Günlerdir , Fatih Terim’in Galatasaray’dan gönderilişinin tam nedenini anlamaya çalışıyorum…Çünkü asla anlayamadığım yakışıksız bir ‘hoyratlık’ var bu sonda. Hiç kimseyi yeterince haklı ya da haksız bulamıyorum, bu dövüşte kesinlikle Galatasaray’ın kaybettiğini düşünüyorum.Bütün bildiklerimiz alt alta yazdığımızda; Ünal Aysal Fatih Terim’den kurtulmak için, Fatih Terim de kendisini kovdurmak için ellerinden gelen her şeyi yapmış gözüküyor.İki taraf da taraftarın gözünde “suçlu” gözükmek istemediği için tüm hamlelerini perde arkasından yapmış anlaşılan, o yüzden meseleyi bir türlü bütün gerçeğiyle göremiyoruz.***Benim öğrenebildiğim kadarıyla, özet şu:Ünal Aysal, Fatih Terim’i göndermek istedi ve son bir yılda arka arkaya Terim’i zorlayan adımlar attı:- Olağanüstü kongre yaparak 3 yıl daha başkanlık mührünü aldığı halde son 2 yılın lig şampiyonu ve son Şampiyonlar Ligi çeyrek finalisti Terim’le mukavele uzatmaktan kaçtı.- Transfer döneminde Terim’le adeta inatlaşırcasına onun öncelik verdiği Carlinhos, Farfan gibi isimleri değil Sneijder, Chedjou gibi yıldızları emrivaki yaparak aldı.- Egosu gereği futbol takımını her zaman tek başına yönetmek isteyen Terim’i sinirlendirmek istercesine danışmanı Bülent Tulun’-un kulis ve transfer faaliyetlerine göz yumdu.- En büyük vasıfları Terim’i hoş tutmak ve futbol takımı ile yönetim arasında köprü kurmak olan Abdürrahim Albayrak ile Ali Dürüst’ü yönetimden uzaklaştırdı, futbol şubesine atama yapmadı. Böylece Terim’i yalnızlaştırıp ve yönetime karşı antipatik hale dönüştürdü.- Bu noktada şu hatırlatmayı yapmalıyım: Söylenenlere gore Terim’in hakemle diyalogları nedeniyle 9 maç ceza aldığı Mersin İ.Y. maçından sonra Aysal Terim’i kovmaya karar vermiş aslında; son anda devreye giren Ali Dürüst bu kararı erteletmiş.- Milli Takım sürecinde Terim’i bırakmamaya dönük kararlı bir tavır koymadı.- Milli Takım süreci başladıktan sonra yönetici Ebru Köksal’ın Mancini, Bülent Tulun’un ise Lucescu ile görüşmesine izin vermesi Terim’in iyice kontroldan çıkmasını sağladı.- Ve Terim’i arayıp bulamayınca, Drogba’yla Beşiktaş derbisinin primini belirleyecek kadar ilişkileri garipleştirdi.- Terim’i telefonla arayıp 6 gün bulamadığını medyaya sızdırmasını da unutmayalım tabii.***Fatih Terim de ayrılmak için elinden geleni ardına koymamış tabii;- Gelişmeleri yakından izleyenlerin anlattığına göre; Milli Takım’a kendiliğinden talip olması ve o göreve gelmek için yaklaşık 2,5 aydır kulis yapması. Hatta iddiaya göre bizzat Başbakan Erdoğan’la bile görüşmesi…- Başkanı aradığında Florya’dan Akmerkez’e kadar gidemeyen ama Milli Takım teklif görüşmesinde Yıldırım Demirören’in Anadoluhisarı’ndaki evine, sabahın saat 08:30’unda gidecek kadar istekli olması.- Aysal “Sakın mukavele imzalama ve 4 maçın dışında taahhüte girme” demesine rağmen, anlı şanlı bir imza töreniyle Milli Takım için 9 aylık anlaşma yapması.- Ünal Aysal’ın Drogba ve Sneijder’le kurduğu samimiyetten rahatsızlık duyduğunu her fırsatta belli etmesi.- Yönetim kurulu; aynı şartlarla kendisine 2 yıllık mukavele önermesine rağmen Antalya maçı sonrası “Nerden çıktı 2 yıl? Birer yıl birer yıl gidiyorduk işte” diyerek dalga geçmesi…- Yılda primlerle 4.5 milyon euro almasına rağmen kamuoyunda bilabedel çalışıyormuş izlenimi yaratarak yönetimi zorda bırakması.- Aysal’ın Real Madrid maçı gecesi kendisini aramasına, 2 gün sonra da Lütfi Arıboğan’ı göndererek “Hoca beni arasın” mesajı yollamasına rağmen geri dönüş yapmaması. Adeta “Senin gibi başkanı tanımıyorum” demesi.- Son Beşiktaş maçı sonrası soyunma odası koridorlarında güvenlikçilere “Buraya yönetici almayın, alanı döverim” diye talimat vermesi.***Kulislerde söylenenler bunlar… Sanırım Terim’in daha “feodal” bir anlayışa dayanan tarzıyla, daha profesyonel ve Avrupai bir kulüp isteyen Aysal’ın tarzı uyuşmadı en baştan beri.Bunu aralarında daha uygar bir biçimde ve Galatasaray’a zarar vermeden halledebilselerdi herkes için daha iyi olurdu. Aysal krizi iyi yönetemedi, istediği Avrupai anlayıştan kendi de uzaklaştı... Terim de açık biçimde saygısızlık ettiği için ikisi de yaralandı bence. Ama en büyük yarayı da tabii Galatasaray aldı.
Yalandan en çok yalancılar, günahtan en çok günahkarlar, ihanetten en çok hainler korkuyor…Ben böyle olduğuna neredeyse eminim.İnsan, başkasına baktığında önce en iyi tanıdığı zaafları görüyor, kendindeki zaafları. Eğer insanlarda eksikler, yanlışlar, günahlar görüyorsak sanırım bu her defasında herkeste kendimize çarpmamızdan…O yüzden başkasından istiyoruz dürüstlüğü, sadakati, iyi kalpliliği…O yüzden hep dürüstlükten, ahlaktan, sadakatten konuşuyoruz.Gerçekten dürüst bir insanın, dürüstlük diye aklını taktırdığını hiç görmedim ben… Gerçekten sadık olanın karşısındakinden anlamsız yere şüphelendiğine pek rastlamadım.Ben sürekli olarak “doğru insan olalım, dürüst olalım, sadık olalım” diyen herkesten korktum o yüzden.Şüphe duydum… Başkasının ahlaksız olduğunu söyleyen kadınlara hep biraz acıyarak, biraz üzülerek baktım.Günahın varlığına bu denli güçlü inancımız, günahkar olduğumuzu düşündüğümüz için değil mi çünkü?***Freud, kendimizde varlığını kabul edemediğimiz zaafları, suçları, günahları başkalarına yansıttığımızı söyler ya...Taşıyamadığımız, içimizde saklamakta zorlandığımız zaafları başkalarına yansıtır, başkalarını suçlarız.Aslında sahip olduğumuzdan kuşkulandığımız, belki gizlice sahip olduğumuzu bildiğimiz ama yüzleşmek istemediğimiz bozukluklarımızı başkalarında görmek, onları suçlamak bizi rahatlatır her defasında.Bir insanın başkalarını neyle suçladığına bakarsak, genellikle o insanın kendisiyle ilgili sorunu da görürüz. ***Sanat da bu konuyla yakından ilgilidir, bu konuda çok sayıda eser var bir çırpıda aklıma gelen… 12 Öfkeli Adam’ı izlemiş miydiniz? Tek bir odada, jüri odasında geçen, siyah beyaz bir film.Bir cinayet sanığının suçlu olup olmadığı konusunda bir jüri üyesinin diğer on bir jüri üyesini ikna etme çabalarını anlatıyor. Amerikan yasalarına göre jüri kararı suçlu ya da suçsuz oybirliği ile almalı. Oybirliği ile alınmamış her karar jürinin kendini feshetmesi ve davanın yeniden görülmesi anlamına geliyor. Jürinin karara bağlaması gereken konu, şehrin fakir bölgesinde yaşayan bir çocuk zanlının babasını öldürüp öldürmediği.Bir jüri üyesi “suçsuz” geri kalan on bir kişi “suçlu” der çocuk için… Tek bir kişinin çocuğunun masumiyetine inanması filmin en etkileyici kısmıdır belki ama beni asıl etkileyen, çocuğun kesinlikle suçlu olduğunu söyleyen o jüri üyesiydi.O adamın öfkesi.Zaten filmin içinde de ortaya çıkar ki, çocuğun babasını öldürdüğüne en fazla inanan kişi, kendi çocuğuyla büyük sorunlar yaşayan bir babadır aslında…Hayat aslında her defasında apaçık ortada aslında değil mi?Belki de bu yüzden onu kabul etmekte zorlanıyoruz işte…***Geçen gün hiç beklemediğim bir anda Tayyip Erdoğan’ın sesi duyuldu radyoda…Sanırım haberler başlamış ama ben duymamışım… O yüzden başını kaçırdım ama BM’ye Suriye’ye savaş açmaya yanaşmadığı için kızıyordu sanırım başbakan ve diyordu ki ‘üç beş adamın ağzından çıkanla yönetilen bir dünya adil olamaz.’İnsan sadece kendine çarpıyor dışarıda işte… Neye aklını taktırdıysa onlara rastlıyor ve onları yargılıyor.Erdoğan, kendisine yöneltilen suçlamaları aynen BM’ye yansıtıyordu.Tıpkı sizin gibi, tıpkı benim gibi...***Bu Tanrının kurduğu en iyi oyunlardan biri bence… Çoğunlukla başkalarını suçlarken aslında kendimizle ilgili itiraflarda bulunuyoruz. Kendini tanımak istiyorsan kendi sözlerine bak.Saklı olduğun yer orası çünkü…
Dünyayı politika değil ekonomi yönetir… Bütün politik kararmış gibi gözüken büyük virajların kökünde paranın paylaşımı vardır.Dünyaya “aslında ne oluyor” diye merakla baktığımızda bunu çok net görebiliriz. Ben iktisat okudum… Ama hayatımda bu alan, “ben iktisat okudum” cümlesinden çok daha öteye geçmedi ne yazık ki…‘Hayatın özüdür iktisat’ demişti babam, o lafı ciddiye aldım… Bir de demişti ki “bir ülkede insanların ne yiyeceğini, ne giyeceğini bile maliye politikaları belirler, yani zevklerini bile ekonomi belirler.”***Ekonomiyi istediğim kadar iyi öğrenemedim ama hep hayatı ekonomiyle birleştirip takip etmeye uğraştım.Hayatı da, siyaseti de, ekonomiyi de ekonomi bilenlerin daha iyi anladığını düşünüyorum. O yüzden de ekonomi yazarlarını dikkatle okuyorum. Biz hayatı horoz dövüşü zannederken hayatın gerçeği o sütunlardan geçiyor çünkü… Geçen gün t24’de Çiğdem Toker’i okudum, diyordu ki; “İçinde bulunduğumuz dönemde bütçe verilerinin açıklanması bilmediğim bir sebeple gecikti. Eylül ayını yarılamamıza rağmen, bırakalım Ağustos’u, henüz Temmuz ayı bütçe veriler daha açıklanmamıştı. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e tivit attım, Temmuz Ağustos ayı bütçe verilerinin ikisinin birden kısa bir süre sonra siteye konulduğunu, bir telefonla öğrendim.... Bütçede ‘gizli hizmet giderleri’ başlığı altında geçen, bilinen tanımıyla örtülü ödenek harcamaları, bu yılın Ocak-Ağustos dönemini kapsayan sekiz ayda 873,6 milyon TL’ye ulaşmış. Verilere baktığımızda örtülü ödenekten, Temmuz ayında 64,7, Ağustos’ta ise 266,3 milyon TL kullanıldığını görüyoruz. Özellikle Suriye krizinden bu yana daha yoğun tartışılan örtülü ödenek harcamalarının, kalem kalem nereye harcandığını bilme şansımız yok. Yasalar engelliyor... Ancak, ekonomi analizlerine özel ilgisi olmayan bir gözün dahi rahat algılayacağı bir tablo var ki, o da örtülü ödenek harcamalarının özellikle 2011 yılından bu yana olağanüstü artış gösterdiği.... Sekiz ayda 873 milyon TL’nin ne anlama geldiğini belirtmek açısından, 2012 toplam harcamasının 1 milyar 175 milyon lira olduğunu paylaşalım. Bu tutar, 2011’de ise 951.2 milyon TL idi.”***Dün de Milliyet Gazetesi’nde Güngör Uras’da okudum: “Türkiye’de dövizin ‘maliyeti’ pahalı. Türkiye’ye giren dövizin, Türkiye riskine göre üzerine binen faiz ve faize eklenen risk primi yüksek. Türkiye’nin riski arttıkça, yabancılar Türkiye’ye döviz göndermekten çekiniyor. Bu durumda döviz talebi aynen devam ederken döviz arzı duruyor. Fiyatlar yükseliyor. Türkiye riski denilen şey nedir? Cari açıktır. Özel sektörün döviz borcudur. Bizim ekonomimizin çarkları her ay 6-8 milyar dolar döviz açığı ile döner hale geldi. Cari açığı bir türlü kapatamıyoruz. Çünkü ucuz döviz ile ucuz ithalat kanımıza işledi. Temmuz ayında cari açık (döviz açığı) 5.7 milyar dolar oldu. Ama döviz girişi kesildi. Tersine 764 milyon dolar net çıkış gerçekleşti. Temmuzda cari açığı ancak rezervleri kullanarak ve nereden geldiği belli olmayan döviz ile kapattık.”***İki yazarı da okuyunca ekonomide bazı soru işaretleri bulunduğunu görüyoruz.Biri örtülü ödeneğin bu kadar artmasındaki nedeni merak ederken, öteki cari açığı nasıl kapattık, o döviz nereden geldi diyordu. Nereye gittiği ve nereden geldiği belli olmayan paralardan söz ediyorlardı.Nereye gittiği belli olmayan paralar Suriye iç savaşıyla birlikte artmış, bu bize paranın nereye gittiğine dair bir fikir veriyor.Nereden geldiği belli olmayan paraların kaynağı hakkında ise bir ipucu bile yok.***Bir ülkede nereden geldiği ve nereye gittiği belli olmayan paraların miktarı arttığında, o ülkede siyaset şeffaf olabilir mi?Bu işlerden iyi anlayan birine sormak lazım bence. Bu ülkede neler oluyor?
Türkiye kendi sorunlarından alabildiğine korkuyor…Kendini yönetmekten vazgeçiyor, vazgeçtiğini de dünya aleme ilan ediyor bana sorarsanız…Bu ülkedeki sorunlar, giderek bu ülkenin kendi sorunlarını çözmeye cesaretinin yetmeyeceğini, bu cesaretsizliğin de bir şaşkınlığa dönüştüğünün işareti…Bölünmüşlük, nefret ve kutuplaşma hiçbir dönemde bu kadar keskinleşmemişti.Üstelik bu bölünme bizzat yönetenler tarafından kışkırtılıyor.Bir sorunla karşılaştığımızda, onu çözmeye çalışmıyorlar aksine o sorundan yeni bir bölünme yaratmak için uğraşıyorlar sanki.Her eleştiri “ezilmesi gereken bir düşman” gibi tanımlanıyor.Bu durum, karşılıklı kuşkuları besliyor ve artık her olayın “iki ayrı hikayesi” var ne yazık ki.***Beşiktaş Galatasay maçında yaşananlara bakın.İktidar yanlıları için maçın sonundaki saldırı, Gezi olaylarında bir “efsaneye” dönüşen Çarşı grubunun barbarlığını kanıtlıyor, muhalefet ise saldırının “devlet” tarafından örgütlendiğine inanıyor.Ama herkes o maçta yaşananların futbolla ilgisi olmadığında hemfikir.Her birimiz işin içinde başka bir iş olduğuna neredeyse eminiz…Öyle değil mi?Her takımın kendi içinde “bölündüğü” ve taraftarların siyasi nedenlerle birbiriyle kavga ettikleri bir dönemden geçiyoruz.Bölünmüşlüğün bundan daha net bir görüntüsü olabilir mi sizce?Bir ülkede takımlar kendi içlerinde bölünüyorsa, gerçekten de o ülkede çok büyük bir sorun olduğunu gösterir bu.Bölünmüşlük, toplumun her zerresine yayılıyor demektir.***Bir toplum, birbirinden nefret eden “yüzde ellilik” iki büyük kitle halinde ortadan kırılmanın yarattığı baskıyı daha ne kadar taşıyabilir?Bu nefret ortadan kaldırılamazsa, bu toplum barış ve huzur içinde nasıl bir arada yaşamayı sürdürebilecek?Kalabalıkların bir araya geldiği her yer beklenmedik olayların yaşanabileceği ortamlara dönüşmeyecek mi?Küçücük olayların büyük çatışmalara dönme ihtimalini sürekli içinde mi taşıyacak bu toplum?***Daha iki yıl öncesine kadar bu ülke, bütün dünyanın hayran kaldığı bir başarı öyküsü olarak parlıyordu.Askeri vesayete son verilmişti.Kürt sorununun çözümü için adımlar atılıyordu.Ekonomimize herkes hayrandı.Ortadoğu’nun en imrenilen ülkesiydik, her sorunda arabuluculuk edebilecek bir ağırlığımız vardı.Ortadoğu’daki her gelişmede dünya “Türkiye ne diyor” merak ediyordu.Her görüşten, her inançtan, her ırktan insanı bir arada barış içinde yaşatacak bir demokrasiyi hayata geçiren ilk Müslüman ülke olması bekleniyordu Türkiye’nin, dünya Türkiye’yi alkışlıyor, Batılı ülkelerde yaşayanlar bile “Erdoğan gibi bir lidere kendilerinin de ihtiyaç duyduğunu” söylüyordu.***Bir de bugüne bakın.İki yılda nereden nereye geldik.Ne oldu, niye böyle dağıldık?Sanırım hepimiz, “iki yılda ne oldu” sorusunu kendimize sormalıyız, buna bir cevap aramalıyız, neyi bozduğumuzu anlarsak, o bozduğumuz yeri tamir etme imkanımız da doğar.Bugün yaşananların Türkiye için kaçınılmaz bir kader olduğuna inanmıyorum ben…Bu durum, bu bölünmüşlük kaçınılmaz bir kader değil.Ama bu gelişmeleri durdurmaz ve bölünmeyi kışkırtmayı sürdürürsek, çok ağır bedeller ödeyeceğimiz gelişmeler bir süre sonra gerçekten de kaçınılmaz bir kadere dönüşecek.İnsan bunu içine sindiremiyor…
Bende sevdiklerimi, dostlarımı ölüme kaptırma korkusu vardır, herkeste vardır bu ama bendeki sanırım biraz daha fazla.Zamansız ölümler olabileceği korkusu hep aklımın bir kenarında durur.Bu duygudan pek kurtulamam.Haberim olmadan değişen her şeyden ürkerim ben…Sanırım ölümün de habersizliğini sevmiyorum en çok.Geçen gece, yeni bir duyguyla daha tanıştım…Tanımadığım biri için hissettiğim kaybetme duygusu bu.Aslında tanımadığım, çoktan ölmüş olan birini ‘yeni’ kaybetmenin acısını hissetmek.*** İyi bir film arıyordum yine seyretmek için… Neler olabilir diye dolanırken, o belgesele rastladım. Seyretmeye başladım. ‘Yarışın sonunda Tanrı’yı gördüm’ dediği yer geldiğinde, seyretmek için bu belgeseli niye seçtiğimi anladım.Ayrton Senna’nın hayatını anlatan Senna Belgeselinden bahsediyorum…İngiliz yönetmen Asif Kapadia’nın anlatımından ruhunuza sızdığı gibi nirvanaya ulaşmış bir hayat…1994 yılında 34 yaşında ölen Brezilya’lı F1 pilotu Ayrton Senna beni gerçekten derinden etkiledi…Tanımadığım birini yeni kaybetmenin acısı eklendi hayatıma…Belgesel şu cümleyle bitiyor, ‘Senna, Formula 1 kazalarında ölen son pilottur.’***Belgeseli izledikçe Senna’ya hayran kalıyor, öleceğini bildiğim için tuhaf bir duyguyla o anı bekliyordum…Senna, direksiyonun kitlenmesi yani yüzde yüz araba hatası yüzünden 218 km hızla beton bariyerlere çarparak öldüğünde hissettiğim acı ok gibi saplandı ciğerime…Bana sorsanız ‘ölmesi’ için her şeyi yapmışlar.Hele Fransızların, bir Brezilyalının, çok yetenekli bir Brezilyalının, çok yetenekli genç bir Breziyalının önünü kesmek için nasıl uğraştıklarını, nasıl düşmanlıklar yaptıklarını gördüğümde, Senna’nın böyle ölmesini kabullenmekte zorlandım doğrusu.Belgeselin beni en etkileyen yerlerinden biri, ezeli rakibi Fransız Alain Proust’un, Senna’nın ‘Tanrıyı gördüm’ demesinden bile korkmasıydı.Bu güçlü inancının diğer pilotlar için tehlikeli olabileceğini söylüyordu Proust.Risk alabilme yeteneğinden, tutkusundan, cesaretinden korkuyorlardı Senna’nın.***Yağmurda araba sürüşüyle, virajlara hız kesmeden girebilme becerisiyle F1 yarışlarına ‘yarışılamaz’ bir yenilik getirmişti Senna… Bunu beceremeyen herkesin ‘yok olmasını’ istediği kişiydi...Tanrı inancıyla bile ürkütebiliyormuş pistleri. Cesareti, korkusuzluğu, yeniliğe olan merakı o güne kadar pistlerde alışık olunan her şeyi değiştirmiş.Tıpkı ölümünün de yarışlardaki tüm güvenlik sistemlerini değiştirmesi gibi…O yüzden beni en yaralayan cümle o oldu, ‘Senna, F1 yarışlarında ölen son pilottur.’ Ancak o öldükten sonra ölümleri önleyecek tedbirleri almışlar.Senna, ölümüyle büyük bir acı yaratmış hem Brezilya’da, hem onu seven milyonlarca insanda.Cenazesini seyrettiğimde inanamadım…Bence yeryüzünden böyle ‘sessiz’ bir efsane daha geçmedi.Gerçekten biri Tanrı’yı gördüyse onun Senna olacağına inanacağınız biri Senna.***Babası Brezilyalı zengin iş adamı…Hiç ekonomik sıkıntı çekmeden büyüyen bir çocuk.Ailesi tarafından desteklenen ve çok sevilen…Belki de sahip olduğu gülümseme ve kendine güven buradan geliyor.Çocukluğunda onu sarmalayan sevgiden. Çok uzun zaman önce ölmüş olan birisiyle yeni tanışabiliyor insan işte.Çok uzun zaman önce ölmüş birini yeni kaybetmiş hissine kapılabiliyor.Eğer o kaybolan insan Senna gibi korkusuz, kararlı, işini mükemmel yapan ve insanları seven biriyse.Öyle biri ölse de kaybolmuyor. Bir gün ansızın çıkıp geliveriyor hayatınıza iste.
Biliyorsunuz beyin çağrışımlarla kelimeleri birbirine eşleyip öyle hafızaya alıyor…Siz nedenini bilmiyorsunuz ama, her bisküvi dendiğinde siz kırmızı bir ayakkabı düşünüyor olabiliyorsunuz mesela.İtiraf etmeliyim ki ağaç kesilmesine karşı çıkan gençlere Tayyip Erdoğan ‘ormana gidin’ demeseydi belki de benim aklıma gelmeyecekti bu sabah ‘orman.’Ve ormanla başlayıp Simenon’a kadar uzanan o çağrışımlar zinciri böyle canlanmayacaktı zihnimde. Georges Simenon benim ilk keşfettiğim yazar…Dedektif Maigret çocukluğumun ilk kahramanı.Dedem, Simenon’u sevdiğimi görüp bana onun hayatını anlattığında on iki yaşındaydım henüz.***Simenon orta sınıftan Belçikalı bir ailenin çocuğu. Babası o 15 yaşındayken ölüyor, aslında tıp okumak istiyor ama paraları yetmediği için gazeteciliğe başlıyor.Yıllar geçiyor, evleniyor, bir oğlu oluyor… Oğlu iki yaşındayken, birlikte ormanda gezinirken kuru bir dal ama hayli derin bir şekilde göğsüne batıyor.Doktora gidiyor ve doktor Simenon’a önünde ancak iki yıllık bir ömür kaldığını söylüyor, o da yataktan hiç çıkmazsa.Simenon çok üzülüyor.Oğlu da onun gibi üstelik daha küçük yaşta babasız kalacak diye kahroluyor.İki yıl boyunca ölümü bekleyen bir yatalak gibi yatakta yaşıyor ve ilerde oğluna anı olsun diye ailesini anlatan bir kitap yazmaya başlıyor.Gallimard kitapevine gönderiyor doldurduğu defterleri. O sıralarda Andre Gide, yayınlanacak kitapların seçimiyle ilgili bölümün başında.Simenon’un gönderdiklerine bayılıyor…Böylece Simenon’un yazarlığı başlıyor.İlk kitabı çıkar çıkmaz da yeniden başka bir doktora gidiyor…Ve ilk teşhisin tamamıyla yanlış olduğunu öğreniyor ve Simenon yeniden doğuyor dünyaya, bu kez romancı olarak…***Hikayenin gerisi de var, sıkılmazsanız devam edeyim…Simenon en çok yazmış yazarlardan biri, belki de birincisi…Haftada bir roman yazabiliyor. Her gün öğlene kadar yazıyor, öğleden sonra da bir gün önce yazdıklarını temize çekiyor.Ancak yazarak ölümü ve hastalanma korkusunu unutup iyileşebiliyor çünkü…O iki senenin izini bir türlü atamıyor üzerinden.Ve çok zengin oluyor. Bir şato yaptırıyor, şatonun içinde özel bir ameliyathane, ameliyathanede cerrahlar nöbet tutuyor.Çimlerle kaplı koca bahçede ise yalnızca değişik filmlerde Komiser Maigret tipini canlandıran dokuz aktörün heykelleri var.Simenon sadece yazıyor, yazmadan önce de mutlaka bahçede bir saat yürüyor.Biliyor musunuz, Simenon İstanbul’a gelmiş ve konusu İstanbul’da geçen iki roman yazmış.***Kütüphaneden bir Simenon, bir Çetin Altan çektim…Çetin Altan’dan Dünyaya Bırakılmış Mektupları karıştırmaya başladım.Istakozlar kabuk değiştirirken derinlerindeki kayaların diplerine gizlenirlermiş, çünkü o sırada düşmanlarına karşı en güçsüz ve çaresiz oldukları anmış.Bizlerin de böyle kabuklarımızdan sıyrıldığımız, kimselere göstermek istemediğimiz zayıf anlarımız var.Hepimiz o zayıflıkları kendimizce tedavi etmeye çalışıyoruz, bazılarımız saklanarak, bazılarımız bağırarak, bazılarımız yazarak.***Bir ormandan nerelere geldik…Çağrışımlar şimşeği ‘orman” sözcüğüyle birlikte hafızamda Simenon’u da aydınlattı.Zayıflıklarımız gibi çağrışımlarımız da farklı. Kimimiz orman deyince inşaatı, yolu, binayı hatırlıyor, kimimiz aşkları, şarkıları, gezmeleri, kimimiz orman deyince kitapları, yazarları.Kimimiz 12 yaşında dedesinin gözlerinin içine baktığı anı…Şimdi ormanda, bir yürüyüş iyi olurdu doğrusu, ne dersiniz?
Uzun zamandan sonra beni en heyecanlandıran kitap, Hrant Dink’in avukatı Fethiye Çetin’in Utanç Duyuyorum kitabı oldu.Elimden düşüremiyorum…Hem hırsımdan hem acımdan okurken ağlıyorum.Ama bu kitap duyduğum acıyı yendi, okuduklarım karşısında hissettiğim öfke acımı unutturabildi bana.Dün davanın Yargıtay’ın bozma kararından sonraki ilk duruşması vardı…Yargıtay 9. Ceza Dairesi davaya bakan mahkemenin ‘örgüt yok’ kararını, sanıkların terör örgütü değil suç örgütü üyesi oldukları gerekçesiyle bozmuştu.Dün de daha salıverilen Erhan Tuncel’in tekrar yakalanmasına karar verildi.***Pazartesi günü t24’te Fethiye Çetin’in kitapla ilgili röportajını okudum.Kitabındaki pek çok soruya cevap veriyordu.En ilgimi çeken kısımlardan biriydi kitapta Yaşar Büyükanıt kısmı…Daha önce Mehmet Baransu da sormuştu, “Ergenekon davasında İlker Başbuğ müebbet cezası alırken Büyükanıt nasıl kurtuldu, yargılanmadı” diye.2011’in Mart ayıydı sanırım, Taraf’ta Türkiye Wikileaks belgeleri yayınlanmıştı. ABD’nin Ankara eski büyükelçisi Pearson‘ın “Genelkurmay Başkanı Özkök’e karşı olan yedi general var. Büyükanıt’ın ise ikili oynadığı söyleniyor” diyordu notlarda.2003’te Şener Eruygur’un Genelkurmay Başkanı’nı bütün direncine rağmen hükümete karşı harekete geçirmeye zorladığını ama Hilmi Özkök “Muhtıra vermeyi düşünmüyorum” diyince, Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olduğu bir ortamda darbe yapılmasının söz konusu olmadığını anladığını ve önce Kara Kuvvetleri Komutanı, ardından Genelkurmay Başkanı olmayı hayal ettiğini ve bu yüzden Yaşar Büyükanıt’ı aradan çıkartması gerektiğini düşündüğünü biliyorduk.Hatırlayın, Ergenekon soruşturması sırasında Eruygur’un evinde ve işyerinde yapılan aramada Büyükanıt’ı engellemek için hakkında yaptırdığı çok geniş araştırmalar çıkmıştı.27 Nisan Muhtırası’nın Türkiye’de siyasi hayatın gidişatını nasıl değiştirdiğini… Ak Parti’nin 22 Temmuz seçimlerinde bu muhtıraya duyulan kızgınlık nedeniyle büyük ve ezici bir oy aldığını da hatırlıyoruz.Ve 4 Mayıs 2007’de hâlâ o görüşmede ne konuşulduğu sır olan, Dolmabahçe’deki Büyükanıt-Tayyip Erdoğan buluşması da hâlâ büyük bir soru işareti.Büyükanıt’ın 32. Gün’de tuhaf bir güvenle “O muhtırayı evde televizyon izlerken kalktım ve ben yazdım” dediğini de eklersek, Büyükanıt’ın son dönemin en ilginç isimlerinden biri olduğu gerçeği net bir biçimde çıkıyor ortaya.***Fethiye Çetin de diyor ki, “Dolmabahçe buluşması 2007 Mayıs’ında. Hrant Dink cinayeti 2007 Ocak’ında. Ergenekon soruşturması da Dolmabahçe görüşmesinden hemen sonra başladı. Bir ihbarla Ümraniye’deki el bombaları bulundu. İşte bu tarihten başlayarak acaba Dolmabahçe görüşmesinde bir uzlaşmaya varıldı ve bu uzlaşmada Hrant Dink dosyası pazarlık malzemesi olarak kullanılıp Hrant Dink dosyası iktidar savaşına feda mı edildi? 2012 yılının Aralık ayında MİT’in, TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’na gönderdiği dosya bu konudaki iddiamı daha güçlendirdi. Özel Harp Dairesi’nden bir subayın anlatımlarına yer verildiği gibi isim listelerine, krokilere ve bazı belgelere de yer verilmişti. Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde Özel Harp Dairesi’ne bağlı Seferberlik Tetkik Kurulu’nun şube sayısının arttırıldığı, görev tanımının genişletildiği, asıl görevinden ziyade ülke içindeki muhaliflere yönelik faaliyetlere izin verildiği, ‘iç tehdit’ belirleme yetkisi ile belirlenen hedeflere karşı mücadele yetkisi verildiği yazılıydı. Elde bunca bilgi ve iddia olmasına rağmen niye Büyükanıt’a dokunulmadı?’***Bütün bu bilgilerin ışığında Fethiye Çetin’in sorusu insanın içinde çınlıyor.Galiba ancak Dink cinayetinin gerçek sorumluları ortaya çıkarıldığında çözebileceğiz yakın tarihimizin ürkütücü sırlarını.Belki de o yüzden bir türlü çözülemiyor bu cinayet.Öyle değil mi?
“İnsanoğlu zayıftır, o yüzden yalan söyler. Hatta kendine bile!”Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın Rashomon’unu seyretmiş miydiniz?1950 yapımı…Bu filmi seçmem bilinçaltımın bir oyunu mu bilmiyorum ama bu aralar klasikleri seyrediyorum yeniden.Aslında kendimi iyileştirme biçimim bu, hayat insanı her an sakatlıyor, filmler kitaplar, doğa iyileştiriyor…En azından ben böyle hissediyorum.Ben böyle iyileşiyorum.***Akira Kurosawa’nın başyapıtlarından biri olan “Raşomon”, Japon yönetmeni batı dünyasına tanıtan film de aynı zamanda.Filmde bir cinayet anlatılıyor.…Öykü mahkeme salonundaki ifadeler ve flashbacklerle geçiyor… Ve hatta flashback içinde flashbackler var, 1950 için oldukça çarpıcı bir anlatım bu.Olayın tanıkları ve zanlıları, kendi yaşadıkları ya da yaşadıklarını sandıkları ya da başkalarının yaşanmış olduğuna inanmalarını istedikleri neyse onu anlatıyorlar seyirciye. İzlerken yargıç sizsiniz.Karısıyla birlikte ormandan geçen bir samuray, bir haydutun saldırısına uğrar ve öldürülür, karısı ise tecavüze uğrar. Haydut yakalanır ancak onun ifadesi ile kadınınki taban tabana zıttır. Olayı çözmesi için devreye giren bir medyumun vasıtasıyla ölen samuray da yine tamamen farklı bir hikâye anlatır olayla ilgili…Cesedi bulan oduncunun ifadesi ise hiçbirisininkine uymaz.Aynı suçun altı çelişkili biçimde ama bir o kadar da inandırıcı olarak anlatıldığı, yani herkesin ‘gerçeği’nin farklı olduğu bu olayda kim doğruyu söylüyordur?Film bunu düşündürür size…Ve Budist rahip ‘insanoğlu yalan söyler, kendisine bile’ der.***İşte bu benim hayatta en merak ettiğim şeylerden biri; anlatmak gerçeği çarpıtmak mıdır? Bir gerçeği kendi gerçeğimizle bozar mıyız?Kendi gerçeğimiz nedir, hatırladıklarımız mı yoksa yaşadıklarımız mı?İkisi aynı şey midir yoksa farklı mıdır?Bir olayı anlattığımız anda farkında olarak ya da olmayarak yalan söylemeye mi başlarız? Çünkü herkes, hepimiz, hayatı, kendi algılarımıza, kendi anılarımıza, kendi yaralarımıza göre yerleştiririz zihnimize.Ve beraber yaşadığımız olayları bile birbirimizden tamamen zıt anlatabiliriz…***İsmet Berkan geçenlerde hafızayla ilgili bir yazı yazmıştı…Diyordu ki, gözümüzle değil beynimizle görürüz ve beynimiz mutlaka ama mutlaka yaşananları manipüle eder.Yani beyin sahte hatıralar yaratabiliyor.Belki de pek çok yaşadığımız zannettiğimiz şeyi beynimizin hafıza denen bölümünde kendimiz yaratıyoruz?Filmde rahibin söylediği ‘insanoğlu zayıftır yalan söyler kendine bile’ dediği de aslında hafızamız. Beynimizin yaşadıklarımızı manipüle etmesi… Gerçekten zayıflığımız, yalan söylememizde değil de aslında hafızamızın yaşadıklarımızı bile kendince değiştirmesinde mi acaba?***Bunları düşünürken endişelendim de bir yandan…Düşünsenize bugünleri de ilerde bir gün birilerinin yazdıklarından okuyacağız.Zaten yalanlarla dolu bir geçmişi hafızayla çarpıtan algılarımız, bizi nasıl bir tarih anlatımına sürükleyecek acaba?Peki insanlar geçmişte yaşananların asıl gerçeğini nasıl öğrenecek?Öğrenebilecek mi ya da?Geçmiş de gelecek gibi belirsiz mi?Geçmiş, her anlatana göre değişebilen bir gerçeklik mi?Hayat, özündeki gerçeği bir türlü kavrayamadığımız sürekli ve bulanık bir hareketler bütünü gibi geliyor bana bazen…O hareketin içinde gerçeği bulmaya çalışarak sürüklenip duruyoruz işte.Belki de o yüzden bir türlü hayatın ne olduğunu tarif edemiyoruz. Filmlere, kitaplara, doğaya sığınıyoruz…