Her işte bir hayır vardır derler.Gerçekten de her işte bir hayır var galiba.Gezi direnişi benim en merak ettiğim, tartışılmasını en istediğim konulardan birisinin de kapısını aralıyor…Müslümanlığıyla övünen bir başbakan tarafından “iyi” Müslüman olmaya zorlandıkça, başbakan “içki yok, öpüşme yok, Allah’ın emrettiği gibi yaşayacağız” dedikçe, bu ‘dayatma’ taşınması zor bir hale geldi hepimiz için sanırım.Bir Müslümanın diğer Müslümanlar üzerinde otorite kurmak istemesi ve din adına dünyevi bir güç edinebilmek için Müslümanlığı şiddetli ve ceberrut bir uygulamaya dönüştürme çabası hepimizi bunalttı…“Gezi direnişi ağaçlar için başladı” diyorlar ya, evet ağaçlar için başladı ama aslında içimizde biriken ‘bize karışma’ duygusundan dolayı büyüdü.Dinin bu kadar konuşulduğu bir toplumda ahlakın sadece cinsellikle özdeşleşmesi, yatak odası dışında ahlaksızlığın böylesine yaygın kabul görmesi, yalanın ve zorbalığın dindar olduğunu söyleyenleri rahatsız etmemesi, bana her zaman dinin gerçeğinin zedelendiğini düşündürürdü zaten.Ve işte sonunda o beklediğim tartışma konusunun da eşiğine geldik.Din nedir?“İyi” bir Müslüman nasıl olur?Siyaset “iyi” Müslümanlıkla yan yana gelir mi?Kimin daha iyi Müslüman olduğuna bu dünyada karar verebilecek bir merci var mıdır?Herkesten daha iyi Müslüman olduğunu düşünerek kibirlenmek Müslümanlığa uygun mudur?***Çoğumuz dinin saf kaynaklarını keşfetmek istiyoruz artık…Dinin içine karışmış yalanlardan, çıkar hesaplarından arınacağı bir gerçeklik istiyoruz.Farkındasınız değil mi?Atatürk’ü nasıl Atatürkçüler elimizden aldılarsa, dinimizi de dinciler elimizden alıyor.Ne Atatürkü zaaflarıyla kabul etmemize izin veriyorlar, ne dinimizi istediğimiz gibi yaşamamıza.Atatürk’ü onların dediği kadar büyük bulmak, Müslümanlığı onların dediği gibi uygulamak zorundayız.Ama akıllarına şu gelmiyor, ya gerçekten sözlerini dinlersek?Ya Müslümanlığı gerçekten onlara bakarak uygularsak?Ya kendi mezhebimizi, tarikatımızı, cemaatimizi diğerlerinden üstün görürsek; ya kibirlenirsek; ya kendimiz gibi olmayanları ezmeye kalkarsak; ya şikeyi ve ihale yolsuzluğunu ahlaka aykırı bulmayıp ahlakı sadece cinsellikle ilişkilendirirsek; ya rakiplerimizi fişlemeye kalkarsak; ya bize benzemeyenlere karşı zorbalaşırsak; ya kızdığımız insanlar öldüğünde onlardan bir “Allah rahmet eylesin” lafını bile esirgeyecek kadar öfkelenirsek; ya herşeyi sadece kendimizin bildiğine inanırsak; ya “camide içki içiyorlar” diye yalanlar söylersek; ya doğruyu söyleyen imamları bile işten kovarsak; ya insanların ölümleriyle sonuçlanan şiddeti bile kendi iktidarımız için savunursak…Bundan memnun kalırlar mı sizce?Ya da şöyle sorayım, bizler onlara bakarak Müslüman olursak “iyi” Müslümanlar olur muyuz gerçekten?***Ne olursa olsun zorbalığın bittiği, insanların kendilerine ait küçük sevapları ve küçük günahları rahatça işlediği, Tanrı’yla kulun arasına kimsenin girmediği, haksızlığa bütün dindarların karşı çıktığı bir toplum, “iyi” dindarlar için de daha uygun olmaz mı?Ben hep dinde çaresize çare, dertliye derman, güçsüze merhamet olduğuna inanıyorum.Kendisine verilen bu büyük şifa karşısında insanın da borcunu, elinden geldiğince diğer insanlara, kendisinden daha güçsüz olanlara sevgi ve merhamet göstererek, bundan dolayı asla böbürlenmeyip tevazuu benimseyerek ödemesi gerektiğini düşünüyorum.Dinden bunu anlıyorum.Böyle bakınca dindar olmak büyük bir sevgi ve yardımlaşma çemberinin parçası olmak anlamına geliyor benim için.Ama din hiçbir zaman bu kadar yalın olamıyor bazı ülkelerde….Neden sizce?Din böyle bir şey olmadığı için mi yoksa bazı insanlar kendi çıkarlarını korumak amacıyla dindarlık kalkanının arkasına saklandıkları için mi?
Hiçbir derdi olmadığı halde içi sıkılan kadın gibi beklenmedik şeyler yapıyor bu Haziran ayı…Bir bakıyorsunuz gökyüzü balya balya bulutlarla kaplanıyor, kara gri bir renk basıyor kenti… Bir sağanak patlıyor… Gök tüm haşmetiyle gürlüyor… Ardından bunaltıcı bir sıcak insanı nefessiz bırakıyor… Akşamüstü yeniden ıslak bir karanlık dolaşıyor sokaklarda, üşüyorsunuz hatta… Sonra tekrar hava yaza dönüyor.Mayıs ayında da zamanını şaşırmış çilek kokan bir yaz vardı dışarıda… Çiçekleri, taze ve yumuşacık çimenleri, bir şelale gibi çoğalan yapraklarıyla ağaçları, aydınlık sokakları ve gölgeli kuytuluklarıyla insanı baştan çıkarıyordu…Kendimi mevsimlerin seyirciliğine bıraktığımda daha mutlu oluyorum sanki.Kendimi onların oynaklığına, onlara direnmeden bırakmayı seviyorum.Ama bunlar olurken bir taraftan da insanın içini oyan bir sıkıntı peydah olmuştu ruhumda…Omuzlarımda benim olmayan bir günahın ağırlığını taşıyor gibiydim.Tayyip Erdoğan her konuştuğunda, kendini her gün daha fazla, daha fazla padişah zannettiğinde, benim içim, içime sığmayan bir öfkeyle doluyordu…Ve ne yapılabileceğini bir türlü bilemiyordum.Çevremde konuştuğum insanların bazıları, ‘Tayyip Erdoğan Uludereden ve diğer pek çok şeyden yargılanacak, bu ülke bunu görecek’ derken, bazıları da ‘biz bu adama dur diyemeyeceğiz, her şey giderek kötü olacak’ diyordu.İkisine de inanmıyordu içim tümüyle…Garip bir sisteme esir düştüğümüzü, ne karşı çıkmayı bildiğimizi, ne de istediğimiz alsak bile onu korumaya gücümüz yeteceğini düşünüyordum…Ta ki 15 gün öncesine kadar… Ta ki o gençler ortaya çıkıp yıllar geçse de unutulmayacak o mizahı yaratana, unutulmayacak o isyan ateşini ruhlarda yakana kadar.Ben o gençleri çok sevdim…O gençler mizahlarıyla, ‘kahrolsun bağzı şeyler’ diyen zekalarıyla, bu ülkenin bir daha asla eskisi gibi olmayacağının yolunu açtılar. O gençler dirençleriyle, 15 gün önce Tayyip Erdoğanın “mutlaka olacak” dediği Topçu Kışlası projesini bugün referanduma çevirdiler…Tayyip Erdoğan geriledi…Geri adım atmak zorunda kaldı.Başbakan, Bakanlar, Ak Parti, Ak Partililer, Ak Partiyi destelemeyen dindarlar, Kemalistler, AK Partiyi destekleyen Kemalistler, siyasetten çok uzak olanlar, yani en aklı başımızda olandan en kafa karışıklığına sahip olanımıza kadar hepimiz, ‘bizim hayatımıza karışamazsın, sen padişah olmaya heveslendin diye biz senin kulların değiliz’ direncinin ne kadar güçlü bir şey olduğunu gördük.Bir vakitler generaller AKP’nin ve Erdoğan’ın başını çektiği demokratik direnç kaşısında nasıl şaşırıp sarsıldıysa, Erdoğan da bu gençler karşısında öyle şaşırıp sarsıldı.Tutarsız ve tehditkar konuşmalarla sadece halkın bir kısmını değil dünyanın demokrat kamuoyunu da karşısına aldı.“Tek adam” yönetimini sarsan bu dirençten etkilenmemek, bundan umutlanmamak mümkün değil.Şunu gördük çünkü, düşünmeyen, çözüm üretmeyen, çare bulamayan, hakkını isteyemeyen bir toplumu ne Allah, ne peygamber, ne Atatürk kurtarabiliyor.Abbasilerden Emevilere kadar birçok dindar toplum silindi gitti tarihden, Tanrı onları onların yerine kurtarmadı…Leninin mozelesi kötü yönetilen bir devletin dağılmasını önleyemedi.Bir toplum ancak kendi sorunlarını doğru teşhis edip bunlara doğru çözümler bularak yaşamını sürdürebiliyor.Bu da ancak herkesin korkmadan konuştuğu, düşündüğü toplumlarda olabiliyor.Bu gençler sadece Gezi Parkı’nı değil aslında Türkiye’yi kurtarıyorlar.Bize konuşmayı, direnmeyi, hakkını istemeyi, padişahlara kul olmamayı öğretiyorlar.Daha ne yapsınlar?
Sizi bilmem ama ben, kendi ülkemde büyük dedelerimin, büyük büyük dedelerimin mezarlarının yüzlerce yıldan beri sıra sıra dizili durduğu bu topraklarda birilerinin bana efendilik taslamasından, ne söyleyip ne söylemeyeceğimi bana dikte ettirmeye kalkmasından, korkutmaya uğraşmasından, kendilerini vatanı benden daha çok sevdiğini ilan etmesinden çok sıkıldığım için askeri vesaiyetin bitmesini, çocukları kendi yalanlarıyla ölüme gönderenlerin cezalandırılmasını ve bizi tek tip yaşamaya mahkum edenlerin bunu yapamayacağını anlamasını çok istedim.Generali, politikacısı, bürokratı, savcısı, anayasa mahkemesi başkanı, polisi müdürü, her ay başında çoluk çocuğuna götüreceği parayı devletin hazinesinden alanların hepsi yani, genellikle bu vatanın çıkarını en iyi kendilerinin düşündüğünü sananlar, kendisinden başka türlü düşünülmesine izin vermeyeceklerini söyleyenler… Ben onların bu sistemden silinmesini çok arzu ettim.Medyadan şarlatanların, ekonomiden çıkarcıların, başkalarının hakkını yiyenlerin temizlenmesini çok istedim.O yüzden bizi demokrasiye yaklaştıracak her adımı destekledim…Heyecanlandım…Her yaklaştığımızı düşündüğüm anda mutlu oldum.Bunun değişmesi için, çocuklarımızın dünyayla beraber büyümesi için, mutlu olmaları için atılan her adımı yürekten alkışladım.Bu ülkeye demokrasi gelsin diye kendi hayatlarını hiçe sayanların mücadelelerini hayranlıkla ve şükranla izledim.AKP iktidarının ilk yıllarında Avrupa Birliği yolundaki her adım beni umutlandırdı, askeri vesayeti gerileten her hamle beni sevindirdi.Çünkü bizim yaşadığımız türden belaların çaresini bulmak zor değildir diye düşündüm.Demokrasi isteyen kararlı bir siyasi hareketin olması sorunların çözümünü kolaylaştırırdı.Ve öyleydi…AKP’nin ilk yıllarında iyi ve doğru bir yolda ilerliyorduk.Bi umut vardı…Türkiye kendi girdabından kurtulmaya çok yaklaşmıştı.Ama 2011 yılında kendinden imajından büyülenen bir başbakanla her şey yerle bir oldu tekrar.Zeka, mantık, akıl yolundan yürüyen her öngörü, her tahlil, uzun boylu bir yol alamadan gelip kör bir çıkmazda tıkanmaya başladı önce…Ondan sonra olan hiçbir şey zekayla, akılla, mantıkla bağdaşmadı, bunlarla açıklanamadı.En sonunda da, iyi yaptıklarıyla tarihe geçmesine neredeyse ramak kala durduk yerde gereksiz gerginlikler yaratıp toplumu bölen bir başbakanla baş başa kaldık yine. Çünkü biz bu ülkede 80 yıldır hukuku yok ederek bir canavar yaratmışız…Kimsenin kontrol edemediği bir canavar…Hukuksuzluktan ve keyfilikten oluşan bir canavar bu.Devleti yönetenlerin her istediklerini yapabileceklerine inanan bir anlayış.Bu anlayış, başbakanlara da, bakanlar da, gazetecilere de, yargıçlara da, istihbaratçılara da, askerlere de, polislere de zaman içinde dokunuyor, zaafı olanı ele geçiriyor.Bugün gene o seksen yıllık canavarla karşı karşıyayız.Siyasi iktidar devleti yönetenlerin her istediklerini yapabileceklerine inanıyor.Eskiyi tekrarlayan ve süratle eskiyen bir iktidarla baş başayız.Burada yeni olan halkın bir kesiminin artık buna “dur” demesi.Halkın bu karşı çıkışını gaz bombalarıyla, TOMA’larla durdurmak istiyorlar.Durduramazlar.İnsanları Taksim’den sürmek, onları tehdit etmek, onlara saldırmak durdurmaz bunu.Bu isyan ateşi, hiç bir iktidarın, hiç bir polis panzerinin, hiç bir gaz bombasının ulaşamayacağı bir yerde, insanların ruhlarında yandı.Gezi Parkı’na binlerce polis doldursanız bile o ruhu yakalayamaz, o ruhu alt edemezsiniz.
Geçenlerde Gezi Parkı’na gittim, neredeyse sabaha karşı…Hâlâ uyanıktı çoğu insan.Uyuyanlar ise evlerinde bile böyle tatlı bir mırıltıyla uyumamışlardır diye düşündüm.Karşılaştığım herkes o zeka ve cesaret dolu ‘direnişe’ minik bir kıvılcım katmak için oradaydı.Zifiri bir karanlıkta parlayan ateşböcekleri gibiydiler.İyiliğin meşalesini kötülüğün ateşi tutuşturur derler.Tutuşturmuştu gerçekten…***Gezi Parkı’ndakiler, her gece balkonlarından tencere tava çalanlar, ışıklarını açıp kapayanlar, başka şehirlerden bu harekete destek verenler, bütün bu insanlar, hepimiz, ezilmekten yorulmuş, üstelik zekasız bir kötülüğün ezilenleri olmuş insanlarız.Sanırım en ortak duygu, Gezi Parkı’ndaki ağaçlar değil aslında, hepimizi aynı ateşle yakan tutku, artık bir zorbalığın, pörsümüş, sığ, zekasız bir baskının ezilenleri olmak istemiyor olmamız.Bu direnişe katılan gençlerle sohbet ettiğimde hep aynı şeyi duydum, ‘daha neşeli, daha esprili bir başbakan bile olması yeterdi aslında’ diyorlar…‘Tavrındaki sertlik bizi koparıyor, anlaşılamamak değil anlaşma imkanının yok olması yaralıyor.’***Doğruydu dedikleri.Aniden ışıldayıveren bu “yeni Türkiye”de artık o eski şiddet dolu sloganlara hiç yer yok, zekayı sertlikle yenmek imkansız.Erdoğan’ın espri yeteneği de pek bulunmuyor.Ama hiç olmazsa gülümseyebilir, direnişçi çocuklardan ödünç aldığı nüktelerle konuşabilir.Kendisine benzemeyenlerin hayatlarına karışmaya çalışmaktan vazgeçtiğini, herkesi kendisine benzetmeye uğraşmayacağını, “devletin metrosunda” elele tutuşanlara karışma yetkisine sahip bulunmadığını, “milli içkinin” ne olduğunu saptamanın kendi işi olmadığını bağırıp çağırmadan söyleyebilir.Bu yeni gençlikten, her biri bir Tayyip Erdoğan olan “dindar bir nesil” çıkartmaya uğraşmanın beyhude bir gayret olduğunu fark ettiğini sezdiren bir üslup benimseyebilir.Tayyip Erdoğan, bugüne kadar yaptığı pek çok iyi şey, bir kum fırtınasındaki ayak izleri gibi silinip gitsin istemiyorsa, bu gençlerin hareketine zekayla, cesaretle, espriyle ayak uydurmaya çalışmak zorunda.“Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim” ilkelliğiyle, “yol ver gelsinler, insanlığı görüsünler” diyenleri yenmesi mümkün değil, yüzde doksan oy da alsa yenilir bu kavgada.Türkiye’de hiç beklenmedik bir anda parlayan zekanın ve mizahın karşısında bir zamanların “mazlum ve yeni” AKP’si kaba sloganları, şiddeti, tehditkar nutuklarıyla Vizigotlar gibi kaldı.Bu haliyle “alay konusu” oluyor.***Şiddeti korkutmuyor, aksine “alayları” artırıyor.Polis araçlarını “kepçelerle” kovalayan Çarşı grubu “satılık TOMA” ilanı veriyor.Erdoğan’ın karşısında “güç” yok, zeka var, her güç gösterisi o zekanın içinde bir karikatüre dönüşüyor.“Türk usülü başbakanlık” bitti.Vizigotlaşmayı bırakıp yeni bir şeyler bul cancağazım, böyle gidersen elindeki “sandığı” herkesin kafasına vurmaya çalışan çizgi film kahramanına dönüşeceksin.Siyasetin “vak vak amcası” olmak istemez hiç kimse.Yani bence istemez…Yoksa ister mi sayın başbakan?
Çocuklar hayalle gerçeğin içiçe geçtiği, gerçekle gerçek olmayanın sürekli yer değiştirdiği, hayatın keskin sınırlarından kopuk bir belirsizlik içinde kendilerince dalgalanarak yaşarlar.Bir çizgi roman kahramanı en büyük dostları olabilir.Ya da bir filmin kötü adamı en büyük düşmanları olur birdenbire...O kahramanların sevgisi ve düşmanlığıyla kendi minik hayatlarını yaşarken, gerçek tehlikeler karşısında da gözlerini kapattıklarında o tehlikenin kaybolacağına inanırlar. Dikkat ettiniz mi, biz genellikle sevda işlerinde, sanat, yaratıcılık gibi çocuksuluğa her zaman kendi içinde yer veren alanlarda çocukluklarımızı tamamen unutup, çocukluğa hiç yer olmayan siyasette tam bir çocuk gibi davranırız.Bugünlerde bunun en güzel örneği de Başbakan Tayyip Erdoğan...Hayalindeki düşmanlarla dövüşüyor sanki...Gerçeğe gözlerini kapadıkça o gerçek kaybolacakmış gibi geliyor ona da...Tam bir çocuk gibi kendisini dünyanın merkezine koyup kendi dışında herkesi yok sayıyor.Kendisi için iyi olanın tüm dünya için iyi, kendisi için kötü olanın tüm dünya için kötü olduğunu düşünüyor...Ve anladığım kadarıyla elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi de kırgın hepimize...‘Sizin için bunca şey yaptım, karşılığı bu mu?’ diyerek gözyaşları döküyor.Ve kırıldıkça öfkeleniyor...Öfkelendikçe hata yapıyor.Ama sorun açık aslında:Başbakan hayalle gerçeği birbirinden ayırt etmemek için direniyor...Gerçeği kabul etmek onun için güçsüzlük ve yenilgi demek.Yenilmeyi sevmediği için bizleri de sevmiyor.Yenmeyi halkından daha fazla seven bir Başbakan halkı için ne yapabilir ki?Kendi gerçeklerini seviyor o...Bizim gerçeklerimizden hoşlanmıyor.Oysa ki hayat yüzlerce yıldan beri sokaklarda akar, bir Yunan tragedyasının korosu gibidir sokaklar, en gür ses onlardan çıkar...En parlak soloları onlar yapmaz belki, hatta oynanan oyunların ne kadarının farkında olup olmadıkları da sırdır ama tarihin kalabalıklarıdır sokaktakiler...Ve çıkardıkları ses tarihin gidişatını belirlemekte önemli rol oynar.Şimdi bu kadar gür bir sesi ‘Ben duymuyorum ki’ masalıyla yok sayan bir Başbakan, kendi gerçeklerinden bu kadar korkan bir siyaset nereye varabilir?Tam şu anda olan şey, bu toplumu yöneten Başbakan’ın kendi halkından, bu halkın geçmişinden ve kendi gerçeğinden korkuyor olması.Hiç bir politik zemine, bir görüşe, bir ideolojiye ait olmayan gençlerin sesini yok sayıyor Başbakan.Şimdi gerçekten merak ediyorum, Başbakan Tayyip Erdoğan sahip olduğu cesareti bir kere de gerçekleri görmek için kullansa, kendi çocuk gibi davranıp hayali kahramanlar yaratacağına gerçekleri kavrasa sokaktaki gençlerin kahramanı olmaz mı?Olur bence...Ama bunu beceremezse kendi ülkesini, kendi eserlerini çökerten adam olarak geçecek tarihe.Ve korkarım bunu bile algılayamayacak.
Gezi Parkı olaylarının birinci haftası doldu. Günlerdir Tayyip Erdoğan’ı düşünüyorum…Onu “güçlülüğün zirvesinden”saldırgan bir çaresizliğin uçurumuna atan şeyin ne olduğunu merak ediyorum…Ve sonunda buldum sanırım.Kendinden başka hiç birşeyi merak etmeyen, önemsemeyen biri ancak insanlık tarihini merak etmeyen biri olabilir…Tayyip Erdoğan eğer kendinden önce bu dünyadan geçmiş liderler neler yaşamış diye merak etseydi, bugün büyük bir ihtimalle bu çaresizliği hissetmeyecekti…Çünkü bilecekti ki tarih kendini çok güçlü zanneden liderle dolu. Ve bilecekti ki kendi halkının sesine aldırmayan her lider sonunda mutlaka acıyla devrilmiştir.Okumaktan sıkılıyorsa eğer, tek bir film bile Tayyip Erdoğan’ın bugünkü uzlaşmaz halini değiştirebilirdi…Margaret Thatcher’ın hayatı.***Üstelik daha bir hafta öncesine kadar siyasi sonlarının benzemesi imkansız gibi görülürken, şimdi “asıl sonları birbirine benzeyecek dedirten” benzer yaşam öyküleri var Erdoğan’la Thatcher’ın…İkisi de aşağı orta sınıf ailelerden geliyor. Biri “manavın kızı”, öteki “iskele kaptanının oğlu.”İkisi de muhafazakâr eğilimli, sol karşıtı ve aynı zamanda da köklü reformcu. İkisi de piyasalara ve güçlü hükümete inanan; ülkelerinin uzun zamandır aradığı istikrarlı liderliği sağlayan; dünyaya nam salan siyasiler.İkisi arasındaki en büyük benzerlik ise toplumlarını kutuplaştırmaları, sevenler ve nefret edenler olarak ikiye ayırmaları…Ve uzlaşmaz tavırları.Bir yanlarıyla tarihe geçerken bir yanlarıyla kendi sonlarını elleriyle hazırlayan iki lider.***Thatcher da Erdoğan gibi on yıldan fazla başbakanlık yaptı.O da hiçbir seçimi kaybetmedi.O da Erdoğan gibi kendi seçim galibiyetleriyle büyülenip kendinden başka herkesi küçümsedi.O da Erdoğan gibi kendi partisinin yöneticilerini bile dinlemedi, o yöneticileri herkesin önünde azarladı.Bütün bunları yapan Thatcher, hiçbir seçim kaybetmemesine rağmen kendi partisinde ciddi bir muhalefetle karşılaşarak sonunda başbakanlıktan istifa etti.Erdoğan son zamanlarda verdiği kararlar, yaptığı anlamsız konuşmalar, yarattığı gerginlikler, oluşturduğu polis devleti görüntüleriyle, yaratılmasında büyük payı olan “zengin ve istikrarlı Türkiye” imajını parça parça ediyor.Üstelik de parçalamaya da devam edecekmiş gibi görünüyor.“Evinde oturan yüzde ellilik taraftarını sokağa çıkarmakla” tehdit edip bir “iç savaş” senaryosu oluşturuyor.Ne zaman ne yapacağı belirsiz bir tehdite dönüşüyor.Cumhurbaşkanı Gül’ün dün Gezi kriziyle ilgili inisyatifi ele alması, Erdoğan yanlısı televizyonların özür dilemesi, Bülent Arınç’ın Erdoğan’ın sağlayamadığı barış havasını yaratma görevini üstlenmesi, Erdoğan için asıl siyasi tehlikenin AKP içinde oluşmakta olduğunun işaretleri sanırım.Erdoğan kendini toparlayamazsa, bu “padişahlık” hayallerini terketmezse galiba onu evine muhalifleri değil, taraftarları gönderecek.Gidişi Thatcher’ın gidişine benzeyecek.Ve bence bugün imkansız gibi gözüken bu senaryo, Erdoğan’ın uzlaşmaz tavrı, kibri ve kıştırtıcı açıklamalarıyla çok da uzakta gibi gelmiyor bana…
İnsan kendini kolay teslim ettiği hazlara esir olmuyor…Çok eski bir filmde kadın, tanıştıktan hemen sonra seviştiği erkeğe ‘ben kendimi çabuk teslim ettiğim erkeklere aşık olmam’ demişti.Unutulması kolay olmayan bir cümle.Hatta bir kadının bunu tam böyle hissetmese bile bir erkeğe söylemeyi hayal edeceği kadar çarpıcı bir cümle.İnsanı belki en sevmediği, belki en güçsüz bulduğu, belki de utandığı yerinden güçlendiren bir cümle…Ve sanırım doğru bir cümle…***Kısa film seyretmeye düşkün biriyim ben…Hatta iyi bir ekip kurabilsem kısa filmler çekmeyi hayal eden biriyim.Kısa film dünyasının tadını bir alırsanız iyilerini seyretmeye doyamazsınız gerçekten…Kısacık anlarda neredeyse koca bir hayatı anlatan çok iyi kısa filmler seyrettim bugüne kadar.Son seyrettiğim Uzakdoğu filmi ise bugüne kadar seyrettiklerim arasında, gerçekten en etkileyicilerinden biriydi.Sevebilen ama aşık olamayan bir kadını anlatıyor.Sevebildikçe aşık olamayan…Yazması, anlatması bile zor olan bu denklemi Uzakdoğulu ekip 4.5 dakikada anlatmış. Üstelik hiç erkek oyuncu kullanmadan…***Filmi seyrederken, diğer filmdeki o cümle aklıma geldi …“Kendimi kolay teslim ettiğim erkeklere aşık olmam.”Ne düşündüm biliyor musunuz?Sanki kadınlar hatta belki erkekler de, irademiz dışında sevebiliyoruz ama aşık olmak için aklımızın,ruhumuzun bize verdiği haritayı izliyoruz.Onun sözünü dinliyoruz…Kolay sevebildiklerimize, kolay sahip olduklarımıza, kolay teslim olduklarımıza, hatta çok sevdiklerimize aşık olmuyoruz…Sevemeyecekmiş gibi olduklarımıza, kolay beğenmediklerimize, kendimizi bir türlü teslim edemediklerimize ise ruhumuz bir ateş denizinde kaybolmuş gibi tutuluyoruz.Belki de yanılıyorum…***Belki de 4,5 dakikalık filmden ve hikayesinden fazla etkilendim.Belki de sevebildikçe aşık olamayan kadın diye biri yok bu yeryüzünde…Ama belki de var.Belki de sevmeye kendimizi daha rahat bırakıyoruz, sevmek bizi bir yanıyla çok korkutsa da belki o kadar da fazla korkutmuyor… Ama “aşk” deyince duraklıyoruz, sevgiden aşka geçmek için ayrı bir karar, bir irade, her zaman kolayca rastlanmayan güçlü bir isteğe ihtiyaç duyuyoruz….Sevgiden aşka geçerken o karar anı daha zorlayıcı olabiliyor, korku belki de daha fazla hissediliyor ama henüz sevmediğimiz, güçlü bir şekilde bağlanacağımızdan korkmadığımız birine aşık olmak için daha kolay karar veriyoruz.Öyle bir karar anı var gibi geliyor bana.Birden ve hazırlıksız yakalanırsak o ana daha rahat karar verebiliyoruz sanki.***Eğer öyleyse “sevebilen ama aşık olamayan kadın” teması gerçek ve yerinde bir tema olur.Tabii, “eğer” öyleyse…Eğer öyle değilse…O zaman da “çabuk teslim olduklarıma aşık olmam ben” sözünün inandırıcılığının nereden geldiğini bulmamız gerekiyor.Neden bu cümle bu kadar inandırıcı sizce?Not: Önümüzdeki bir hafta yokum...1 hafta sonra görüşmek üzere... size anlatmaya can atacağım maceralarla buluşmaya gidiyorum...
Bu aralar üzerine kuşların konduğu yemyeşil ağaçlar gibi hayat…Gülüşler, sevinçler, aşka dair konuşmalar artıyor sanki etrafta…Uzak rüzgarlardan çiçek kokuları çarpıyor insanın yüzüne…Çiçekler çiçek kokuyor.Aşıklar sarmaş dolaş geçiyor sokaklardan.Eminim kumsallarda çıplak ayaklı koşuşmalar oluyor.Hayat kartondan bir maske gibi durmuyor insanların üzerinde sanki artık…Her şey sınırlarını aşıp daha fazla genişlemek istiyor.Aşk aşka benzemek, mutluluk mutluluğa, hüzün hüzüne benzemek istiyor.İşte sabahları yürüyüşe çıktığımda, sabahın erkence saatlerinde içinden geçtiğim kokular bana bunları düşündürüyor.Ağaçlardan sokaklara yayılan rayiha insanı dertlerine, sıkıntılarına karşı uyuşturuyor sanki…Bir süreliğine de olsa o acılar, o sıkıntılar yokmuş zannediyorsun.Yaz gelirken belki de insan en çok çiçeklerle kendinden kaçmayı seviyor.Kendini unutmak, diğer mevsimlerde olduğundan daha kolay sanki yaz olduğu zaman.Kendimiz kendimize uzak bir diyarda kendimiz olmadan esiyorduk bu kokular olmadan…Size de öyle olmuyor mu?Sokağa yayılan yaz, insanı bir an bile olsa ümitlendirmiyor mu her şeyin aslında güzel olduğuna inandırmıyor mu?Size de hayat çok kısa bir süre öncesine göre daha ışıklı gözükmüyor mu o rüzgar estiğinde?Biz bizsizdik sanki önceden…Kendi rüzgarımız kendimize, kendi elimiz elimize dokunuyor artık.Sahillerin sesi size de gelmiyor mu?Aklı karışıyor insanın…Dertlerini mi uyduruyor insan yoksa kendini iyi hissetmek için seçtiği nedenleri mi?Dertlerimiz mi daha yalan yoksa mutlu olmak için bulduklarımız mı?Eski bir denizi yeni pencereden görüyor gibiyim ben bu kokuları duydukça…Ve düşünüyorum, yaz mevsimini mutlu olmak için seçmek acılarımıza karşı ‘incitici’ bir tavır mı?Yoksa gerçekten sıkıntılarımız, dertlerimiz, acılarımız, kendimizi çiçeklerin kokusuna bıraksak bir nebze olsa da azalır mı?Yaz oluyor her yer yavaş yavaş…Sabahın kokusu ve ışıkları, ağaçların ve insanların üzerlerine yayılıyor.Şükredilecek bir sabah vakti insanı sarmalıyor.Ve insan bildiği tüm hayatı unutup o kokuya ve o ışığa inanmak istiyor.Öyle değil mi?Yaz olurken hayat sanki manav tezgahları gibi renkli gözükmüyor mu insana?İnsanların yüzlerine bakıyorum sokaklarda… Sanki herkes memnun bu ‘kandırmaca’dan.Gördüğü ışıklara, duyduğu kokulara inanmaya hazır sanki herkes.Bozmayalım bence bu güzel yaz başlangıcını… Rüzgarın getirdiği kokulara kanalım gitsin.