Son zamanlarda neredeyse ilgimi çeken tek konu var; barış sürecinde bizim bilmediğimiz neler oluyor ve yıllardır beklediğimiz barış gerçekten olacak mı?Silahlar sustu.Bu muhteşem gerçeği biliyoruz.Ama devamında ne olacak bilmiyoruz.Bu “ateşkes” kalıcı bir barışa dönecek mi, dönecekse bu barışın şartları neler olacak?Ve bu ateşkes nasıl kalıcı bir barışa dönecek?Bu soruların benim açımdan böyle canhıraş bir hale gelmesinin nedeni Gezi olayları.Gezi olayları bize bugünkü yönetimin özgürlüklerden hoşlanmadığını, her türlü iktidar aleyhtarı gösteriyi şiddetle bastırmaya yeltendiğini, iktidarı eleştirmenin yöneticiler tarafından bir “ihanet” olarak görüldüğünü, maçlarda atılacak sloganlara bile karışıldığını, basının 28 Şubat’ta bile görülmeyen bir baskının altına alındığını gösterdi.Gösteri ve düşünce özgürlüğünün neredeyse tümüyle ortadan kaldırıldığı bir dönemden geçiyoruz.Bugün yönetimi eleştiren bir gazeteci işsizliği de göze almış oluyor.Fikirler özgürce tartışılamıyor.***Benim cevabını bulamadığım soru şu:Özgürlük olmadan barış olur mu?Özgürlük olmadan ateşkes olur, iki lider bize söylemedikleri bazı konularda anlaşır, silahlar susar.Zaten ateşkesin olabileceğini de gördük.Ama barış olur mu?Olursa nasıl olur?***Bu savaş özgürlükler olmadığı için çıkmadı mı?Kürtlerin özgürlükleri ellerinden alındı, bırakın anadillerinde eğitim yapmayı 12 Eylül’de anadillerini konuşmaları bile yasaklandı.Özgürlükler olmadığı için başlayan bir savaş, özgürlükler olmadan nasıl barışa dönüşecek?Bu ülkenin her ırktan, her dinden, her mezhepten bütün vatandaşları özgür olmadan nasıl kalıcı barışa kavuşabileceğiz?***Bu sorunun iki cevabı olabilir.Birincisi, “özgürlükler olmadan da devletle Kürtler barış yapabilir” denebilir.Böyle denirse “özgürlükler olmadan da barış yapılabiliyorsa Kürtler neden otuz yıl savaştı o zaman” sorusunun cevabının da verilmesi gerekir.İkincisi, “Türkiye’de bir özgürlük sorunu yok” denebilir.O zaman da, “susturulan ve işsiz bırakılan gazetecileri, gösteri yaptı diye tutuklanan insanları, gösteriler sırasında öldürülenlerin hesabının sorulmamasını nasıl açıklıyorsunuz” sorusunun cevabının verilmesi beklenir.***Yıllardır barış hayaliyle yaşıyoruz.Erdoğan’ın kararlı duruşu ve Öcalan’ın resmen devreye girmesiyle barışa çok yaklaştık.Ama biz barışa yaklaştıkça özgürlükler azalıyor.Ben de merak ediyorum.Barış ihtimali büyüdükçe neden özgürlük alanları küçülüyor?Neden birbirine benzemeyen milyonlarca insan özgürlüklerini tehdit altında görerek sokaklara çıktı?Bu milyonlarca insan komplolara alet olan aptallardan ve ajanlardan mı oluşuyor, milyonlarca aptal ve ajan mı yaşıyor bu ülkede?Aslında sokağa fırlamalarına yol açacak bir baskı ortamı yok mu?Ve asıl soru.Özgürlük olmadan kalıcı barış olur mu?Olursa nasıl olur?Bu işleri benden daha iyi bilen birileri, bu soruların cevabını, hakaret etmeden, ihbar etmeden, insanların zekasını aşağılamadan, bütün göstericilerin “göbeğini kaşıyan aptallar ve ajanlar” olduğunu söylemeden verebilir mi?
Dün Abdullah Öcalan’ın ‘böyle giderse barış sürecinden elimi çekerim.’ dediğini okuduğumda içim sıkıldı birden... Korktum...Barış sürecini gerçekten geride kalmış hissettim...Gazeteleri okumaya devam ettikçe bazen endişelerim arttı bazense gereksiz paniğe kapıldığımı düşündüm...Ama içimde kekremsi bir tad kaldı günün sonunda... Gerçekten barış olacak mı, merak ettim...Olacak tabii olacak dedim kendi kendime ama demokrasi olmadan nasıl olacak diye düşünürken, Ocak ayında yazdığım yazı geldi aklıma...***‘ Yılardır hiç görmediğimiz tam ne olduğunu bilmediğimiz bir masal kuşundan bahseder gibi demokrasiden konuşuyoruz. Kimimize göre bu demokrasi çok yırtıcı… Kalleş hatta… Topraklarımıza gelirse vatanı pençeleriyle paramparça edecek. Kimimize göre de o masal kuşu gelirse herkes güler yüzlü, hoşgörülü olacak… O kuş her kanat çırptığında hayat daha güzelleşecek… Hepimizin hayatı değişecek. Kimilerine göre de demokrasi para demek… Hukuk demek… İnsan hakları demek…Zenginlik getirecek demokrasi demek.İnsanın eksikleriyle yaşama tutunabildiğine inanırım ben… Eksik parça, varlığı güçlendiren bir şeydir… O eksiği bulup tamamlama arzusu, yaşam enerjisi yaratır…Eksiğiniz sizi besler…Hayatı tekrar tekrar eksik yerinizden doğurma şansı bulursunuz, bana sorarsanız… Ben buna inanırım yani… Eksik yeriniz hayat dinamonuzdur…Varlığımızın en önemli parçalarından biridir eksik yeriniz. Ve eksikliklerimiz hiç bitmez. Her eksiğimizi kapadığımızda başka bir eksiklikle karşılaşırız.Böyle ilerleriz. Ama kapatamadığımız bir eksikliğimiz olursa, o zaman hayatımız orada takılır kalır.Toplumlar için de bu böyle diye düşünüyorum… Eksik yerin seni belirler. Bizi her şeye rağmen çökmekten kurtaran şey o eksiği kapama çabamız, demokrasi arayışımız. İnsan gibi yaşamaya duyduğumuz özlem, bizi ileriye taşıyor… Eksiğimiz bizi uyanık tutuyor… Yani en azından birilerimizi…Çünkü yeniden yeni bir hayat doğurma şansımız var demokrasi eksiğimizden. O eksiğimizle dönüşeceğimizi, değişeceğimizi hissedebiliyoruz. O eksiğimizi kapadığımızda da sıra başka eksiklikleri kapamaya gelecek. Ama önce demokrasi eksiğini kapatmak gerekiyor.Çünkü demokrasisi tam işlemeyen bir ülkede barış yapmaya çalışıyoruz. Demokrasi olmayınca, ne barış oluyor, ne gelişme oluyor, ne bilim oluyor, ne yaratıcılık oluyor. En azından olması gerektiği kadar olmuyor.Şimdi her zamankinden fazla o eksiği kapatma isteğine ve gücüne ihtiyacımız var… Yoksa, demokrasi olmayan yerde barış nasıl olacak?Barış, üretimi olmayan, doğru dürüst bir anayasası olmayan bir ülkede nasıl olacak? Üretimi bu kadar az olan bir ülkede demokrasi, demokrasisi bu kadar az bir yerde barış nasıl olacak?Olmuyor da zaten… Bir türlü eksiğimizi kapatıp bir üst düzeye, bir üst düzeydeki eksikliğe geçemiyoruz. Cumhuriyet tarihi boyunca demokrasiyi ülkeye getirememişiz. Askeri vesayet buna engel olmuş.Askeri vesayetten kurtulduk ama gene demokrasi eksiğini kapatacak adımı atamıyoruz. Bu sefer de siviller, “askeri vesayetin” kendi bünyelerinde yarattığı sakatlıklardan kurtulamıyorlar. Askeri vesayetin baskıcılığının siviller eliyle yürütülmesini istiyorlar.Eksiklik, o eksikliği kapatmak isteyene büyük bir güç veriyor, buna inanıyorum. Ama o eksikliği kapatmak için uğraşmaz, hayatınızı o eksiklikle sürdürebileceğinizi sanırsanız, bu sefer de o eksiklik hayatınıza yerleşip bir sakatlığa dönüşüyor.’ diye yazmıştım...***İçim daha da sıkıldı, bunu okuyunca...Koktuğumun başımıza geldiğini, demokrasi eksiğinin sakatlığa dönüştüğünü düşündüm..Hiç ilerleyemediğimiz gibi hatta belki de geriledik demokrasi alanında...Siz ne diyorsunuz?Paniğe gerek var mı, yok mu?Abdullah Öcalan süreçten çekilir mi çekilmez mi?Çekilirse neler olur?Ya da bu ülkeye demokrasi ve barış gerçekten birgün gelir mi?
Kendi halkına ihanet eden darbecilerin kendi insanlarını öldürmekten kaçınmadığını, alçaklığın ve ahlaksızlığın en derin uçurumlarına atlamaktan çekinmediğini biz dünyada da ülkemizde de çok gördük.Şimdi aynı kanlı vahşetin Mısır’da yaşandığına şahit oluyoruz.Darbeciler, seçilmiş hükümetlerine sahip çıkan vatandaşlarını makinelilerle tarıyor, keskin nişancılarına vurduruyorlar.200’e yakın ölü, binlerce yaralı var.Gün, Mursi’nin hatalarını eleştirme değil, darbecilere karşı çıkma günüdür.Mursi iktidardayken onun diktatörleşme çabalarına Mısırlı demokratlarla yürek kardeşliği yaparak karşı çıkmak ne kadar görevimizse, bugün silahla devrilen Mursi’nin ve onun cesur taraftarlarının hakkını korumak da o kadar görevimizdir.Devrilmeden önce haksız olan Mursi’ydi, bugün haksız olan onu silahla deviren darbecilerdir.Siyaset, bütün yanlışları ve doğrularıyla sivillere ait bir alandır, oraya silahlılar hiçbir nedenle giremez.Girdikleri anda diğer bütün hatalar ve yanlışlar önemsiz kalır, önce seçilmişlerin hakkını silahlılara karşı koruyacağız, silahlıları sahneden çıkartacağız ancak ondan sonra seçilmişlerin yaptıkları haksızlıklara karşı çıkacağız.Bugün vicdanı olan herkes Mısır halkıyla, seçimle işbaşına gelen Müslüman Kardeşlerle, halkın oylarıyla seçilen Mursi’yle dayanışmak zorundadır.Bugün kendimizi zulme uğrayan bir Mısırlı, hakkı çalışmış bir İhvan gibi hissetmezsek, yüreğimizde o acıyı ve öfkeyi yaşatamazsak, bir daha acılar karşısında konuşma hakkımızı yititiriz bence.Önce silahlı alçaklarla dövüşeceğiz.Onları lanetleyeceğiz.***Neden korkalım nefretten?Darbecilerden nefret etmekten neden vazgeçelim?Silahla çözüm arayanlarla uzlaşmayız, nefretlerimizden vazgeçmeyiz.Seçilmişlerin hatalarından ve ölçüsünü kaybetmiş ihtiraslarından yararlanarak kendilerine silahla iktidar yolunu açmaya kalkanlarla mücadeleden asla geri kalmayız.“Biz insanız” diyorsak geri de kalmamalıyız.Eğer Mursi’nin ve onun gibilerinin diktatörlük arayışlarına direneceksek, bu, ancak onu silahla devirmeye çalışanlara, meydanlarda insanları öldürenlere duyduğumuz nefretle bir mana bulur.Aksi halde yanlışları söyleyen ama acılara ölümlere aldırmayan tuhaf bir insan oluruz.***Dün, Mursi’yi ve Müslüman Kardeşleri demokrasiye davet eden demokratlardık.Bugün, darbeye direnen İhvanız.Dün Tahrir’de direnenlerdik.Bugün Adeviye’de vurulanlarız.Zalimle mazlumun sık sık yer değiştirdiği bu coğrafyada biz hep aynı yerde, mazlumun yanındayız.Vicdanını satmayan, haysiyetini pazarlık konusu yapmayan, haksızlıktan kaçınan, dürüstlükten sapmayan biri olmak istiyorsak, buysa bizim hayat düsturumuz gerçekten, duracak da başka bir yer yoktur.İnsan olanın yüreği bugün Adeviye’de atar…İhvan’la birlikte atar.‘Biz insanız’ diyorsak…
Tasavvuf düşünürü Ömer Tuğrul İnançer’in ‘hamile kadınlar sokakta gezemez’ dediğini okuyunca, merak edip ne dediğini izledim.Abartılı bir aktarım ya da haksızlığa uğradığını düşüneceğim bir parça aradım sözlerinde. ‘Böyle dememiştir, kimse böyle demez’ diye geçirdim içimden…Ama ‘Hamileliği davul çalarak ilan etmek bizim terbiyemize aykırıdır. Böyle karınla sokakta gezilmez. Her şeyden önce estetik değildir. 7-8 aydan sonra anne adayı biraz hava almak için beyinin otomobiline biner, biraz dolaşır. Sonra akşam üstü çıkarlar. Şimdi ise maşallah, kanatlısı kanatsızı televizyonlarda uçuşuyor. Ayıptır ayıp. Bunun adı realizm değildir. Bunun adı terbiyesizliktir’ dedi. Hiç çekinmedi bunu söylerken… Çok inandığı bir şeyi söylediği çok açıktı…En aklı başında bilinenlerinin bile bu denli çıldırması tüylerimi diken diken etti, ürperdim.***‘Bunların nesi var, ne oluyor’ diye düşündüm. Gerçekten tek tek hastalanıyor gibiler…Akıllarına her geleni hiç çekinmeden söyleyebileceklerine inanmaları, akıllarına gelenlerin ise gittikçe daha ürkütücü olması, bütün ülkeyi dibe doğru çekiyor… Karanlık bir girdap gibi kendi içine doğru boşalıyor her şey. Böyle ölümcül bir burgunun çekimine direnmek için gerçekten bir güç geliştirmek gerekiyor.Aldırmadan yanlarından geçip gidemiyorsun.Saçmalayanlara gülüp geçememek gibi bir cezayla cezalandırdı Tanrı bizi sanki… Bu gerçek, saçmayanlardan daha fazla sıkıyor beni.Saçmalayanlarla eğlenemeyecek kadar ciddi bir saçmalama boyutu var artık bu ülkede.***Gerçekten son zamanlarda olanlara bakınca, kertenkeleler gibi en yüksek zirvelere tırmanmış düşünce sürüngenlerinin seviyesizlikleri beni çok rahatsız ediyor… Medyada, sanatta, iş dünyasında, politikada. Dalkavukluğun, saldırganlığın, insan düşmanlığının bu derece arttığı başka bir dönem bilmiyorum doğrusu.İş, hamile kadınlara kadar geldi.Hamile kadınların sokakta dolaşması terbiyesizlikmiş.Niye?***O hamile kadınları görmek size niye rahatsız ediyor?Ne düşünüyorsunuz hamile kadınları görünce, aklınıza ne geliyor?Bugün hamile kadınlara sokağı yasaklamaya kalkanın, yarın bütün kadınlara sokağı yasaklamak istemesine şaşırmam doğrusu.“Hamile kadınlar sokağa çıkmasın” önerisi rahatlıkla “hamile kalabilecek hiçbir kadın sokağa çıkmasın” önerisine dönebilir. Bunu söyleyen adamın titri de “tasavvuf düşünürü.”Tasavvuf gibi derin ve incelikli bir kültürün Türkiye’de geldiği nokta bu mu?Yunus Emre’lerden, Pir Sultan Abdal’lardan, Şeyh Galipler’den gelen o “ma-nevi yolculuğun” son merhalesi bu mu olacaktı bu ülkede?Arınmak için dönüp bakacağımız yerlerde gördüğümüz bu kirli gölgeler sanki hepimizi kirletiyor…Elimde olmadan bu duyguya kapılıyorum… Umutsuzluğa en çok bu kirli gölgelere gülemediğim zaman yaklaşıyorum…Ben bu konularda henüz istediğim kadar bir bilgiye sahip değilim ama bu konuları bilenler bir cevap versin…Utanmayı bilmeyen tasavvufu nasıl bilecek?
Her insanın tek bir yaşamı vardır… İnsanlık denilen koca kalabalığın içinde kendi o küçük macerasını yaşar insan.Yalnızca tek bir hayatımızın olması, üstelik de bunun kendi isteğimizin dışında, zamanını hiç bilemeyeceğimiz bir şekilde son bulacağını bilmek ‘kırar’ bizi hiç farkında olmadan.‘Ben de mi öleceğim yani’ duygusu çoğumuzun bilinçaltında vardır.Belki de hiçbir şeye güvenimizin olmaması ölümlü doğduğumuz içindir…Kendimizi ne olursa olsun yalnız, korunaksız, güçsüz hissetmemizin sebebi hayatımız hakkında aslında söz sahibi olmamamızdandır.Ölümlü olmayı kabul etmeye çalışarak geçer ömür.***Bazılarımız ölümle barışmaya çalışırken bazılarımız da ölüme meydan okur.Tarih boyunca ölümle didişenlerin hikayesini okuruz biz.İnsanlığa baktığımızda da insanların iki biçimde ölüme meydan okuduklarını görürüz bence.Var ederek ölüme meydan okuyanlar ve yok ederek ölüme meydan okuyanlar.Bazıları kitaplar yazar, filmler çeker, resim heykel yapar, teknolojiyle dünyayı küçültür… ‘insan ve insanlık arasında köprü’ kurar.. Var ederek kendini kanıtlamaya, ölümle dövüşmeye uğraşır…Bazıları da silahları üretir, insanları öldürür, savaşlar çıkarır, her şeyi yıkıp yıkar ve insanla insanlık arasındaki tüm köprüleri yıkmaya çabalar…Ve yok ederek ölüme direnmek ister…***Her ikisinde de aynı ihtirası görüyorum ben, ‘ben ölmeyeceğim.’Sanki aynı ağaçtan biri lezzetli, biri zehirli iki meyve çıkıyor.İkisi de ölümden kaçmaya çabalıyorama biri var ederek, diğeri yok ederek bunu yapmayı tercih ediyor.Hayatın neyi tercih ettiğinle iligili.Ben de ölümden korkuyorum…Ben de öleceğim diye kırgınım Tanrıma… Muhtemelen siz de.Hepimiz var olmak için, ölümsüz olabilmek için farkında olarak ya da olmayarak uğraşıyoruz.Ama belki de esas soru şu, neden var ederek ölüme baş kaldırmak varken yok ederek var olmayı tercih eder bir insan?Hangi özelliklere sahip olanlarımız bunu tercih eder?Hepimiz aynı kırgınlığa sahipken, hepimiz benzer masumiyetle doğarken ne olunca kararımızı değiştiririz?Ve yok edenlerin tarafına geçeriz?***Bu soruyu düşününce aklıma tarihte iz bırakan liderler geliyor.Var ederek var olduğu bir yerden, yok ederek var olmaya gözlerimizin önünde geçiş yapanlar...İnsan merak etmeden duramıyor…Bu kadar büyük bir değişikliği yaratan ne oluyor acaba?Niye “yeni bir ülke yaratma” ihtirasından, insanları bölen, birbiriyle çatıştırmaya uğraşan ve kendi ölümsüzlüklerini böyle kanıtlamaya çalışan bir zehirli ihtiras tuzağına düşüyorlar?Bunun cevabını bilemiyor insan.Pek çok liderin insanlık macerasında iz bırakan büyük liderler kuşağından geldiğine inanıyorum ama anlayamadığım bir nedenden ağacın zehirli yanında olgunlaştıklarını düşünüyorum.Hem kendileri için hem de ülkeleri için yanlış bir dalda durmayı tercih ediyorlar.
Ahmet Altan Uludere katliamının sorumlularının ortaya çıkmasını istediği Devlet Yardakçılığı ve Ahlak yazısı nedeniyle basın yoluyla Başbakan Erdoğan’a hakaretten mahkum oldu.Bu haberi okuduğumda nedense önce gülümsedim.Sanırım hala bir umudum var benim.Bazen bir kitap, bir acı, bir olay, bir film, dalgın sular gibi salınan düşüncelerimizde büyük dalgalar yaratır, eski sorulara yeni cevaplar buldururken cevabını henüz bulamadığımız yeni sorular keşfettirir ya, kendinizle, hayatınızla, işinizle, hesaplaşmaya koyulursunuz…Değişirsiniz…Değişmeye izin verirsiniz.Sanırım ben de Erdoğan’dan hala böyle bir şey bekliyorum…Ülkedeki acılardan bir tanesiyle bir sabah farklı uyanmasını ve değişmesini bekliyorum hala.Fazla bir ümit olabilir bu…Ülkenin gerçeklerinden kopuk olduğunu düşünebilirsiniz duygularımın…Ama ben hala bu ülkenin başbakanının yazıdan, fikirden, açıklıktan, şeffaflıktan korkmasını anlayamıyorum.Uludere gerçeklerinin niye ortaya çıkarılmadığını kavrayamıyorum.Bunları düşünürken, o yazıyı merak ettim.Hemen açtım, bir daha okudum.‘Değer miydi devletin zehirini içmeye’ diye bitiyor yazı. Değer mi gerçekten devletin zehirini içmeye?Sert bir yazıydı…Ama doğru bir yazıydı…Başbakan’a doğru soruları soran bir yazıydı.Tam o anda, telefonuma bir mesaj geldi, belli ki hepimiz aynı anda haberleri okuyorduk.Bu mahkumiyete ve başbakana öfkelenmiş bir dost yazmıştı, ‘çok geçmiş olsun’ diye bitiyordu. Mesajın sonundaki ‘çok geçmiş olsun’ dileğini okuyunca bir an babama bir şey oldu sandım. Yazıyla ilgili bir mahkumiyet kararı olduğunu unuttuğumu fark ettim hemen arkasından da.O olay bir anda aklımdan çıkmıştı. Çünkü bir yazar yazı yazar, bir devlet onu mahkum eder ve bir dost geçmiş olsun derse, bu, o kadar doğal bir şekilde anlayıp kabullenebileceğiniz bir şey olmuyor.Defalarca yaşanmasına rağmen…Bu topraklarda yönetcilerin yazarlara ve gerçeklere düşman olduğunu bilmenize rağmen…Aklınız bunu bir çırpıda kabul etmiyor.Ama gerçek bu.Gerçek bu olsa da benim hala bir umutum var.Askeri vesayet döneminde gerçeklerle yüzleşmekten korkmayan Erdoğan’ın yeniden aynı cesarete kavuşacağını umuyorum.‘Uludere’nin sorumluları şunlardır ve gereklı hesap sorulacaktır” demesini bekliyorum.Çok safça olabilir bu beklenti ama bir zamanlar çok başarılı olan önemli bir liderin gözümüzün önünde böylesine eriyip gittiğini görmek de çok üzücü.Belki yakında Erdoğan’ı eleştirebilen hiç kimse kalmayacak medyada… Ama sanırım başbakanın sorması gereken soru şu:Hiç kimse eleştirmezse Uludere gerçeği ortadan kayıp mı olacak?Bunun hesabını bugün vermek, ilerde vermekten daha iyi değil mi?
Doğada geçirdiğim zaman arttıkça, hayatın bizim algıladığımız kısmı giderek komik gözüküyor bana.Neleri ciddiye aldığımız ve kendimizi nasıl algıladığımız doğanın işleyişi yanında insanı güldürüyor gerçekten. Bizler doğanın kurallarına pek aldırmadan yaşıyoruz.Hata doğanın parçası olduğumuzu unuttuk bile…O kuralların bizim hayatımızı da güzelleştireceğini bilmiyoruz.Kendimizi ve düşündüklerimizi öylesine esas zannediyoruz ki bir fetişistin tutkusuna dönüşüyor bizim kendi düşündüklerimize olan bağlılığımız,haklılığımıza olan düşkünlüğümüz. ***Sayısız Fenerbahçe taraftarından mail aldım yine geçen günkü yazıdan sonra…Gezi direnişi yazılarından sonra da AK Parti taraftarlarından oldukça fazla mail geliyor.Hep aynı kızgınlık var…‘Biz haklıyız kabul et.’***Farkındasınız değil mi?Söz düelleloları, haklı olma açlığı taşıyan gerginlikler genellikle bizim gibi toplumlarda var…Sözlü tartışmalara, sadece haklı olmaya düşkünüz biz. Hani bazı adamlar vardır topuk fetişistidir.Bir kadının kendisinden ziyade topuğuyla ilgilidir.Kadını değil sadece topuğunu görmek ister…Küçük bir parça bütünden daha önemlidir onun için.Galiba bizim toplumumuzda da bu tür fetişizmler bulunuyor bazı konularda.Küçük bir ayrıntıya takılıp bütünü her defasında kenara bırakıyoruz çünkü biz…Konu ne olursa olsun.Yalnızca o ayrıntıyı konuşmaktan, o ayrıntıyı tartışmaktan, o ayrıntıyla ilgilenmekten ‘mutena’ bir zevk alıyoruz.O küçük parçada haklı çıkmak istiyoruz.Ne Fenerbahçede aslında ne oluyor, ne Türkiyede aslında ne oluyor bizi ilgilendirmiyor.Biz kendimize küçücük bir yer seçip orada haklı olmaya bayılıyoruz…***Halbuki doğada haklı olmak yok, uyumlu olmak var. Gerçeklerle uyumlu olmadığında hayat seni çarpıyor.Geçen gün küçücük bir kitap aldım…Ayın hareketlerine göre yaşam…İçinde haklı çıkma fetişmi olmayan bir kitap…Ayın hareketlerini ve doğadaki değişimi anlatıyor. Doğadan nasıl koptuğumuzu, kendi hayatlarımızı nasıl asıl sanarak doğanın parçası olduğumuzu unuttuğumuzu ve nasıl giderek huzursuz ve mutsuz insanlar haline dönüştüğümüzü, uyum yerine söze olan düşkünlüğümüzü…Ayın ritmi ile doğanın ilişkisine vuruldum…Size küçücük eğlenceli bilgiler vereyim mi?Bugün 21 temmuz…Ay büyümekte…Bedene verilen her şey iki kat değerleymiş bugün…Alınan ilaçların etkisi daha güçlü…Şifalı bitkilerin toplanma zamanı…Cilt ve tırnak bakımına için uygun günler…Bitkilerin gübrelema zamanı…Kök bitkiler ekebilirsiniz, zerdeçal zencefil turp soğan sarımsak rezene…Elma kayısı kiraz seftali vişne üzüm incir et balık peynir tam bugday ve kök sebzeler tüketme günü…***Doğa ne kadar sade ve uyumlu.Onun dediklerine uymazsanız buna hiç aldırmıyor ama bir sure sonra siz bir şekilde bir bedel ödüyorsunuz bu hatanız için.Hayatın içinde de böyle olduğunu düşünüyorum bazen.Gerçeğin sadeliğinden koptuğunuzda, haklı görünmenin fetişizmine kapıldığınızda sonunda bir bedel ödemekten kurtulamıyorsunuz.Doğanın parçası olun… O sizin ‘haklılığınızı’ sizden daha iyi korur…Gerçeklerle uyumlu musun?Doğada geçirdiğim zaman arttıkça, hayatın bizim algıladığımız kısmı giderek komik gözüküyor bana.Neleri ciddiye aldığımız ve kendimizi nasıl algıladığımız doğanın işleyişi yanında insanı güldürüyor gerçekten. Bizler doğanın kurallarına pek aldırmadan yaşıyoruz.Hata doğanın parçası olduğumuzu unuttuk bile…O kuralların bizim hayatımızı da güzelleştireceğini bilmiyoruz.Kendimizi ve düşündüklerimizi öylesine esas zannediyoruz ki bir fetişistin tutkusuna dönüşüyor bizim kendi düşündüklerimize olan bağlılığımız,haklılığımıza olan düşkünlüğümüz. ***Sayısız Fenerbahçe taraftarından mail aldım yine geçen günkü yazıdan sonra…Gezi direnişi yazılarından sonra da AK Parti taraftarlarından oldukça fazla mail geliyor.Hep aynı kızgınlık var…‘Biz haklıyız kabul et.’***Farkındasınız değil mi?Söz düelleloları, haklı olma açlığı taşıyan gerginlikler genellikle bizim gibi toplumlarda var…Sözlü tartışmalara, sadece haklı olmaya düşkünüz biz. Hani bazı adamlar vardır topuk fetişistidir.Bir kadının kendisinden ziyade topuğuyla ilgilidir.Kadını değil sadece topuğunu görmek ister…Küçük bir parça bütünden daha önemlidir onun için.Galiba bizim toplumumuzda da bu tür fetişizmler bulunuyor bazı konularda.Küçük bir ayrıntıya takılıp bütünü her defasında kenara bırakıyoruz çünkü biz…Konu ne olursa olsun.Yalnızca o ayrıntıyı konuşmaktan, o ayrıntıyı tartışmaktan, o ayrıntıyla ilgilenmekten ‘mutena’ bir zevk alıyoruz.O küçük parçada haklı çıkmak istiyoruz.Ne Fenerbahçede aslında ne oluyor, ne Türkiyede aslında ne oluyor bizi ilgilendirmiyor.Biz kendimize küçücük bir yer seçip orada haklı olmaya bayılıyoruz…***Halbuki doğada haklı olmak yok, uyumlu olmak var. Gerçeklerle uyumlu olmadığında hayat seni çarpıyor.Geçen gün küçücük bir kitap aldım…Ayın hareketlerine göre yaşam…İçinde haklı çıkma fetişmi olmayan bir kitap…Ayın hareketlerini ve doğadaki değişimi anlatıyor. Doğadan nasıl koptuğumuzu, kendi hayatlarımızı nasıl asıl sanarak doğanın parçası olduğumuzu unuttuğumuzu ve nasıl giderek huzursuz ve mutsuz insanlar haline dönüştüğümüzü, uyum yerine söze olan düşkünlüğümüzü…Ayın ritmi ile doğanın ilişkisine vuruldum…Size küçücük eğlenceli bilgiler vereyim mi?Bugün 21 temmuz…Ay büyümekte…Bedene verilen her şey iki kat değerleymiş bugün…Alınan ilaçların etkisi daha güçlü…Şifalı bitkilerin toplanma zamanı…Cilt ve tırnak bakımına için uygun günler…Bitkilerin gübrelema zamanı…Kök bitkiler ekebilirsiniz, zerdeçal zencefil turp soğan sarımsak rezene…Elma kayısı kiraz seftali vişne üzüm incir et balık peynir tam bugday ve kök sebzeler tüketme günü…***Doğa ne kadar sade ve uyumlu.Onun dediklerine uymazsanız buna hiç aldırmıyor ama bir sure sonra siz bir şekilde bir bedel ödüyorsunuz bu hatanız için.Hayatın içinde de böyle olduğunu düşünüyorum bazen.Gerçeğin sadeliğinden koptuğunuzda, haklı görünmenin fetişizmine kapıldığınızda sonunda bir bedel ödemekten kurtulamıyorsunuz.Doğanın parçası olun… O sizin ‘haklılığınızı’ sizden daha iyi korur…
F.Bahçe’nin şike yaptığına ilk günden beri ikna olmuş; bu nedenle birçok tehdit ve hakarete maruz kalmış biri olarak, UEFA’nın F.Bahçe’yle ilgili aldığı son karara şaşırmadım desem yalan olur.Gerçekten şaşırdım ve neler olduğunu daha iyi anlamak için Milliyet’in yeni spor müdürü, Tayfun Bayındır’ı aradım. Harika şeyler anlattı tahmin ettiğim gibi:- Şike sürecinin başından beri sadece kendi geleceğini düşünün şovmen avukatlara güvenen F.Bahçe, bir ay önce Avrupa spor hukukunun Messi’si sayılabilecek Alman avukat Dirk Reiner Martens’in kapısını çalıyor.- Martens savunmasını “UEFA F.Bahçe ile ilgili men kararını spor hukukuna göre değil, mahkeme kararlarına göre alıyor. Bunun yapılması yanlış” şeklinde özetleyebileceğimiz bir mantıkla kuruyor. Ancak en son Tahkim Kurulu da 2+1 yılı onadıktan sonra F.Bahçe adına CAS’a başvuruyor.- CAS eğer F.Bahçe’ye haksızlık yapıldığına dair bir karar alırsa, UEFA’nın çok büyük tazminatlar ödemesi söz konusu... Bu nedenle UEFA ile Marten masaya oturuyorlar. Ve CAS kararını verene kadar, F.Bahçe’ye verilecek cezayı erteleme konusunda uzlaşmaya varıyorlar.- CAS’ın iki türlü yargılama biçimi var. 6 ayı aşan titiz yargılama... Ya da 6 aydan kısa süren (genelde 1 ay) çabuk yargılama... F.Bahçe ve UEFA çabuk yargılamayı talep ediyor. CAS; F.Bahçe’nin dosyasını 28-29 Ağustos’a kadar karara bağlayacak ve F.Bahçe’nin suçlu ya da suçsuz olduğuna karar verecek.- Son 24 saatte yaşanan her şey, UEFA’nın tazminat ödemekten korktuğu için prosedürlere uygun hareket etmesinden kaynaklanıyor anlayacağınız. Bekleyip göreceğiz… ***Ama bu gelişmeler F.Bahçe ile ilgili düne kadar vardığım hükümlerin değişmesine sebep olmadı ne yazık ki.Çünkü hala aynı şeyi düşünüyorum, mahkeme ve UEFA’da yaşanan süreç, tamamen F.Bahçe’nin hatasından kaynaklanıyor bana sorarsanız.Aziz Yıldırım hukuk savaşı vermek yerine kendine hayali düşmanlar yaratıp, başka başka hedefler aradığı için içinden çıkılmaz hale geldi bu süreç...Daha iki gün önce medyayı toplayıp “Başımıza bu çorabı G.Saray ördü” diyerek Lütfi Arıboğan, İlhan Helvacı ve Ebru Köksal’ı hedef gösterdi. Ondan önce TFF’yi hedef aldı. Daha evvel de süreç boyunca F.Bahçe’yi korumaya çalışmaktan başka bir şey yapmayan ve bu uğurda koltuğunu kaybeden Mehmet Ali Aydınlar’ı... Siyaseten AK Parti ve Fethullah Gülen de F.Bahçe’nin suçlu göstermeye çalıştığı cepheler arasında yer aldı.Bir tek F.Bahçe suçsuzdu; onun dışında kalan herkes suçluydu yani Aziz Yıldırım’a göre.Bu bakış açısı insanı gerçekten çileden çıkarıyor... F.Bahçeli yöneticilerin yaptıkları hatalar gün gibi ortada.Aziz Yıldırım’ın F.Bahçe’yi kullanarak kendini bu çukurdan kurtarmaya çalıştığı ortada...F.Bahçe ilk dakikadan itibaren sorumluluğu alsa, işinin ehli hukukçularla kendini savunsa, belki kulüp kendisini bu işten daha rahat sıyırabilecek, alınmış 1 yıllık Avrupa cezası ile her şey bitmiş olacaktı.Şark usulü savunma ve kavga metotlarıyla F.Bahçe’ye daha fazla zarar verdiler ve olayın çapını genişlettiler.Bu durumun suçlusu F.Bahçe’nin hedef gösterdiği kişi ve kurumlar değil, Aziz Yıldırım’ın bizatihi kendisidir.Fenerbahçeliler bunu neden görmek istemiyor anlamak mümkün değil…Umarım UEFA’yla bu yeni anlaşma işleri daha da karışık hale getirmez…