor. Biz gene yarım asırlık bir dükkana, Dondurmacı Yaşar’a gittik. Manda sütlü dondurmaya damla sakızı kadar yakışan bir şey yoktur. Orada da öyle diyorlar, süt kendi çiftliklerindeki büyükbaş hayvanların sütüymüş, ısırılacak kıvamdaki damla sakızlı sütlü dondurma yüzüme kocaman bir gülümseme oturttu. Bir de sona kaldı diye denememezlik yapmayın, yolunuz düşerse Antalya’nın efsane restoranı 7 Mehmet’te kabak tatlısı yiyin. Üstü fırın sütlaç kıvamında yanımış, nefis bir kaymak hafif yanık tatlının üstüne serilmiş. Kaymağın üstüne ise ince kıyılmış kurutulmuş acı kırmızı biberler serpiştirlmiş. Tatlı ile acı öyle güzel dengelenmiş ki, damağınızda küçük lezzet patlamaları yaratıyorlar. Bilmem bir şey eklememe gerek kaldı mı?
Lozan denince Cumhuriyetimizin sınırlarının belirlendiği antlaşma geliyor hemen aklımıza ama Lozan hem tablo gibi doğası hem de müzik festivalleri ile muhteşem bir şehir.Lozan, Cenevre Gölü‘nün kıyılarından sırtını dayadığı tepelere doğru yükselen bir şehirdir. Önünde uzanan göl mevsime veya havaya göre kâh masmavi, kâh türkuvaz veya gri, farklı bir renk alır, üstünde yelkenliler ve eski tip gezi tekneleri eksik olmaz. Cenevre Gölügeniş değildir, karşı kıyıda yükselen Alp dağlarının manzarası bu muhteşem tabloyu adeta tamamlar. Victor Hugo da bu manzaradan etkilenmiş olmalıydı ki Lozan’ı anlatırken “çatıların üstünden gölü, gölün üstünden dağları, dağların üstünden bulutları, bulutların üstünden de yıldızları gördüm” diye yazmış.Saray otellerin ihtişamıLozan küçük, ama oldukça hareketli bir şehir. Gölün kenarında yüz yıl öncesinin saray otelleri zamana karşı direnip hâlâ misafirlerine geçmiş bir dönemin ihtişamını yaşatmaya çalışıyor. Bir gotik kilisenin taçlandırdığı tepeye tırmanan dar sokaklar keyifli bir yürüyüş için en az göl kenarı kadar ideal. Lozan Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin merkezi ve buraya kadar gelmişken Olimpiyat Müzesi gezilecek yerler listesinde mutlaka yer almalı. Gölde eski tip gemilerle bir geziye çıkmak ise bu muhteşem tabiatı içinize sindirmek, dünyanın ne kadar güzel bir yer olduğunu hissedip şükretmek için harika bir fırsat. İsviçre’nin en mavi gölünün kıyılarına serpiştirilmiş küçük kasabaların neredeyse hepsinin isimleri bir yerden tanıdık geliyor. Cenevre ile Lozan arasındaki Nyon, UEFA’nın merkezi, Lozan’ın doğusundaki Montreaux (Montrö) ise bizim tarihimizdeki anlaşmalardan birinin imzalandığı yer olduğu kadar dünyanın en ünlü sanatçılarının sahne aldığı Jazz Festivali ile de ünlü.Cennet gibi manzaraAma bizde Lozan denilince ilk aklımıza gelen ve Cumhuriyetimizin sınırlarının belirlendiği antlaşma. Kurtuluş Savaşı‘nın kazanılmasından çok Osmanlı İmparatorluğu’nun mağlubiyetinin ön plana çıkarılmaya çalışıldığı müzakelerden bunalan savaş yorgunu İsmet Paşa ve arkadaşlarının kaldıkları Lozan Palas’dan kendilerini önlerinde uzanan cennet gibi manzaraya attıklarında ne düşündüklerini bilmek, hatta tahmin etmek zor.Lausanne Palace hâla şehrin en önemli, en görkemli otellerinden birisi. Michelin yıldızlı restoranı La Table d’Edgar da şehrin en iyi rstoranlarından biri. Ama İsviçre’ye gelmişken mutlaka yenmesi gereken yemek tabii ki peynir fondue, onun için de en iyi adres Café Romand. Şehrin belki de lüks oteli olan Ouchy’deki Beau-Rivage Palace Lozan antlaşmasının imzalandığı otel. Otel uluslarası müzakere ve antlaşmalara ev sahipliği yapmakla ünlü; 2015 yılındaki İran ile nükleer müzakerelere de Beau-Rivage ev sahipliği yapmıştı. Hal böyle olunca otelin geçmişteki misafirleri arasında Churchill, Gorbaçov ve Nelson Mandela gibi önemli tarihi şahsiyetlere çok rastlanıyor. İsmet İnönü de Lausanne Palace’da kalmış olmasına rağmen bu tarihe yön veren şehrin kendi tarihindeki en önemli misafirlerinin arasında yer alıyor.Lozan, Cenevre’ye bir saat mesafede, dolayısıyla iki şehri aynı seyahatte gezmek mümkün. Göl kıyısını takip eden tren hattı Lozan’dan sonra Montreaux’ya doğru yamaçları bağlarla kaplı tepelere paralel devam ediyor. Sonra göl bitiyor, dağlar iki tarafınızı birden sarmaya başlıyor. Alpler buralarda en muhteşem tepelerini sunuyorlar, Matterhorn, Eiger, Jungfrau, ama onlar bambaşka bir dünya ve bambaşka bir yazı konusu...
Viski dünyasında son yıllarda Japonların öncilik ettigi Asya veya Uzakdoğu viskileri modası başladı. Tayvan'da damıtılan Kavalan'ı, malt viski denilince en son akla gelecek ülkelerden Hindistan’da Amrut adlı malt viskiyi içenler hayran kalıyor. Bu haftaki konumuz ise Japon malt viskileri ve Tokyo'nun dünyaca ünlü malt viski barları...Viski tarihini başlatan aşk...Japon viskisinin tarihi bir aşk hikâyesi ile başlıyor... Küçük bir sake ürticisinin oğlu Masatuka Taketsuru, 1’inci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda okumaya gittiği İskoçya'da viskiyle tanıştı. Taketsuru, Japonya'ya dönerken yanında hem viskiyi, hem de aşık olarak evlendiği Rita'yı götürdü. Viski, ülkenin en önemli içki üreticilerinden Suntory'nin dikkatini çekti ve Yamazaki köyünde bir damıtımevi kuruldu. Başına da Masatuka getirildi. Bir süre sonra Suntory'den ayrılan Masatuka karısıyla Hokkaido Adası'na gidip bir damıtımevi daha kurdu. İşte son yıllarda ödüle doymayan, hatta arada bir Whisky Magazine gibi önemli dergiler tarafından "Dünyanın en iyi viskisi" seçilen Yamazaki ve Yoichi gibi malt viskiler bu damıtımevlerinin viskileri, bir bakıma hâlâ Taketsuru'nun çocukları!100 bin dolara kadar alıcı buluyorBenim en sevdiğim Japon malt viskisi Yoichi. İsli, karmaşık, damakta yağlı çok lezzetli bir viski. Fıçı sertliğindeki Nikka’lar da her viskiseverin tatması gereken viskiler. Daha meyvemsi, rahat içimli viskileri seviyorsanız "Miyagikyo" sizin için olabilir. Yamazaki'nin Japon meşesinden yapılan fıçılarda dinlendirilen Mizunara'sı da zengin meyve kokularıyla bezenmiş güzel bir malt. Sherry fıçılarında yıllanmış "Yamazaki Sherry Cask" da dünyanın en iyi malt viskisi ünvanını almış Japon viskilerinden birisi. Ichiro Akuto'nun "Hanyu kart serisi" her biri bir oyun kartı resmi taşıyan 54 malt viskiden oluşuyor. Bu şişelerden bazıları müzayedelerde 100 bin dolara alıcı bulabiliyor. Müzayede rekoru ise 118 bin 540 dolar ile bir şişe 1960 Karuizawa.Tokyo'da bu barları es geçmeyin!Japonya viskileri kadar viski barlarıyla da dikkat çekiyor, özellikle başkent Tokyo. En ünlüleri de muhtemelen “Campbeltoun Loch”. Burası, bir bar tezgâhının önüne dizili 10 tane taburenin şıkıştırıldığı bir koridordan ibaret. Mekan, 1000 şişe single malt viskinin bar dolabına ve barın üstüne sıralandığı bir efsane. Barın sahibi Nakamura sizi Japon viskileri dünyasında eşsiz bir geziye çıkarıyor.İş merkezlerinin bulunduğu Shinjuku semtindeki “Zoetrope”, dünyanın en geniş Japon malt viski koleksiyonuna sahip olmakla övünüyor.Lüks dükkanların adresi Roppongi'de de "Cask" 2 bin 500 viski ile Tokyo'nun sizi barlarından. Çok şık bir servis için Imperial Otel'in barını seçin. İçtiğiniz viskinin şişesi istediğiniz miktarda su eklemeniz için minik bir sürahi ile önünüze bırakılıyor. Kadehinizdeki viskinin yükselen kokusu ile kadehinizin durduğu kusursuz cilâlanmış barın ahşabının verdiği haz Japonların bazı şeyleri istedikleri zaman çok iyi yapabildiklerini kulağınıza fısıldıyor.
Türkiye’de şarapçılık tüm zorluklara rağmen gelişti ve Tekirdağ‘da yapılan 2. Trakya Şarap Yarışması gibi uluslararası uzmanların dikketlerini çeker oldu.Ülkemizdeki şarap üretimi Tekel’in tekelindeyken ve bizlerin de daha ithal şaraplar ile tanışmadığımız yıllarda kendi kendimize şarap yarışmaları düzenler ve hep kendimizi birinci, ikinci, hatta üçüncü seçerdik. Sonra şarap ithalatının önü açıldı, şarap dünyasının bildiğimiz üç beş üzümden ibaret olmadığını gördük. Gerçi o yıllarda daha şarapların içindeki üzümleri de pek bilmezdik, çünkü etiketlerdeki bilgi bize o üzümleri “kırmızı şaraplık üzümlerden mamüldür” diye tanıtırlardı. Sonra 1980’lerde Kalecik Karası diye bir üzümden yapılan şaraplarla, 1990’lı yıllarda ise yabancı üzümlerle tanıştık ve bu üzüm işini pek sevdik. Kısa zamanda hepimiz uzman olduk ve şaraplarımızı üzümlerin ismini vurgulayarak sipariş etmekten pek hoşlanır olduk. Neyse ki aradan geçen bu yıllarda şarap dünyamız da bütün zorluklara ve engellere rağmen büyük bir özveri ile bu işe gönül verip bıkmadan usanmadan yeni bağlar diken şarapçılarımız sayesinde çok zenginleşti. Artık uluslararası yarışmalarda da derece alan, madalya alan şaraplarınızın sayısı göğsümüzü kabartacak miktarlara vardı. Hal böyle olunca bizim buralarda yapılan şarap yarışmaları da uluslararası uzmanların dikketlerini çeker oldu; aynı bu ay Tekirdağ‘da yapılan 2. Trakya Şarap Yarışması gibi...Dünyaca tanınmış uzmanlar Türk şaraplarını değerlendirdiYarışmada dünyaca tanınmış Master of Wine’lar Christy Canterbury ve Peter McCombie ile 2007 yılının Dünya Sommelier Şampiyonu Andreas Larsson Trakya’nın 16 üreticisinin 62 şarabını tattılar ve bunlardan beş tanesine şarap dünyasında “en iyiler” arasında anlamına gelen 90 ve üzeri puan verdiler. Bu şaraplarımız 92 puan ile Umurbey Reserve Cabernat Sauvignon-Merlot 2012 ve Sarafin Shiraz 2014, 91 puan ile Barbare Ambiance 2012 ve Chateau Nuzun Cabernet Sauvignon 2012, 90 puan ile de Chateau Nuzun Syrah 2012.Yarışma 5 kategoride yapıldı ve “En İyi Roze” Suvla Karasakız Blush 2015, “En İyi Varyetal Karakter Gösteren Kırmızı“ Sarafin Shiraz 2014, “En İyi Kupaj Kırmızı“ Umurbey Reserve Cabernet Sauvignon-Merlot 2012, “En İyi Tatlı Şarap” Gali Eternity 2013 olarak brinciliğe lâyık görüldüler. “En İyi Beyaz” seçilen Kayra Versus Chardonnay-Viognier 2013 ise beş kategorinin birincileri arasında yapılan ayrı bir tadımda “Trakya’nın İyi Şarabı“ olarak “Best of the Best” ünvanını da almayı başardı. Yarışmayı düzenleyen Vinipedia’nın dirktörü Burçak Desombre, “Hedefimiz aldığımız sonuçlarla dünyayla boy ölçüşecek şaraplarımızın olduğunu göstermek” diyor. Bunu yapmanın yolunun ise kendi kendimize yarışmalar yapmaktan çok uluslararası uzmanların, Trakya Şarap Yarışması‘ndaki gibi dünyadaki sadece 318 Master of Wine’dan bazılarının not verdiği, dünya basınında da ses getiren yarışmalar düzenlemek olduğu açık."Trakya Bağ Rotası Kırklareli’nden Eceabat’a uzanan bir güzergâh."Bağ rotasıTrakya’nın bu iddialı şaraplarının bize ne kadar yakın olduğunu yazmama bilmem gerek var mı? Hayır, markette raflarda bulacağınız şaraplardan değil, bağlardan bahsediyorum. Trakya Bağ Rotası Kırklareli’nden Eceabat’a kadar Trakya’nın yemyeşil tepeleri arasına serpiştirilmiş bağları, bağ evlerini gezebileceğiniz güzel bir güzergâh. Hakkında çok yazıldı çizildi, onun için ben bu haftalık bu harika coğrafyanın megakentimize ne kadar yakın olduğunu hatırlatmakla yetineceğim. San Francisco yakınlarındaki Napa vadisi, Cape Town yakınlarındaki Stellenbosch ile Fransschhoek, Adelaide yakınlarındaki Barossa vadisi her yıl milyonlarca “şarap turisti”çeken şarap bölgeleri. Bize turist gelmesine daha çok var, ama bir yandan bir mi buraları gezmeye başlasak dersiniz?