Her şeye rağmen hâlâ gazetelere gazete muamelesi yapmayı seviyorum ben…Her şeye rağmen sabahları umutla uyanmayı, sanki daha iyi bir Türkiye’de yaşıyormuşum gibi kahve kokusuna gazeteleri okuma zevkinin karışmasını seviyorum.Dün de aynı heyecanla uyandım.Gazeteleri aldım ve spor sayfalarından başladım. Aylar olmuş gibi gelmesine rağmen beş gün geçti 2020 Olimpiyat şehri olmayı kaybedişimizin üzerinden ama ben hâlâ beklediğim yazıyı okuyamamıştım bu kaybedişle ilgili…Onu arıyordum.***Ve o gün gelmiş işte, Milliyet’te Uğur Meleke’nin yazısını gördüm, “Olimpiyata hazırız, savaşa değil.”Yazı şöyle bitiyor:“İstanbul tanıtım filmimizle bu kentin harika bir yer olduğunu da dünyaya inandıracaktık belki ama maalesef savaş denen soğuk, ruhsuz ve kahpe gerçekle yüzleştik.Sayın Başbakan olimpiyata hazır olduğumuzu dünyaya haykırmadan 24 saat önce savaşa da hazır olduğumuzu iletmişti yeryüzüne.Bir kentin hem savaşa hem olimpiyata hazır olması nasıl bir çelişkidir Allah aşkına?Üstelik Başbakan, savaşa hazırız derken neyi kastetti ki sahi? Referandum yapılıp halka savaşa hazır olup olmadığı soruldu da ben mi duymadım acaba? Veya kimyasal silah kullanan muhataplarımıza karşı her eve gaz maskesi dağıtıldı da benim eve mi ulaşmadı sahi?Ben 70 milyonda bir sade vatandaş olarak savaşa hazır değilim Sayın Başbakan. Galiba hiçbir zaman da hazır olmayacağım.”Bu soruyu çok sevdim ben, “hem savaşa hem olimpiyata hazır olmak” nasıl bir çelişkidir?Kendi içimizdeki savaşları çoğaltıp, başkalarına ders verecek savaşlara girmeyi isteyen başbakan, aynı zamanda “barışın da kenti olabiliriz” diyor.Sportmenlikten ve yenilmeyi vekarla taşıyabilme olgunluğundan nasibinin alamamış bakanları ise tuhaf tweetler atıyor. Biz bu akılla Olimpiyat’a evsahipliğini nasıl yapacaktık?Hem savaşın hem barışın ülkesi nasıl olacaktık?***Uğur Meleke diyor ki:“Zaten günün sonunda bizi üzen ikinciliği kabullenme konusunda gösteremediğimiz olgunluk. Kaybettiğimiz Japonların dünyanın en güzel kaybedeni olması da mevzuyu daha da ironikleştiriyor! Bir Japon geleneği olan sumo güreşi müsabakası izlediğinizde, eğer kuralları bilmiyorsanız maçın sonunda kimin kazandığını kimin kaybettiğini anlayamazsınız.Kazanırken öyle saygılı, kaybederken öyle olgundur bu Japon dostlarımız.Bizse maalesef Bakan düzeyinde ‘kına yakın’ veya ‘biz alamadık, siz aldınız mı’ olgunluğunda karşıladık mağlubiyeti... Yazık.”***Ve şöyle de devam ediyor yazı:“Zaten üç aday şehrin tanıtım filmleri incelendiğinde Japonya’nın nerdeyse bütünüyle, İspanya’nın da yarı yarıya spor tarihini ve sporcularını gösterdiğini, bizimse kent tanıtımıyla insanları etkilemeye çalıştığımızı gözlemliyoruz. Gerçi itiraf etmek gerekirse bu filme koyacak ne sporumuz kaldı ne sporcumuz: Bir kısmı ırkçı, bir kısmı dopingci çıkmış milli gururlarımızı(!) göstermekten çok gizlemeye çalışmamız doğal herhalde! Spor ya da sporcu olmayınca ağırlığı kent tanıtımına vermişiz ama İstanbul tarifinde de yıllardır ‘iki kıtayı bağlama’ esprisine takılıp kalmışız! Filmimizin başrolünde börekler-çörekler, güzel kızlar-çocuklar ve deniz dışında yine iki kıta bağlama tabelası başrolde, iki eski ve basit tabela...Kamera o tabelalardan 30 derece içeri kayarsa köprünün üstünde çilekeş bir trafik var. Tanıtım filmindeki o trafik yok tabii, deniz var bolca. Ama o denizde de ulaşım imkânı yok denecek kadar az. Mesela Beşiktaş’tan vapura binip Bakırköy’e gidemezsiniz bu kentte. Kadıköy’den deniz otobüsüyle Pendik’e ulaşamazsınız. ’***Ben dün iyi bir yazı okudum.Okuduğum haberler iyi miydi peki?Hayır…Haberler kötüydü, insanın içini acıtıyordu.Kötü haberlere bolca rastlanan bu ülkede iyi yazılar arıyorum birçok insan gibi.Ne yazık ki onlara pek sık rastlanmıyor artık.Kötü haberlerin böylesine bol, iyi yazıların böylesine az olması da belki Olimpiyatı kaybetmemizin başka bir nedenidir, kim bilir…
Hayat nasıl da sığlaştı bu ülkede…Artık olanlar karşısında insan sadece kirleniyor.Katılır mısınız bilmem ama bu içinden geçtiğimiz dönem tarihimizin en kara dönemlerinden biri sanki…Neden mi?Neden mi onca belalı, karanlık döneme rağmen bu dönemin en karalardan biri olduğunu söylüyorum…Çünkü ilk defa bu kadar net bir şekilde toplumca iki kutba ayrılıyoruz, fikirlerimizden dolayı değil yaşama biçimlerimiz yüzünden bölünüyoruz.Yüz yıllardır süren çekişme belki de ilk kez bu kadar açık bir savaş biçiminde ortaya çıkıyor, toplum birbirine neredeyse düşman iki grup halinde öfkeyle bileniyor.Nefret o yüzden bu kadar keskin.Fikirlerimizle değil zevklerimizle düşman oluyoruz birbirimize.Yarattıkları fırtınalar, kasırgalar, kabaran dalgalar arasında her an alabora olmaya hazır, salması olmayan küçük bir kayık gibi dolanıyoruz öyle…Olup bitenleri görüyor ama engelleyemiyoruz.Suyu çekiliyor hayatın, biz de hayatla birlikte kuruyor, kirleniyoruz.***Askeri vesayetin dindarlara yaptığını, şimdi dindar siyasetçiler kendilerine benzemeyen herkese yapıyorlar.Yatıştırmaya, barıştırmaya değil, aksine bölmeye ve çatıştırmaya uğraşıyorlar.Başarıyorlar da.Bu çatışmanın öncekilerden farkı, devletle toplumun bir kesimi arasında olması değil, toplumun iki kesimi arasında olması.Üstelik bu kavga, bu gittikçe keskinleşen nefret her gün biraz daha büyüyor…“Birlikte yaşamanın” en iyi yöntem olduğunu bizim yöneticiler çoktan unuttu, onlar askeri vesayetin emirlerini tekrarlıyorlar, “bizim dediğimiz gibi yaşayacaksınız.”Bu emir, toplumu derinlemesine bölüyor.Çünkü toplumun bir bölümü bu emri dinlemeyecek.Bu emre uymanın yok olmak anlamına geldiğini hissediyorlar çünkü.Dindar kesim ise “bizi yok etmek istedikleri için bu emre uymuyorlar” iddiasına inanıyor. İki kesim de bu savaşı bir varolma savaşı olarak görüyor.Böyle çatışmalarda, baskıyı yapan güç eleştirilir, onun baskıyı kaldırması istenir, askeri vesayet döneminde dindarlara yapılan baskıları kınıyorduk, ona karşı çıkıyorduk, bugün baskıyı yapan iktidarı kınıyor, onun baskılarına karşı çıkıyoruz.Çünkü bu çatışmaları durduracak güç, baskıyı yapan güçtür, onun baskıdan vazgeçmesi gerekir… Ama aksine yöneticiler baskıyı artırıyor.***Dün sabah, 22 yaşında Ahmet Atakan’ın öldürülmesiyle başladı gün yine…“Hayatlarımıza karışmayın” isyanıyla yanan bir gencin öldürülmesinden bile daha acı olan ise ölümün önemsizliği bu ülkede.İktidarın “Sünni vatandaşım” dediklerinden değilseniz ölmenizin bile acısı yok…En kötüsü “bizden değilsen bunu hak ettin sen” gizli duygusu.Hrant Dink’in avukatı Fethiye Çetin, cinayetin yargılamanın gerçeklerini, ayıplarını, günahlarını anlatan bir kitap çıkardı, Utanç Duyuyorum…Kitabı henüz okumadım…Okuyan iki yazar Oral Çalışlar ve Ahmet İnsel, Radikal’de karşılıklı sütunlarda kitaptan alıntılar yapmışlar… Onlarda okudum kitabın tam ne dediğini…Hrant Dink ciyanetinin arkasındaki örgütlü yapıyı, bunu gizleme konusundaki el birliğini ve yargının buna nasıl çanak tuttuğunu anlatıyor kitap.Anlaşılıyor ki sadece yaşamları değil ölümleri de kirletiyorlar…Katilleri bu kadar açık olan ölüleri görmezden gelip, acılarına sırtlarını dönmeleri hepimizi kirletiyor.İktidar askeri vesayet dönemini taklit etmekten, baskı yapmaktan vazgeçmezse bu çatışma bitmeyecek, korkarım daha da büyüyecek, ölen gençlerin haberlerini okumayı sürdüreceğiz.“Sivil” iktidarın “askerleşmesinin” bedelini iktidar da dahil hepimiz çok pahalı ödeyeceğiz.
Henüz yazdan vazgeçmeyenlerdenim…Şehre inen eylüle aldırmadan deniz kenarlarında güneşe tutunanlardanım…Sonbahar geldiğine inanmayanlardanım. Biraz da mecburen öyleyim sanki…Sanki yazın bittiğine inanırsam, savaşın da çıkacağına daha çok inanacağım gibi geliyor… Saçma ama öyle.Güneşin ve denizin ne kadar ucunu tutarsam hayatın gerçeklerinden o kadar korunabilecekmişim gibi…Sabah yürüyüşlerinde artık üşüyorum biraz gerçi ama güneş hala çok sıcak olduğum yerde.Yaz hiç bitmesin istiyorum…Bildiğim her şeyi unutmak istiyorum.***İnsan nasıl donar biliyor musunuz, dayanılmaz bir uyku isteğiyle kendinden geçerek… Vücudunuzun en uç noktalarından, parmaklarınızdan, ellerinizden başlayan donma ilerledikçe uykunun çekiciliği artar ve insan öleceğini bile bile kendini uykunun içine bırakır…O anda uyumak yaşamaktan daha güzel gelir insana.Ben de biraz öyleyim bugünlerde…Kendimi derin bir uykuya bırakır gibi Türkiye gündeminden kaçmak istiyorum.Bilmiyorum belki siz de benim gibisinizdir…Ülke gerçeklerini en fazla bilmemiz gereken günlerde artık hiç takatiniz kalmadı belki de…Olimpiyat 2020 seçimlerini neden kaybettik diye yazmayı düşünürken yoruldum dün sabah klavyenin başında. Değil ki Suriye’yi, Kürtleri, ekonomik krizi, baskıyı, ODTÜ’lü gençleri yazayım.Dünyanın en eski kültürlerinin iç içe geçtiği toprakların sahibi, büyük bir imparatorluğun mirasçısı, geleceği çok parlak olabilecek bir toplumun çocuklarıyız oysa…İnsanı yaşamaktan daha fazla hiçbir şeyin heyecanlandıramayacağı bir coğrafyadayız… Ve uyuyarak ölmeyi göze alıyoruz.Daha da kötüsü kimsenin çıkıp “haksızsın, uyduruyorsun” diyebileceği bir durum yok…***Her şeyiyle insanı yoran, tüketen, yok eden bir ülke oldu Türkiye.Kimle konuşsam “kaçmak istiyorum buralardan” diyor.Geçen gün mail atmış bir okuyucu, ‘bizi bekleyen sefil geleceğe razı mı olacağız’ diye sormuş…Düşündüm bunu okuduğumda, gerçekten şu an bulunduğumuz yer parıltılı bir geçmişle, ışıklı bir gelecek arasında bulunması gereken yer mi diye…Cevap “hayır”, değil mi?Bugün içinde yaşadığımız şartlar ne geçmişe uyuyor, ne de bizi beklemesi gereken o parlak geleceğe. Hadi düşünelim…Hiçbir umutsuzluğa, karamsarlığa kapılmadan, ümitsizliğe düşmeden yaşadıklarımızı gözden geçirelim, bakalım nedir durumumuz;Bugün gereksiz yere bir savaşın içine sürüklenmek üzereyiz, devlet neredeyse vatandaşına sırtını tamamıyla dönmüş, işçiler ölüyor, öğrenciler dövülüyor, gençler öldürülüyor, eğitim tümüyle tökezlemiş, geniş bir kesimde parasızlık açlık sınıra dayanmış, hukuk, adalet, insan hakları hayatlarımızdan silinmiş, özgürlükler unutulmuş, yaşam haklarımız elden alınmış durumdayız.Bunu devam ettirdiğimiz taktirde bizi gerçekten sefil bir gelecek bekliyor büyük olasılıkla.***Benim ümitsizliğim, bizi bırakmaya hazırlanan güneşe tutunmaya çalışmam, hepimizin kaçma isteği gerçek ne yazık ki...Size de öyle gelmiyor mu?Düzelsin istiyoruz artık bir şeyler.Hakkımızı almak istiyoruz.Güzel sabahlara uyanmak, sonbaharlardan korkmamak, kaçmakla dövüşmek dışında başka seçeneklere sahip olmak, isteğimiz gibi yaşamak, yaşama hakkımız için dilenmemek istiyoruz.Hiç olmazsa Olimpiyat gibi evrensel bir olayda kaybettiğimizde birlikte üzüleceğimiz, kazandığımızda birlikte sevineceğimiz günleri özledim, karşılıklı tırmanan bu nefret, bu düşmanlık, bu keskin bölünme yordu, bitirdi bu ülkeyi…
Bazıları diyor ki yaşadığın hayatın içinde karşılaştığın her şey sensin. Hayatı sen düşüncelerinle yaratırsın…İyi kötü ne varsa onlar senin yansıman, senin hayallerin senin düşüncelerin…Senin hayatının içinde senden başka kader yok…Düşündürücü… Belki rahatsız edici… Ama tuhaf biçimde akıl kurcalayıcı değil mi bu düşünce?Bazıları da diyor ki yaptığın her şey kaderin eseri, senin ne yapacağın daha önceden belirleniyor.Senin hiçbir etkin yok hayatın üzerinde…Peki hangisi doğru acaba?Hayatımızdan ve yaptıklarımızdan kim sorumlu?Biz mi yoksa kaderimiz ve o kaderi çizen mi?***Gerçekten, bizim hayatımızı kim yönetiyor sizce?Kim bu zor olan hayatın sorumlusu?Kendimiz mi yoksa bizim dışımızdaki büyük bir güç mü?Biz daha önceden belirlenmiş bir hattın üzerinde giden bir ve başka bir yolseçme imkanı olmayan katarlar mıyız yoksa gideceğimiz yolu kendimiz mi seçiyoruz?***Herşeyi Tanrı’nın yaptığını söyleyenler var.Bütün sorumluluğu Tanrı’nın üstüne yıkanlar.Öyle mi gerçekten?Savaşı Tanrı mı yarattı peki?Yoksa insanların kirli ve tükenmeyen ihtirasları mı?İnsanların kirli düşünceleri olmasa bugün savaşlar olur muydu gerçekten yeryüzünde?Çocukları Tanrı mı öldürüyor?Tanrı’nın emri mi bütün bu kötülükler?***Herşeyi kaderden bilenler aslında gizlice Tanrı’yı suçlamıyorlar mı sizce?Tanrı mı suçlu peki gerçekten?İnsanların hiç mi suçu yok bu olanlarda?Bu kaderde hiç mi rolü yok insanların?Bütün kaderimizi Tanrı belirleseydi cenneti ve cehennemi yaratır mıydı?İşlenen günahlardan bizim de sorumluluğumuz olduğunu düşünmese bizi cezalandırır mıydı?Bütün günahlardan kaderimizi daha başından belirleyen ve bize hiç seçme şansı bırakmayan Tanrı sorumlu olsaydı cehennem olur muydu?Olmazdı…Cennet olur muydu? O da olmazdı…Bize sürekli olarak iyiyi ve kötüyü anlatan kitaplar da olmazdı.***Hayatta iyilik ve kötülük varsa seçme şansı da var demektir çünkü.Kendi seçimimizden neden Tanrı’yı sorumlu tutuyoruz?Bize seçenekler sunarken neyi seçeceğimize de Tanrı’nın baştan karar verdiğini düşünüyorsak, aslında bir seçme hakkımız olmadığını da düşünüyoruz demektir?Öyle değil mi?Seçme şansımız yok mu peki?Seçme şansımız yoksa bu dinler, peygamberler, kitaplar bize ne anlatmaya, ne öğretmeye çalışıyor?Neden hayatın bir “imtihan” olduğu söyleniyor, kimin geçip kimin kalacağı daha baştan belliyse?***Ben dünya üzerinde ne acı varsa insanın eseri olduğuna inananlardanım…Tanrıyı boşuna suçlamayın.Savaşları biz çıkarıyor, çocukları biz öldürüyoruz.Bir sitemimiz olacaksa Tanrı’ya, ancak “bizi neden böyle yarattın” diye sormaktan öteye geçemez o sitem.Tanrı bizi masum yarattı düşüncelerimizle ‘hayallerimizle’ dünyayı ve kendimizi kirleten biziz…
Karanlıkta kaybettiğini gidip aydınlık bir yerde arayan Nasrettin Hoca’nın çocuklarıyız biz…Gerçek işimize gelmediğinde, gider onu bulamayacağımız bir yerde ararız…Bir gerçeğin ne kadar gerçek olduğunu, onu saklama şiddetimizden anlayabiliriz aslında.Gerçeklere sırtını bu denli kararlı biçimde dönen başka bir toplum var mıdır bilemiyorum…Ama bugün ben de ait olduğum toplumun bu alışkanlığına ayak uyduracağım.Başbakanın, Suriye Dışişleri Bakanı ‘operasyon olursa Türkiye’yi vururuz’ demesine karşılık ‘biz hazırız’ demesine aldırış etmeyeceğim mesela…Milli Eğitim Bakanı’nın daha geçen sene oluşturdukları ve yüz binlerce çocuğun hayatını mahvettikleri sistemi ‘olmadı bu’ diyerek değiştirmesini görmezden geleceğim.Ekonomik krizin kapılarımız kırarak evimize düşmesine sesimi çıkartmayacağım…Ülke gerçeklerine bile isteye sırtımı döneceğim…Onları yok sayacağım.***Bu duyguyla uyanmıştım geçen sabah…Genellikle, bu ülke kendi acılarımızı neşelerimizi bile yaşamamıza izin vermiyor, kendi yarattığı acılarla hayatlarımızı yönetiyor diye düşünürdüm ama bu sefer buna korkusuzca karşı çıkmaya karar vermiştim…Ne olursa olsun kendi acılarımla kendi sevinçlerimle ilgilenecektim…Öyle de başladı sabah…Sevdiğim bir dostumdan mesaj aldım…Bir önceki gün doğum günüymüş ve kimse ama hiç kimse aramamış kutlamak için… ‘Öyle yalnızım ki’ diyordu…İçimi kavurdu yalnızlığı…İçimdeki yalnızlığa eklendi hemen…Gerçekten, savaş gündemini neredeyse unuttum…Doğum gününde aranmayan insanları düşündüm.İnsanın kendini yalnız hissetmesi, onun için bir savaşın çıkması kadar önemli olabilir bazen diye aklımdan geçirdim…Hatta belki de daha bile önemli oluyor bazen diye düşündüm…***Sonra Mehmet Güreli’nin yazısına gözüm takıldı ‘Bir Gary Cooper fimi’ başlığı vardı…Tahmin ettim Kahraman Şerif’den bahsettiğini.1952 yapımı bir Western…Kötü adamlara karşı yalnız bırakılan bir şerifin hikayesi…Yalnızlık öyküsü…Herkes tarafından yalnız bırakılan bir adam…Allah Allah, neden bu sabah yalnızlık beni buldu diye içimden geçirdim sonra.Bugün gerçeklerden kaçma günüydü oysa…Bu arada Mehmet Güreli, Bedrufi’den bir alıntı yapmış, çok sevdim onu;‘Bir kelimeyi yazmaya giriştiğinizde onun yakın anlamlı ya da anlamsız yakınlarını bulmak yerine onu hiç tanımayan, onu çözmeye çalışan değişik kavramlara, yazıya dökülmemiş sözcüklere başvurmalısınız.’***Anlayacağınız, gerçeklere dönersem hissedeceğim yalnızlıkla, gerçeklerden kaçarsam hissedeceğim yalnızlık arasında seçim yapmak zorunda kaldım geçen sabah.Ve yenildim yine ülkenin gündemine…Çünkü biz, hiçbir hazırlığı olmadığı halde o gerçeği reddedip savaşa girebileceğine inanan bir ülkenin insanlarıyız.Gerçeklere düşmanız...Ama gerçeklerin bize düşman olduğuna inanıyoruz.Onun için Türkiye’de kaybettiğimizi gidip Suriye’de arıyoruz.Savaş beni ülkem ve insanlarım adına korkutuyor, belki de bu yüzden “yaş gününde kendisini kimsenin kutlamadığı” arkadaşımın üzüntüsünü düşünmek istiyorum en çok…Savaştan insanın yalnızlığa doğru kaçıyorum.Allah’tan Mehmet Güreli ve “yalnız şerif” var.Bu kaygılar ve üzüntüler içinde bir teselli oluyor.Belki şimdi bir daha denerim ülkenin gerçeklerinden kaçmayı…Bir film koyarım ve unuturum her şeyi…
Doğanın ve tarihin kurallarını yok saymaya niyetlenen herkes bunun bedelini ağır biçimde ödedi.İnsanlığın geçmişi bunu bize gösterdi.Doğanın akışına ve zamanın gereklerine uymadığında cezalandırılıyorsun.Gelişmek, huzura kavuşmak ancak doğayla ve tarihle uyum içinde olmakla mümkün. Ama bunu hala öğrenemeyenler var.Dünyada ve Türkiye’de olanlara bakınca bunların sayılarının epeyce kalabalık olduğunu görüyorsunuz.Tarihin ve doğanın kurallarına baş kaldırarak değişime direnen bütün sistemler, son dönemlerini nasıl da birbirine benzeyen rezaletler, felaketler, acılar, ölümler içinde geçiriyorlar, değil mi?Tek bir fire bile yok…Hepsi…Tek tek.Obama neden sizce bu kadar çok düşünüyor Suriye’ye saldırmadan önce?Neden mecbur olmadığı halde Kongre’ye danışıyor?Bence Obama tarihin ve doğanın kurallarıyla ters düşmekten çekiniyor, daha önceki başkanların yaptıkları hataları tekrarlamamak için kılı kırk yarıyor.Suriye Başkanı Esad ve onunla çarpışan El Nusra gibi birbirine düşman tarih dışı iki yapıdan biriyle yan yana düşmenin, kendisine ve toplumuna faturasının kabarık olacağını sezdiğinden kendine çağa uygun bir yol arıyor.***Bizim başbakanımız, Amerika’nın devlet başkanıyla birbirine zıt şeyler düşünüyor Suriye saldırısı için…Obama diyor ki ‘sınırlı müdahale ve rejim değişikliği olmayacak.’ Tayyip Erdoğan diyor ki ‘saldıralım ve rejim değişsin.’Hangisinin daha doğru söylediğini, hangisinin haklı olabileceğini kestirebilmek için neler söylüyorlar onlara bakmak yeterli aslında… Obama ikinci kez seçildiği gece yaptığı konuşmada şöyle demişti:‘Bu ülke dünyadaki tüm diğer ülkelerden daha zengin, ancak bu bizim asıl zenginliğimiz değil. Dünya tarihinde en güçlü ordusuna sahibiz, ancak bu değil bizi güçlü kılan. Amerika’yı bu kadar özel ve farklı kılan dünyada en kozmopolit etnik yapıya sahip olması. Bizler kaderimizin ortak olduğu bilinciyle; birbirimize ve gelecek nesillere bazı yükümlülüklerimiz olduğunu kabul ederek ülkemiz için daha sıkı çalışacağız.’Bizim ülkemizde ise hükümet, yeni anayasa yapma aşamasında hala 1982 anayasasının resmi dil tanımlamasına sahip çıkıyor.Bizim hükümet vicdani ret hakkını hala vermek istemiyor…En güçlü orduya sahip Amerika isteyeni orduya alıyor…Yeni anayasa hala anadilde eğitim hakkı vermiyor… Obama “bizim gücümüz etnik yapımız” diyor… Kendi ülkesinde barışı getiremeyen bir hükümetin savaş isteği beni irkiltiyor doğrusu…Kendi vatandaşına anadilde eğitim hakkı bile tanımayan bir iktidar, dünyanın gidişatında zamana uygun bir rol üstlenebilir mi?***Suriye’deki radikallere silah sağladığı iddia edilen bir ülke, Ortadoğu’da doğru kararlar verebilir mi?Tarihin gidişiyle dövüşmeye çalışan Esad mutlaka bunun bedelini ödeyecek, zaten şu anda yaşadığı iç savaşla bu bedeli ödemeye de başladı.Böyle bir diktatöre karşı çıkmanın ve bunun zamanın gidişatına uygun biçimde yapılmasının gerekli olduğunu düşünüyorum ben de. Burada soru, bu gerekliliğin nasıl gerçekleşeceği. Bu, hemen cevabı bulunacak bir soru değil.Zaten benim aklıma takılan da bu, Obama bu kadar uzun düşünürken, bizim hükümetin bu sorunun cevabını hemen bulduğuna inanması.Suriye ne yazık ki bir felaketin içinde çalkalanıyor.Benim korkum, biz Suriye’yi konuşurken bizim ülkenin de “tarihle çatışan toplumlar” zincirine eklenmeye bu kadar istekli durması...
Eylül geldi…Bir Eylül yazısı yazacak vakte daha ulaştı ömrümüz işte.Ama bu yıl ben Eylül’e Nisan’da yakalanmış gibiyim…Zamanı neredeyse kendi zorlayıcı düzeni içinde algılayamıyorum uzun süreden beri…Kendi içsel zamanıma göre yaşıyorum hayatı…Günler, saatler, aylar hatta bazen yıl bile başka bir zamana aitmiş gibi geliyor.Zaman kaybolunca mekan da kayboluyor biliyor musunuz?Mekan kaybolunca bildiğiniz hayat da değişiyor.Bazen acıları yaratan şeyin zamanla olan ilişkimizin fazlalığı olduğunu düşünüyorum…Ne kadar fazla zamana esirsen o kadar mutsuzsun sanki.Zamandan koparsan kendinden de kopuyorsun.Eylül geldi…Ben bu eylüle Nisanda yakalanmış gibiyim…Kış geliyor diyorlar, anlamıyorum ne dediklerini…Bana göre yaz bile başlamadı daha…Aslında aklımı kaybetmeden zamanı bu kadar gönüllü kaybetmemin bir sebebi var…Geçtiğimiz bahar altı günlük bir workshop’a katıldım.Hakkında çok şey yazmak istediğim bir altı gündü ama hem daha ben dönmeden Gezi olayları başlayıp ülkenin gündemi tümüyle değişmişti, hem de gitmek isteyenlerin ancak gittiğinde öğrenmesi gereken, önceden bilinmemesi gereken şeyler olduğu için içimden geldiği gibi yazamadım.Ama o altı günün sonunda kor ateşin üzerinde yürüdüm.Yalın ayak yürüyerek geçtim ateşin üzerinden.Hayatta yapılabileceklerin sandığımız kadar kesin sınırları olmadığını, ancak korkularımızla çevrili, yıkılmayı bekleyen yüksek duvarları olduğunu gördüm.Orada hep bir şey söylüyorlardı ‘zamanı yavaşlat.’ Zaten zamanı yavaşlatmaz, kendi sesini duymayı beceremezsen 1000 derece ateşin üzerine yanmadan yürümen imkansız olur.Her sabah saatini bilmediğim bir vakitte, (zamanı gerçekten yok ediyorlardı, saatler, cep telefonları ilk gün toplanıp, altıncı günün sonunda geri veriliyordu) 2 kilometre koşuyorduk…Bu bazıları için ateşte yürümekten bile zordu inanın ama yapamayanı hiç görmedim…Altı gün sadece kendinizle baş başa olduğunuz bir zaman, doğanın ortasında üstelik…Doğanın dilini öğrenip, bildiğiniz her şeyi unuttuğunuz bir altı gün.***Marilyn Monroe’nun hayatını okuyorum şimdilerde.Kitabın girişinde ‘Marliyn Monreo’nun doğruyla, zaman zaman gerçeklikle aşk nefret ilişkisi vardı… Kusursuz bir stil ve zekayla nasıl bir sıkıntılı hayatı var herkesten saklarken yalnızca en yakınları en derin, en karanlık sırrını biliyorlardı, kendi akıl sağlığından şüphe ettiğini… O kendi aklıyla insanın kalbini ezen bir savaş halindeydi.’ diye yazıyor.Bilmiyorum, belki hepimiz böyleyiz.‘Kendi aklımızla insanın kalbini ezen bir savaş halindeyiz.’Zamandan kopmak, bu savaşa bir ara vermemize, bir ateşkes imzalamamıza yol açıyor.Ateşte yürüdüğünüzde aklınızla savaş bitiyor.Eylül geldi iste…Bir sonbahar daha kapımızda şimdi…Gözlerimize, ruhumuza sinecek hüznün saati geliyor…Ben zamanı değiştirdim…Kendi sesimi duyuyorum artık…Kendi zamanıma ayak uyduruyorum…Kendi aklımla barışmaya çabalıyorum.Aklımla barışabilmek için ateşte yürüdüm, Eylül’ü Nisan’da yaşadım, zamanı değiştirdim.Aklımla bu savaş bitsin diye.
Şanslı ülkelerin insanları, hükümetlerinin dış politikasını, öyle acemi cambaz izler gibi elleri yüreklerinde izlemezler…Onca bilgiye, belgeye, istihbarata, rapora, tecrübeye sahip yöneticilerinin en doğrusunu yapacağını, doğru kararları alacağını bilirler çünkü. Ama sanırım bizim böyle bir şansımız yok.“Komşularla sıfır sorun” diye yola çıkıp ellerinde sadece Irak Kürdistanı kalınca, biz de kendisi uyumazsa şofor de uyumaz diye düşünen gözünü yoldan ayırmayan otobüs yolcusu gibi sürekli dış politikayı takip ediyoruz… Heyecan ve merak içinde olanları izliyoruz.Hatta birer amatör dış haberler uzmanı oluyoruz merakımızdan.Geçen sabah, benim için mutfağın kraliçesi, nefis poğaçalarıyla ünlü, mutfağına, otlarına, erzak dolabına hayran olduğum yan komşum Selma Hanım, kahveleri yapmış, o küçücük tepsisine fincanlarla beraber küçük su bardakları içine birer çay kaşığı sakız reçelini de koymuş, bahçeden içeri girdi.Konu Selma hanım olunca aslında ben her şeye hazırım ama yine de beni şaşırtmayı başardı doğrusu. Kahveyi hiç konuşmadan neredeyse sinirli bir şekilde bana uzattı ve ‘ben Ortadoğu’da kim kime düşman, kim kime dost anlamadım, baksana şuna’ diyerek bir kağıt tutuşturdu elime. Ve ardından ekledi ‘savaş çıkacak çok belli, korkuyorum ki bunlar bizi vuracak’ dedi çok endişeli ama kararını vermiş bir halde.İsrail, Suriye, Türkiye, Müslüman Kardeşler, Amerika, PKK, PDF başlıkları ve onları birbirine ya yeşil ya kırmızı oklarla bağlayan çizgiler gördüm verdiği kağıtta.‘Taraf gazetesinde Erdal Güven’de okudum, The Financial Times’ta yayımlanan bir okur mektubundanmış bu’ dedi gülerek.Dün de bütün gazeteler dış haberlere neredeyse sayfalarca yer ayırmıştı gerçekten…Amerika’nın Suriye’ye olası saldırısını yazıyorlardı.***Financial Times’da yayınlanan okur mektubuna göre elimizde şöyle bir tablo var: ‘İran Esad’dan yana… Körfez ülkeleri Esad’a karşı.Esad, Müslüman Kardeşler’e karşı…. Müslüman Kardeşler ve Obama, General Sisi’ye karşı.Körfez ülkeleri Sisi’den yana, yani, Müslüman Kardeşler’e karşı. İran Hamas’tan yana… Ama Hamas Müslüman Kardeşler’den yana. Obama Müslüman Kardeşler’ten yana… Fakat Hamas, ABD’ye karşı. Körfez ülkeleri ABD’den yana... Türkiye, Körfez ülkeleriyle birlikte Esad’a karşı.Türkiye Müslüman Kardeşler’den yana, General Sisi’ye karşı. Körfez ülkeleri General Sisi’den yana.Ve Amerika Suriye’yi vurmaya hazırlanıyor.’***Selma Hanım’a ‘asıl sen onu bırak da Obama’nın kardeşi Müslüman Kardeşler üyesiymiş ve uluslararası finans operasyonlarını yönetiyormuş’ dedim.Güvenle elindeki tablosuna bakıp ‘Amerika Müslüman Kardeşleri destekliyor evet’ dedi ve ekledi ‘aslında yeni sorun başka ,Cengiz Çandar’da okudum Türkiye El Kaide türü İslamcı güçlerle, Suriye PKK’si PDF arasında seçim yapmak zorunda kalacakmış Suriye operasyonu sonrası.’***Dış haberler dedikodusu yapıyorduk bayağı bayağı… Sadece biz değil birçok komşu hanım sabah kahvesinde artık magazin dünyasını değil dış politikayı ve Suriye savaşını konuşuyor bu aralar.Ortadoğu, entrikası bol ve tehlikeli bir televizyon dizisi gibi herkesin ilgisini çekiyor. ‘Başımıza bir iş gelecek” endişesi de heyecanı daha artırıyor.Bizim yöneticiler herkesi ‘dış politika manyağı’ yaptı son zamanlarda, şoförün acemi olduğunu anlayan bütün yolcular gözünü yola dikti. Herkesin yüreği ağzında, ‘kazasız belasız’ şu yolculuğu bir atlatsak diye bekliyor.Ama bu şoförlerle bu yolculuk zor gözüküyor bana sorarsanız.