Şiddetin sesi yükselince aklın sesi kısılıyor elbet.Bu ülkede de şiddetin sesi hiç bitmiyor.Diniyor belki ama durmuyor.Bütün kavramlar birer birer güneşte unutulmuş plastik parçası gibi eğilip bükülmeye, biçimini kaybetmeye başlıyor tabii böyle olunca…Hukuk kavramı, adalet kavramı, devlet kavramı, vatandaş kavramı, suçlu kavramı, düşman kavramı… Bütün kavramlar manalarının dışında başka manalara bürünmeye başlıyor.Lice ‘de karakol yapılmasını istemeyen halk bu devletin düşmanı mı, vatandaşı mı, suçlusu mu, nesi?Nesi ki üzerlerine ateş açılabiliyor?Sırtlarından vurulabiliyor?Bir vatandaşın itirazını söyleme, isteğini dile getirme hakkı vardır.O vatandaşın isteğinin “haklı olup olmadığına” siyasi iktidarlar karar veremez, silahsız bir gösteriye silahla cevap verilemez.Bir vatandaşın hayatına karışılmamasını isteme hakkı vardır…Bir vatandaşın hükümeti beğenmeme hakkı vardır…Her vatandaşın kim olursa olsun yaşama hakkı vardır.Her toplumda olduğu gibi bizim toplumumuzda birbirinden farklı insanlar yaşar.Müslümanı, Ermenisi, Türkü, Kürtü, başı kapalısı, bikinilisi, kadını, erkeği, Alevisi, Sünnisi birbirine benzemek zorunda olmadan birlikte yaşama hakına sahiptir.Bu insanlardan bir tanesini model seçip diğerlerini ona benzemeye mecbur edemezsiniz.Tüm farklı kültürler yan yana ve birileri dokunmadığı, birileri baskı yapmadığı sürece mutlu yaşar.Üstelik bütün farklılıklarına rağmen ortak değerlere ve zevklere de sahiptirler, spor, sanat, müzik, mutfak, mizah genellikle ortaktır, Hürrem’i aynı heyecanla seyredip, Cem Yılmaz’a aynı şekilde gülerler, aynı şarkılarla hüzünlenirler, aynı kebabları severler.Ama Nişantaşı’na yapmadığın “kalekolları” Kürt kasabalarına yapmaya başladığında, içki içenleri “alkolik” ilan ettiğinde bir tepkiyle karşılaşman kaçınılmaz olur. Bir devlet vatandaşlarının “farklılıklarını” kabul ederek onlara eşit davranmakla yükümlüdür.Devlet böyle davrandığında, millet de bütün farklılıklarıyla kendi ortak değerleri etrafında birleşerek yaşamını huzurla sürdürür.Lice’de şaşırtıcı olan halkın tepkisi değildir, jandarmanın gösterdiği vahşi tepkidir…Hiçbir şartta değişmeyecek bir kural var bu topraklar için bana sorarsanız, size benzemeyenlerin hayatını yok ederseniz sizinki de yok olacaktır.“Onlar” dediğiniz kim ise, onları yaşatırsanız siz de yaşarsınız…Çünkü aynı topraklarda aynı kaderi paylaşıyoruz.Ve bunu fark ettik artık.Birbirine uzak, düşman gözüken kesimler, Türkü, Kürdü, bikinilisi, örtülüsü yan yana gelmeye başladı.Gerçek bir barış ortak yaşadığımız baskıdan mı çıkacak diye düşünmeye başladım.Çünkü ilk defa Diyarbakır, İstanbul, Lice iç içe geçti.Lice için İstanbul parklarında forumlar yapıldı…Bizi yönetenler barış yapmayı beceremiyor belki ama gerçek bir barış bilinci içimize işliyor hiç farkında olmadan.Baskıya baş kaldırmak da “ortak değerlerimiz” arasına katıldı.Baskının kime yapıldığına bakmıyoruz artık.Bu da herhalde bu topraklardaki en büyük yenilik, en büyük gelişme.
Geçen gün “kendine güven” dediğim bir arkadaşım bana İkarus efsanesini hatırlatarak cevap verdi.Yunan mitolojisinin ünlü hikayelerinden biri bu…Kral Minos yeryüzünde eşi olmayan bir labirent yaptırmak istiyor.Labirent bir adada yapılacak.Labirenti yapma görevini Dadalus ile oğlu İkarus’a veriyor kral.Dadalus gerçekten de içinden kimsenin çıkamayacağı bir labirent yapıyor.Kral çok seviniyor her şeyin tam istediği gibi olmasına…Ve labirentin sırrını kimseye söylemesinler diye Dadalus’la oğlu İkarus’u o labirente hapsediyor.Kralın karısı, baba oğula yardım edip onları labirentten kurtarıyor.Dadalus adadan uçarak kaçabilmeleri için balmumundan ve kuş tüylerinden kanatlar yapıyor kendisiyle oğluna.Ve İkarus’u uyarıyor:‘Sakın fazla yükselip güneşe yaklaşma, kanatların erir ve düşersin…’İkarus yükselmeye başlıyor, yukarıya çıktıkça kendini güneşin pırıltısına kaptırıyor, kanatları erimeye başlıyor ve denize düşüyor.Anlattıktan sonra sordu arkadaşım ‘Kendimize güvenelim güvenmesine de ya İkarus gibi kendi gücümüzden etkilenip yanarsak, balmumu kanatları güçlü kanatlar zannedersek, nasıl anlayacağız kendimize güvenmenin tam zamanını?..’***Hayat genellikle böyle gerçekten.Ya balmumu kanatlarımızla güneşe yükselmeye korkmuyoruz ya da güçlü kanatlarımız olduğu halde uçmaya cesaret edemiyoruz.Tuhaf bir çelişki değil mi?Sanki korkmadığımızda önce bir korkmamız, korktuğumuzda da önce güvenmemiz gerekiyor kendimize.Doğru söylüyor arkadaşım belki de, gerçekten kendine güvenmenin tam zamanını nasıl anlayacağız?***Cinayet romanlarında, kitabın kahramanı üstünde yazılar olan bir kağıt ele geçirir önce…Katilin kimliği hakkında ipuçlarının bu kağıtta olduğunu bilir.Ama kağıttaki yazılardan bir anlam çıkaramaz.Sonra, bir karton bulur.Bu kartonun üzerinde delikler vardır.Delikli kartonu daha önce bulduğu kağıdın üzerine koyar ve yazı kartonun altında kaybolur, sadece deliklerin altından bazı harfler gözükür.O harfler yan yana gelince katilin adı ortaya çıkar.Bu sefer bir cinayet romanında değiliz ama hayatın da daima bir delikli kartona ihtiyacı var sanki.Onu hayatın üzerine koysak ve bize her seferinde yapılacak doğru şeyi gösterse…Ne zaman kendimize güveneceğimizi ne zaman fazla güvenmememiz gerektiğini bize söylese.Ben hayatın delikli kartonunun, kanatlarımızın balmumundan mı yoksa güçlü gerçek kanatlar mı olduğunu söyleyecek şeyin, gerçekleri görecek bir akıl ve o gerçekleri kabul edecek bir cesaret olduğunu düşünüyorum.***Akıl ve cesaret…Akıl eksik olduğunda cesaret kanatlarını yakıyor, cesaret olmadığında kanatlarınla yükselebileceğin kadar yükselemiyorsun.Ama hayat, özellikle son zamanlarda çok sık gördüğümüz gibi, bize bu ikisini bir arada pek vermiyor.O yüzden belki de birbirimize ihtiyacımız var.Aklı olanın aklını, cesareti olanın cesaretini ortaya koyup birleştirerek, bize güvenlikli bir şekilde uçma imkanını bağışlaması için.Hayatın “delikli kartonu” sanırım herkesin özgürce konuşabilmesi aslında.
Aziz Yıldırım’ın dün düzenlediği basın toplantısını izlerken “akıl” ve “izan”ın bir lider için en “vazgeçilmez” özellikler olduğuna bir defa daha ikna oldum.Dünkü konuşmalar teyit etti ki, 3 Temmuz’da bir operasyona tabi tutulduğunu düşünen F.Bahçe, Türkiye’deki süreci doğru okuyamadığı gibi UEFA’da başına gelenleri de aynı yanlış mantıkla tercüme ediyor maalesef...UEFA’nın F.Bahçe’ye 2+1, Beşiktaş’a ise 1 yıl Avrupa’dan men cezası vermesinin bana göre anlamı şu:- UEFA’nın müfettişi, disiplin komitesi, yönetim kurulu ve hatta başkanı, Türkiye’de UEFA’nın uluslararası futbol normlarına aykırı bir takım işler yapıldığını düşünüyor.- Dolayısıyla (doğrudur veya yanlıştır, o ayrı) bu kadar net fikre sahip bir kurumsal yapıyla kavga etmek yerine; çözüm odaklı ve yaşanan zararı en hafife indirecek modelleri tartışmak, geleceğe yönelik yapıcı taahhütlerde bulunmak F.Bahçe ve Beşiktaş açısından daha akılcı olur.Beşiktaş bunu kısmen gerçekleştiriyor.Hatta şikeyle suçlanan Serdal Adalı’nın son seçimi kaybetmesi ve Beşiktaş’ta aktif görev yapmaması bile olumlu bir faktör olarak değerlendirilebilir.Ancak F.Bahçe’de durum tamamen tersi...F.Bahçe’nin mahkemece 6 yıl hapis cezasına çarptırılan kulüp başkanı halen görev başında ve F.Bahçe’nin aldığı cezanın görüşüleceği tarihi Tahkim toplantısı öncesinde “Göreceksiniz UEFA çatırdayacak” diyebiliyor... Akıl alacak gibi değil!Konuştuğum hukukçular, ki onlar, konuya renkler üzerinden değil, uluslararası hukuk mantığıyla bakıyorlar doğal olarak...Hepsinin birleştiği nokta şu:“- Aziz Yıldırım, UEFA’nın tıpkı TFF gibi kişilerle kurumları ayırdığını ve bunun da kendi savunmalarının başarısı olduğunu öne sürüyor. Oysa UEFA kişilerle kurumları ayırmadı ki! Kişilerin işlediğini düşündüğü fiiller nedeniyle kurumlara cezalar verdi. Kişilere verilecek cezalar ise istenen ceza spor hukukunda idamla eşdeğer tutulabilecek “ömür boyu hak mahrumiyeti” olduğu için 15 gün sonraya erteledi. Zaten sorun UEFA’nın ceza verirken kişiler ile kurumları ayırması değil... F.Bahçe’nin savunma yaparken kişilerle kurumu ayıramamasından kaynaklanıyor...”“F.Bahçe’nin kişilerle kurumu ayıramaması” şike sürecinde yaşananları en iyi özetleyen tanımlardan biri aslında...3 Temmuz’dan sonra, hatta hapis yattığı dönemde görevden ayrılmamasını anladık diyelim. Kişisel kaygılar ön plandaydı. Ama hapisten çıktıktan sonra Aziz Bey’in başkanlığa devam etmesi, UEFA’nın F.Bahçe’ye karşı takındığı negatif tutumun ana sebebi bana kalırsa...UEFA, “Bu işlere bulaşmış kişi hala kulübün başkanlığını yapıyorsa, F.Bahçe’nin bu kirli işlerden bağımsız olma/kalma ihtimali yoktur” diyor verdiği ağır ceza ile...Aziz Yıldırım ise hala “Biz en temiz olduğunu iddia eden kulüpten daha temiziz” diye kendini ve kulübünü savunuyor. Dikkat edin, “Ben bu yollara tevessül etmedim” demiyor, diyemiyor.“Herkesten az yaptım ama ben yakalandım” diye bağırıyor farkında olmadan...Hukukçular bir konuda daha beni uyardılar:- “UEFA Tahkim Kurulu’nun Disiplin Komitesi’nin verdiği cezaları yükseltme yetkisi de var. F.Bahçe bazı dersler çıkardığına ve gelecekte bu olayların tekrarlanmayacağına dair garanti vererek bir savunma yaparsa cezası 2+1’den aşağı inebilir. Ama şu ana kadarki agresif tutumunu devam ettirirse tersi bir yükseltme de söz konusu olabilir.”Yani...“Göreceksiniz bak, UEFA çatırdayacak”, “3 Temmuz süreci şimdi de UEFA’da devam ediyor”, “UEFA’nın bütün kuralları off olacak” tarzındaki çocukça söylemler Aziz Yıldırım’a F.Bahçe camiası içinde, bir “iç siyaset malzemesi” olarak avantaj sağlıyor olabilir. Belki de bu sayede kongreden, başkanlığa devam etmek için güven oyu alabilecek.Ama Türk yargısından sonra UEFA ile kavga ederek yola devam etmenin F.Bahçe açısından çok büyük riskler taşıdığı da ortada...Tüm bunların ışığında hala aynı şeyi düşünüyorum:- Eğer Aziz Yıldırım şu ana kadar istifa etmiş olsaydı, UEFA F.Bahçe’ye böyle ağır cezalar vermezdi.
Ne zamandır aklımdaydı... Gezi direnişinden dolayı fırsat bulup yazamadım.Türkiye’deki liderlerin gerginlik yaratarak kriz yönetme geleneğinin bambaşka bir boyutunu F.Bahçe ile UEFA arasında yaşanan son Disiplin Kurulu krizinde de hayretle izliyorum.Krizin ana hatlarını gözden geçirelim:- 3 Temmuz operasyonuyla beraber başını F.Bahçe’nin çektiği birçok kulübün yöneticileri, futbolcuları, TFF yetkilileri ve futbol ailesinin diğer unsurları gözaltına alındı, tutuklandı, yargılandı ve hapis yattı.- O süreçte UEFA TFF’ye manifesto çekerek F.Bahçe’nin şampiyon olmasına rağmen 1 yıl Avrupa’dan men edilmesini sağladı.- 16. Ağır Ceza Mahkemesi F.Bahçe Başkanı ve yöneticilerini şike ve çeteden suçlu bularak çeşitli cezalar verdi. Ki, bu cezalar Yargıtay aşamasında...- Futbol Federasyonu ise Türk futbolunun bekaasını göz önünde bulundurarak hem kulüplerde kişileri ayırdı; hem de nispeten çok hafif cezalar verdi.Dışarıdan bakıldığı zaman F.Bahçe’nin aldığı 1 yıllık ceza ile şike süreci kapanmış gibi gözüküyordu..Ta ki UEFA’nın 24 Mayıs’ta aldığı kararlara kadar...O toplantıdaki “şikeyle savaş” kararı gereği; 2 yıldır neden sürmen altı edildiği hiç anlaşılmayan Türkiye dosyası yeniden işlerlik kazandı.UEFA raportörünün hazırladığı ağır rapor uyarınca F.Bahçe 2; Beşiktaş ise 1 yıl Avrupa’dan men edilme, şikeye karışmakla suçlanan yöneticiler ise ömür boyu hak mahrumiyeti talebiyle UEFA Disiplin Kurulu’na sevk edildi.Bu sürecin başından beri benim fikrim değişmedi:İster sahaya yansımış olsun ister yansımamış F.Bahçeli bazı yöneticilerin şike suçunu işlediğine inanıyorum. Üstelik bu inancım mahkeme kararıyla da desteklendi.F.Bahçe’nin Disiplin Kurulu’nda yapmış olduğu 6 saatlik savunmanın satırbaşları medyada yer aldı. En büyük şaşkınlığım da burada başlıyor işte...Bu şike belasını kendi kişisel başkanlık kariyerinin devamı uğruna F.Bahçe’nin başına sardığı kesin olan Aziz Yıldırım, Cenevre’deki duruşmada da almış mikrofonu eline, herkese veryansın etmiş...“Bana şikenin yapıldığını kanıtlayan bir tane belge gösterin savunmamı kesip buradan gideyim”, “Yargıtay kararını beklemezseniz çok ağır tazminat davaları açarız” gibi hamaset dolu cümleler, F.Bahçe’nin işine yarayacak mı göreceğiz...Ama artık lütfen dersimizi alalım.Bu tip söylemlere sahip, kurumsal bakıştan uzak, sığ yaklaşımlar Türk futbolunu bu hale getirdi. Ve bu acı tablonun baş mimarları neredeyse “Bana bak seni evinden aldırırım” üslubundaki çıkışlarla UEFA’da kulüplerini savunduklarını sanıyorlar.Aziz Yıldırım sadece UEFA’da germiyor ki ortamı... Geçen hafta TFF’yi de yaylım ateşine tuttu.“Eğer F.Bahçe UEFA’dan ceza alırsa bunun tek suçlusu TFF’dir” bile dedi.Belki yarın öbür gün çıkar “Bize cezayı verdiren gücün arkasında faiz lobisi ve onun Türkiye’deki temsilcisi Ünal Aysal var” derse hiç şaşırmam.Çünkü ona sorsanız bir tek kendisinin ve şike için 6 ay çalıştırdığı ekibinin suçu yok.Aziz Bey’in niyeti belli:- UEFA’dan ceza gelmezse “Adamlara ayar çekip F.Bahçe’yi kurtardım” diyecek...- UEFA’dan ceza gelirse de “TFF arkamızda durmadı, G.Saray da bizi ihbar etti.”Yani bu krizden de güçlenerek veya kendisini mağdur göstererek çıkacağını sanıyor. Oysa bu tarz Şark kurnazlıklarını globalleşen dünyada artık kimse yemiyor.Korkarım Aziz Yıldırım’a söylemeyi unutmuşlar:- Kral Çıplak!
Komadaki bir yakınınızın parmağını kıpırdatması, gözünü kırpıştırması, umudunuzu tam kaybetmek üzereyken birden minicik de olsa bir hayat belirtisi göstermesi gibi…Hatta bundan çok daha büyük bir umut bu.Komadaki hastanın gözünü açıp birden konuşması gibi…Toplumun uyanması.Sağlıklı bir bünyede farkedilmeyecek bir kıpırtı, nasıl hasta bir bünyede ani bir ümit yaratıyorsa, gelişmiş bir ülkede bambaşka biçimde algılanacak bir hareket de bizde büyük bir uyanışın işareti oluyor.Uyanıyoruz…Sadece direnmiyoruz, uyanıyoruz.Kemalizm hangi kılığa girerse girsin, ister balo kıyafetleriyle, ister cübbeyle gelsin, onu artık tanıyor ve karşı çıkıyoruz.Devletin bizim hayatımıza karışmasını kabul etmiyoruz.***Hükümetin, barışın, insan haklarının, hukukun ve toplumun refahının ‘işbirlikçisi’ olması gerektiğini biliyoruz artık…Devlet ve hükümet, toplumun tümünü mutlu etmek zorunda…O yüzden orada.Onlara nasıl yaşayacaklarını, nasıl giyineceklerini, neler içeceklerini öğretmek için değil.‘Devletin başbakanına’ diyor ya Tayyip Erdoğan her seferinde, ‘devletin toplumuna, devletin bireyine’ diyorum ben de.Beni, seni, onu başbakandan aşağı gören sistemin sonuna geldik.Türkiye’de her zaman barışı, huzuru, adaleti, eşitliği, hukuku arayan birileri vardı ama şimdi toplumca harekete geçtik.Kuşatmanın son günleri gibi…Çok inanıyorum, saklandığımız siperlerimizden çıktık artık, istediğimiz hayatı alacağız.Hepimizin eşit olduğu, sizin, benim, başbakanın, köylünün, valinin, Türkün, Kürdün, Alevinin Sünninin eşit olduğu bir düzene geçeceğiz.Küçük adımlarla ilerleyeceğiz belki ama kararlılığımız, isteğimizin peşini bırakmamamız, hergün çoğalmamız bunun çok da uzakta olmadığını gösteriyor bana.***Yaşamak cesaret istiyor.Meydanlarda, parklarda toplanmalar bitince, korkmamıza, her gün toplanmamıza gerek yok, o cesareti, o güçlü isteği içimizde hissetmemiz önemli olan.Yaşamak için cesaretle dövüşmek gerekiyor…Ağaçlardan, aşklardan, el ele tutuşmalardan, sevişmelerden, bize benzemeyenlerin hakkını da savunmaktan cesaretler derleyeceğiz.Karşı saldırı başlatacağız içimizde.Parklarda buluşmasak da, meydanlarda toplanmasak da direneceğiz.Bize ait ne varsa, duygularımıza, coşkularımıza, aşklarımıza, özlemlerimize, haklarımıza, sevinçlerimize, özgürlüklerimize sahip çıkacağız.Onların birer birer vurulup derin siperlerin dibine düşmesine izin vermeyeceğiz.Yaşamın cevherini, yaşamanın sevincini bizlerden çalıp yerine boş ve karanlık bir korku yerleştirmeye çalışanlara, bize karışmayı ‘yasak’ edeceğiz duruşlarımızla.Uyanacağız.Direneceğiz.Yaşayacağız.Bizi yaşatmak istemeyenler, gelin, sizinle dövüşeceğiz.
Ben zalimleri lanetlerken, o zulme ses çıkarmayan mazlumların da zulmün suç ortağı olduğunu düşünüyorum.Mazlumların sessiz desteği olmasa zalimler rahatça zalimleşemez, buna inanıyorum.Ve biliyorum ki biz de mutlaka hayatımızın bir yerinde ya zalim oluyoruz ya bir zalimi zalim yapan mazlum.***Gezi olaylarının etkisinden olacak hayatın gerisinde ya da ilerisinde ne var bakmaz olduk bir aydır.“Her yer direniş, her yer Taksim” gerçekten.Geçen gün sahile indim.Parklarda dolaştım…Sahilde öpüşen, birbirine sarılan insanları görünce kadınları ve erkekleri düşündüm. Yine birileri aşık oluyor, yine birileri ayrılıyor, yine birileri vedalaşıyor ve yine birileri kavuşuyordur diye aklımdan geçti.Sadece politikada değil aşkta da zalimler ve mazlumlar var dedim kendi kendime.Tıpkı başkaldırmayan her köleye kuşkuyla baktığım gibi ilişkilerde de zalim kadar mazlumdan da şüphelenirim ben.Şikayet eden, ağlayan ama bir türlü o adamdan ayrılamayan kadından, o adamdan hoşlanmadığım kadar hoşlanmam…***Ortada bir zulüm varsa, ortada bir baskı, bir kölelik varsa ve köleler sessizce baş eğiyorsa, bu baş eğiş yalnız güçsüzlükle açıklanamaz çünkü…Bu bir alış veriştir…Zalim olmadan mazlum, mazlum olmadan zalim olmaz …Güçsüzlerin kullanmadıkları bir gücü mutlaka vardır bana sorarsanız.Gezi direnişinde bunu açıkça gördük.Daha önce nerede olduklarını bilmediğimiz o kalabalıklar nasıl da her gün çoğaldı.Müthiş ve etkileyici bir güç çıktı ortaya.Zulüm karşısında sessiz kalan, zulmü destekleyen mazlumlara bir bakıp düşünün, neden sessizler sizce?Güçsüzler kullanmadıkları gücü kullanmamak karşılığında güçlülerden pay alırlar genellikle çünkü.Küçük, önemsiz bir pay ama bir pay.Bugün onuru da dahil neredeyse herşeyini kaybetmiş, bastırılmış, mazlumlaşmış medyanın gücü yok mu?Ama kullanmadıkları her güç karşılığında iktidardan bir şey alıyorlar… Zalimin işbirlikçisi oluyorlar.***Aşkta da bu böyle olmuyor mu?‘Güçsüz’ kadınlar güçlü erkeklerden bir şey istiyorlar…Ya da güçsüz erkekler güçlü kadınlardan.Hayat fazlaca karmaşık ama karmaşıklığı artıkça görmek de basitleşiyor sanki.Mazlum gözükenlerin yardımı ve desteği olmadan hiçbir zalim ayakta kalamıyor.Tayyip Erdoğan giderse yaşayamayacaklarını düşünenler olmasa, Tayyip Erdoğan böyle düşünmeyenlere o kadar da kolay ‘küsemez’ değil mi?Kendi güçsüzlüğünü öne süren kadın, erkek ya da toplumla, onu satın alan güçlünün, karşılıklı esaretinden yararlanan, bu esareti toplumun esaretine dönüştüren bir mekanizma var…Bu mekanizma hepimizin hayatını prangalıyor.Kadınlarla erkekler nasıl birbirinin gardiyanı ise devlet de toplumun öyle sahibi oluyor.Bunu iyice gördük değil mi direniş sırasında.***Böyle mazlum ayaklanmalarında, sessiz kalan kölelerin işbirlikçi yanı daha iyi çıkıyor ortaya.Gezi direnişi sürerken kölelik düzenine sahip çıkan köleleri de gördük.Bu yüzden de çok heyecan vericiydi gezi direnişi.Zulümden, aşağılanmaktan bıkan kölelerin artık köle olmak istemeyişi…Mazlum, mazlum olmaktan vazgeçince ortada bir zalim de kalmayabiliyor.Aşkta da bu böyle…Zulüm, başkaldırmadığın sürece var.Mazlumlar sessiz kaldığı, bu sessizliğin karşılığında küçük bir payla ödüllendirildiği ve bu ödül için hayatından vazgeçtiği sürece var.Zalim, mazlumlar razı olduğu sürece var.Mazlum “dur” dediğinde, zulüm hemen durmasa bile güçsüzleşiyor.Yeter ki mazlum “dur” diyebilsin.
Lenin ‘Küçük bir hatayı büyütmenin en iyi yolu onu savunmaktır’ diyor.Bunu duyunca insan Lenin’in Türkleri tanıdığını düşünüyor, değil mi?Türkleri çökertebilecek tek bir güç var yeryüzünde…Türkler…Ve Türklerin hata yaptığını kabul etmeme konusundaki inanılmaz kararlılığı.Hatalarımızı savunmayı bir kenara koydum, biz hatalarımıza aşığız sanki…Hatalarımızı çok seviyor, asla onların bir hata olmadığını savunuyoruz.Çok sıkışırsak, yaptığımız hataların nedeni olarak başkalarını görme eğilimi taşıyoruz. Düşünsenize bir sabah uyandık ve bir baktık ki bu ülkenin başbakanı kendi halkına savaş açmış…Sanırım, yani bana öyle geliyor ki başbakanın çevresi bu savaşı destekleyen savaş hayranları gibi davranıyor…Sanki başbakana diyorlar ki ‘Senin gibi birine bunu nasıl yaparlar, sakın geri adım atma, yok et onları.’Başbakan da yok edilebilir sanıyor kendi halkını. Oysa çevresinde biri ‘Küçük bir hatayı büyütmenin en iyi yolu onu savunmaktır, aslında sen o gençleri anlayabilecek birisin, öylesin, sen vazgeç direnmekten’ dese, belki bir şeyler değişirdi.***Gezi direnişi sırasında yaşanan devlet vahşeti ve direnişçilerin cesur mizahı arasında bir babalar günü geçti, tam fark edemedik. Ama ben o gün kendimi, babamı, başbakanı ve kızını düşündüm.Bütün bu türbülansın içinden babasıyla beraber geçiyor Sümeyye Erdoğan da…Ve ne hissettiğini düşündüm, onun yerinde olsam ben ne hissederdim diye düşündüm. Baba kız ilişkileri yeryüzünde özel bir büyüsü olan, tadı başka hiçbir akrabalık ilişkisine benzemeyen, gücü yüksek bir ilişkidir bana sorarsanız…Babanız öyle olduğunu göstermese de sizin gözünüzde yanlış davranan bir adam durumuna düşmek istemez.Kimse payına düşen hayranlığı zedelemek istemez… Kendine rağmen bile…Babalar da tıpkı kızları gibi, o özel ilişki, o hayranlık hep devam etsin ister.Ben Tayyip Erdoğan’ı gençlere yaklaştırabilecek gücün kızı Sümeyye olabileceğini düşünüyorum bazen.***Babam bunu yıllar önce sanırım verdiği bir röportajda söylemişti, sonra da hiç unutmadım, ‘Çocuklarımın mutlu ve dürüst olmasını isterim, ben de onların gözünde dürüst ve iyi olmak isterim, benim öyle olmadığımı düşünürlerse, bir yerde yanlış yapıyorum demektir.’Birçok baba da böyle düşünür.Belki yapmak istediği pek çok şeyden, işlemek istediği pek çok günahtan, Allah korkusundan değil, çocuklarının kendisini günahkar bulmasından korkarak vazgeçer.Bunun iyi bir ölçü olduğunu biliyorum.Hiçbir baba çocuklarının gözünde yanlış yapmış olmak istemez.Lenin “Küçük bir hatayı büyütmenin en iyi yolu onu savunmaktır” diyor…Ben de diyorum ki, bir babayı hata yapmaktan, hatasız olduğuna inanmaktan, hatayı savunmaktan çocukları kurtarabilir…Bu bir başbakan bile olsa böyle olur bana kalırsa. Politikada, politİkacıların ihtiras dünyasında insani ilişkilere yer var mıdır ki diyebilirsiniz, ben her yerde insani ilişkilere yer olduğunu sanıyorum.Başbakanlar da dahil herkesi insani ilişkileri, ailesi, eşi, çocukları etkiler, bazen de çok olumlu etkiler.Biliyorum bu, bunca ciddi analiz, sosyolojik tahlil, çıkar çatışmaları, siyasi hesaplar arasında epeyce naif bir düşünce. Ama arada bir naifleşmekten kimseye bir zarar gelmez.Acaba Sümeyye Erdoğan’la babası neler konuşuyor? O konuşmalardan hayata neler yansıyor?
Kendisi zümrüt kakmalı tahtında oturup testilerle şarap içerek, fıskiyeli mermer havuzlarda üryan kızlarla oynaşırken, içki içen “kullarının” kellelerini kestiren bir halife padişahın yaptıklarını yadırgamayan ve onu tarihe yiğit olarak kaydettiren bir halkın, bugünkü politikacısı da elbet ‘bizim söylediklerimizle yaptıklarımız birbirini tutmaz, bu bizim geleneğimizdir’ diyecek…AK Parti ve başbakan, varoluş sebepleriyle, daha önce söyledikleriyle çelişen ne çok iş yapıyor uzun zamandır, değil mi?Onu destekleyen % 50’yi kendi ‘akrabaları’ sanan başbakan, o % 50’nin içinde aslında kendisine hiç benzemeyen, sadece onun demokrat tavrını ve cesaretini desteklediği için ona oy vermiş insanların da olduğunu hesaba pek katmıyor.Erdoğan, askeri vesayete karşı ülkenin ilk uzun soluklu ve başarılı sivil direnişini örgütleyen ve askerin siyaset üzerindeki hegomanyasını kıran lider.Bu unutulmayacak ve desteklecek büyük bir gelişme Türkiye için…***Ama son iki senede hızla değişti başbakan. Kendi gücünden büyülendi bana sorarsanız… Yapabileceklerinin bir sınırı olmadığına karar verdi.O yüzden şimdi, bir var olma savaşına girişiyor kendine ‘karşı’ olanlarla…28 şubatta muhafazakalara ne yapıldıysa aynısını ceberut tavırlarla kendisine benzemeyenlere o yapıyor.Başörtüsü baskısının yerini sokakta sarılamazsın baskısı aldı…Farkındasını değil mi, sokaklar her zaman devletin… Bizim değil… Anlayış bu… Sokakta başörtüsü takıp takamayacağına da, elele tutuşup tutuşamayacağına da devlet karar verecek.Bir yandan insanların hayat tarzlarına müdahale ediyor, karşı çıkanlara gazla, copla, polisle saldırıyor ama bir yandan da kendi halkına zulum yapan her lideri de kınıyor başbakan.Kendisine güldürüyor…***Ama gülünemeyecek bir başka gerçek var burada…En tehlikelisi…Erdoğan, İslami ve laik kesimler arasındaki derin yarayla oynuyor…İç savaş korkusu yaratacak şey bu işte…Pazartesi Taraf Gazetesinde Taner Akçam bunu harika anlatmıştı; ‘laik kesim, İslami kesimin iç değişimini anlamadı, şimdi de İslami kesim laik kesimde yaşanan iç değişimi anlamıyor.. Laik kesimin 10 yıldır suçlama olarak yönelttiği “şeriatçı” tekerlemesi ile AKP’nin şimdi başlattığı “28 Şubat” tekerlemesi arasında fazla bir fark yok. Ve en tehlikelisi de bu kültürel fay hatlarının giderek öne çıkacak olması. AKP’nin sivil direnişini anlamamak geleneksel laik kesimin siyasi sonunu hazırlamıştı. Aynı tehlike şimdi AKP’yi bekliyor.’AK Parti israrla laik kesimdeki değişimi göremiyor.Belki de normal aslında…Çünkü bu insanlar artık klasik “laik kesim” değil... Modern, demokrat şehirliler...Bu sivil direnişin ardındaki gençler Türkiyenin şimdiye kadar alışık olmadığı, bilmediği ‘birileri’…İdeolojilerin “askerleri” olmuyorlar… Birey olmanın bilincindeler… Bizim ülkemizde örgütselliğin değil bireyselliğin önde olduğu ilk toplumsal hareket bu…Geleceği ya da geçmişi istemiyor, bugünü istiyorlar…Şiddete şiddetle cevap vermiyor ama şiddetten de yılmıyorlar… Şiddete mizah ve zeka ile cevap veriyorlar… Teknolojiyi iyi kullanıyor… Devletin ve Türkiye’nin alışık olmadığı bir güç yaratıyorlar.Devlet bunu bildiği yöntemle bastırmaya çalışıyor, o da şiddet… Yaralıyor, zarar veriyor ama yenemiyor, yok edemiyor bu gücü…Kararlığını aşamıyor…“Koşan adamı” yakalasa, “duran adam” çıkıyor” karşısına.Dünyaya örnek oluyor bu gençler…Bir ara bize acıyordum yaşadıklarımızdan dolayı ama ben galiba AK Partiye acıyorum artık…Bir siyasi iktidarın aynı zamanda hem saldırganlaşıp çirkinleştiği hem de çaresizleşip gülünçleştiği azdır çünkü.