Haberin Devamı
Türkiye kendi sorunlarından alabildiğine korkuyor…
Kendini yönetmekten vazgeçiyor, vazgeçtiğini de dünya aleme ilan ediyor bana sorarsanız…
Bu ülkedeki sorunlar, giderek bu ülkenin kendi sorunlarını çözmeye cesaretinin yetmeyeceğini, bu cesaretsizliğin de bir şaşkınlığa dönüştüğünün işareti…
Bölünmüşlük, nefret ve kutuplaşma hiçbir dönemde bu kadar keskinleşmemişti.
Üstelik bu bölünme bizzat yönetenler tarafından kışkırtılıyor.
Bir sorunla karşılaştığımızda, onu çözmeye çalışmıyorlar aksine o sorundan yeni bir bölünme yaratmak için uğraşıyorlar sanki.
Her eleştiri “ezilmesi gereken bir düşman” gibi tanımlanıyor.
Bu durum, karşılıklı kuşkuları besliyor ve artık her olayın “iki ayrı hikayesi” var ne yazık ki.
Beşiktaş Galatasay maçında yaşananlara bakın.
İktidar yanlıları için maçın sonundaki saldırı, Gezi olaylarında bir “efsaneye” dönüşen Çarşı grubunun barbarlığını kanıtlıyor, muhalefet ise saldırının “devlet” tarafından örgütlendiğine inanıyor.
Ama herkes o maçta yaşananların futbolla ilgisi olmadığında hemfikir.
Her birimiz işin içinde başka bir iş olduğuna neredeyse eminiz…
Öyle değil mi?
Her takımın kendi içinde “bölündüğü” ve taraftarların siyasi nedenlerle birbiriyle kavga ettikleri bir dönemden geçiyoruz.
Bölünmüşlüğün bundan daha net bir görüntüsü olabilir mi sizce?
Bir ülkede takımlar kendi içlerinde bölünüyorsa, gerçekten de o ülkede çok büyük bir sorun olduğunu gösterir bu.
Bölünmüşlük, toplumun her zerresine yayılıyor demektir.
Bir toplum, birbirinden nefret eden “yüzde ellilik” iki büyük kitle halinde ortadan kırılmanın yarattığı baskıyı daha ne kadar taşıyabilir?
Bu nefret ortadan kaldırılamazsa, bu toplum barış ve huzur içinde nasıl bir arada yaşamayı sürdürebilecek?
Kalabalıkların bir araya geldiği her yer beklenmedik olayların yaşanabileceği ortamlara dönüşmeyecek mi?
Küçücük olayların büyük çatışmalara dönme ihtimalini sürekli içinde mi taşıyacak bu toplum?
Daha iki yıl öncesine kadar bu ülke, bütün dünyanın hayran kaldığı bir başarı öyküsü olarak parlıyordu.
Askeri vesayete son verilmişti.
Kürt sorununun çözümü için adımlar atılıyordu.
Ekonomimize herkes hayrandı.
Ortadoğu’nun en imrenilen ülkesiydik, her sorunda arabuluculuk edebilecek bir ağırlığımız vardı.
Ortadoğu’daki her gelişmede dünya “Türkiye ne diyor” merak ediyordu.
Her görüşten, her inançtan, her ırktan insanı bir arada barış içinde yaşatacak bir demokrasiyi hayata geçiren ilk Müslüman ülke olması bekleniyordu Türkiye’nin, dünya Türkiye’yi alkışlıyor, Batılı ülkelerde yaşayanlar bile “Erdoğan gibi bir lidere kendilerinin de ihtiyaç duyduğunu” söylüyordu.
Bir de bugüne bakın.
İki yılda nereden nereye geldik.
Ne oldu, niye böyle dağıldık?
Sanırım hepimiz, “iki yılda ne oldu” sorusunu kendimize sormalıyız, buna bir cevap aramalıyız, neyi bozduğumuzu anlarsak, o bozduğumuz yeri tamir etme imkanımız da doğar.
Bugün yaşananların Türkiye için kaçınılmaz bir kader olduğuna inanmıyorum ben…
Bu durum, bu bölünmüşlük kaçınılmaz bir kader değil.
Ama bu gelişmeleri durdurmaz ve bölünmeyi kışkırtmayı sürdürürsek, çok ağır bedeller ödeyeceğimiz gelişmeler bir süre sonra gerçekten de kaçınılmaz bir kadere dönüşecek.
İnsan bunu içine sindiremiyor…