Ciddiyetsizlik ürkütüyor…

27 Ağustos 2013

Çok garip bir ülke oldu burası…Bunu söylemenin sıradanlaştığı kadar garip.Yaptıkları akla, mantığa, insafa uymuyor, polisler çocukları öldürüyor mesela…İçişleri bakanı bunlar başka bir ülkede oluyormuş gibi aldırmaz duruyor, başbakan o polisler için “destan yazdılar” diyor.Bir devletin yapmaması gereken işler bu garip ülkede her birimizi yaralayarak gerçekleşiyor…Yapılması gerekenlerse bir kuytuda uyutuluyor usulca…Tuhaf bir aldırmazlık, ciddiyetsizlik var her yerde…Bir gerginlik, bir öfke hakim insanlarda.Hiçbir gerçek hak ettiği reaksiyonla karşılaşmıyor…Her bir şey çözülmüyor…***Ahmet İnsel Radikal’de yazdı geçen gün.Okurken tam ne hissedeceğimi bilemedim açıkçası.Güldüm…Ama aklım da bir karıştı doğrusu…Başbakan 17 Temmuz’da AKP İl Başkanlarına yaptığı konuşmada: “Daha ortada sandık yok, sonuç yok şimdiden ortaya dökülmeye başladılar. Bir genç, ‘oruç tutmadım diye bana saldırdılar’ diyerek karakola gidiyor. Polis de ‘kardeş Ramazan yarın başlıyor. Gel çayımızı iç’ diyor. Yenilgilerine şimdiden bahane üretiyorlar” diye bir konuşma yapmış.Ertesi gün ortaya çıkmış ki bahsettiği olay, Zaytung’un muhafazakâr versiyonu olan bir sitede, laiklerle dalga geçmek için uydurulmuş bir habermiş.Başbakan, danışmanlarının önüne koyduklarına inanmış.Bugüne kadar Başbakan’dan bu konuda bir düzeltme ve özür gelmedi sanırım.Bir gerçek daha kuytulara bırakıldı…***BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş hükümet için “şu an çözüm sürecinin tıkandığının söylenemeyeceğim ama hükümetin atması gereken adımlarda lakaytlık, ciddiyetsizlik var. Meseleyi derin anlamak ve stratejik yaklaşmak yerine öyle tek taraflı bildiğini okuma tarzı var” dediğinde, ben o ciddiyetsizliği ve lakaytlığı aşacak hamleler beklemiştim…Herhalde yakında hükümet güçlü bir adım atar diye düşünmüştüm.Yanılmışım.Oysa ki çok ciddi bir Kürt sorunu var çözülmeyi bekleyen.Üç hafta önce Hürriyet Gazetesinde Cansu Camlıbel’in PKK’yı dünyada en iyi bilen gazetecilerden biri olarak tanınan Aliza Marcus’la yaptığı röportajı hatırlıyor musunuz?Marcus demişti ki “Recep Tayyip Erdoğan’ın önünde iki seçenek var; ya demokratikleşme yoluyla bu meseleyi çözecek ya da Güneydoğu’yu Kürtlere bırakacak.”Bu çok ciddiye alınması gereken bir sözdü…Sanırım danışmanlar bunu fark edemedi…Ama olanlara bakınca çok da şaşırtıcı değil sanki…***Ama şimdi soru şu: AKP barış için hangisi verecek? Toprak mı, demokrasi mi?Kandil’in hükümete güvenmediğine dair haberler çıkıyor.Başbakanın danışmanları, Öcalan Kandil üzerinde etkisiz olduğunu söylüyor.BDP çözüm için bir türlü gerçek parça yerine konmuyor.Toplum hızla bölünüyor.Sokaklarda çocuklar öldürülüyor.Kürt meselesi ciddi adımlar bekliyor.Biz sadece hamasi nutuklar dinliyoruz.Kapıyı çalıp sormak istiyorum iktidara, ‘içeride biri var mı gerçekten?’

Devamını Oku

Ağlayan kaptan iyiye işaret değildir

25 Ağustos 2013

Başbakanı televizyonda ağlarken seyrettiniz değil mi?Müslüman Kardeşler liderinin 17 yaşında öldürülen kızı Esma’ya yazdığı mektubu dinlerken…Ben seyrettim.Hatta birkaç defa seyrettim.Ve başbakanın başkalarının söylediği gibi gözyaşlarında bir sahtelik olduğunu düşünmedim… Mektubun her satırı ve Esma’nın o gülen yüzü, her insanı ağlatacak kadar yaralayıcıydı.Ölen bir çocuksa, masumsa, katledilmişse, ağlamamak mümkün değil zaten.Ama bu ağlama sadece bir ağlama değildi bence…Çok daha büyük bir sorunun başlangıcıydı.Aslında başbakan samimiyetle ağlıyordu, ağlaması samimiydi ama ağlamasının gösterilmesi hesaplıydı.Başbakan da, soruyu soran da o mektuba başbakanın ağlayacağını daha en baştan biliyordu.Bunu sezmemek mümkün değil…Onların bunu bildiğini bilmek de izleyende o samimiyet algısını bozuyordu…Ayrıca endişelendiriyordu da…Bir başbakanı televizyonda dakikalarca ağlarken görmek insanı ürkütüyor doğrusu.Ancak Ortadoğu’da olur böyle dakikalarca ağlamak herhalde.Başbakan dediğin de bir insandır ama sinirleri sağlam bir insandır öyle değil mi?Başbakansan ne acılardan, ne facialardan geçersin, dişini sıkıp soğukkanlı durursun.Devlet gemisinin kaptanıdır başbakan.Bir gemide kaptanının birden salonun ortasına gelip hıçkıra hıçkıra ağladığını düşünsenize, nedeni ne olursa olsun bu sahne yolcularda bir ferahlık duygusu yaratmaz sanırım.Ağlayan kaptan iyiye işaret değildir.Üstelik bu geçici bir hal gibi de durmuyor…Benim televizyonda izlediğim başbakanın bundan sonra Türkiye’yle ilişkisi akılla değil duygularla olacak gibi…Ağlayacak...Bağıracak...Kızacak...Küsecek...Sevecek...Nevrotik bir ilişki olacak yani aramızdaki.Zaten de öyle değil mi uzunca bir zamandır?***Dünya çapında bir projenin kilidiydi bence başbakan ve bunu beceremedi… Yeryüzündeki bütün Müslümanlara örnek gösterilecek hem demokrat hem Müslüman bir ülkeyi yaratacak ve her açıdan başarıya ulaştıracaktı. Bu yolda dünya ona büyük destek verdi. Ama olmadı, proje çöktü.Dış politikada da, iç politikada da hedeflere ulaşılamadı.Başbakan, kendisine verilen hem iç hem dış destekle Ortadoğu’da bir imparatorluk kurma hayallerine kapıldı ve bu son gelişmelerle birlikte, kafasındaki imparatorluğu kaybetti… Çoktandır böyle bir imparatorluk kurulmuş gibi davranıyordu, zaten bu hayalin çökmesi sarstı başbakanı.Gezi olayları bu sarsıntıyı daha da derinleştirdi.Ülkenin “tek” hakimi olmadığını görmek onu çok öfkelendirdi, halkın bir kısmının “nankör” olduğuna çok fazla inandı.Şimdi de ekonomik kriz kapıya dayandı. Bu kriz kendi tabanını da çalkalayacak. Ekonominin, diplomasinin ve politikanın ne kadar başarılı götürüldüğü kendi tabanında da sorgulanacak.Bir de çözülmesi gereken bir Kürt sorunu bütün haşmetiyle duruyor ortada.Bütün bunları düşündüğümüzde, başbakanın duygusal tepkilerine daha sık rastlayacağımızı tahmin etmek hiç de zor değil…***Pek çoklarının söylediği gibi başbakanın ağlaması sahte değildi bence…Tam tersine bu ağlama tehlikeli bir şeyin işaretiydi…Başbakanın sinirlerinin gerçekten bozuk olduğunu gösterdi bana.Daha da tehlikeli bir şey var, o hepimizi kızdıran gerçek; Esma’ya ağlarken kendi ülkende çocuklar ölüyor sesini bile çıkartmıyorsun, omuzlarını silkip geçiyorsun. Kılın kıpırdamıyor.Ben başbakanın bir yanının az rastlanılacak derecede kırılgan, diğer yanının ise korkulacak kadar katı olduğunu düşünüyorum.Bu ikili yapı bütün siyasete yansıyor…Böyle giderse biz de, başbakan da çok ağlayacakmışız gibi geliyor bana…Öyle değil mi?

Devamını Oku

Milli takım mı Galatasaray mı?

24 Ağustos 2013

Bazı konular iştah açar…Heyecanlanırsın… Meraklanırsın… Federasyonun milli takım teknik direktörlüğüne Fatih Terim’i seçmesi de benim için öyle oldu.Mustafa Denizli gibi o pozisyonu hakeden ve boşta olan baska bir aday varken, G.Saray Teknik Direktörü’nü idareten Milli Takım’ın başına getirmek pek de akıl karı gözükmedi bana.Ve merak ettim aslında neler olduğunu.Eğer federasyon hocası Abdullah Avcı’yı gönderip yerine bir hoca arıyorsa ve üstelik şansı neredeyse yüzde bir olan bir başarı için Galatasaray’ın hocasını seçiyorsa bu gerçekten merak edilecek bir konudur benim için…***Federasyonun Fatih Hoca seçimi, Galatasaray’ın Başkanı Ünal Aysal ile Fatih Hoca arasındaki ilişkinin turnusol kağıdı oldu.Söylenenler doğruymuş Ünal Aysal ile Fatih Terim arasında çekişme büyükmüş.Ben sezon sonunda Terim’in G.Saray’dan ayrılıp Milli Takım’ın başına geçmesini bile bekliyorum doğrusu.***Spor camiasında anlatılanları özetleyeyim, bakalım siz ne düşüneceksiniz.Terim’in G.Saray ile mukavelesi Mayıs 2014’te bitiyor. G.Saraylı dostlarımın söylediğine göre Fatih Terim, haziran ayından bu yana Ünal Aysal’ın kendisine 3 yıllık yeni mukavele önermesini bekliyor. Aysal ise inatla yeni mukavele önermiyor. İki yıldır takımı şampiyon yapmıs bir hocaya bu muamele iyi niyetten uzak gözüküyor.Bu krizin farkına varan TFF, gayriresmi bir kanaldan, Basbakan’ın yakını olan Göksel Gümüşdağ ile bir süredir Terim’in nabzını yokluyor. O nabız yüksek atıyor olmalı ki, geldiğinden beri ipin ucunda olan Abdullah Avcı 24 saat içinde görevinden uzaklaştırılıyor.Hemen ertesi gün, G.Saray’ın teknik direktörü, TFF Başkanı Yıldırım Demirören’in evinde TFF yöneticileriyle resmi transfer görüşmesi yapıyor. Hem de sabahın 08.30’unda. Görevi kabul etmeye niyeti olmasa bu görüşme olmazdı sanırım. Orada 4 yıllık mukavele konusunda prensipte anlaşıyorlar. Ve Terim “Ben Ünal Aysal’a durumu anlatayım” diyerek TFF ile el sıkışıyor.Ama ne hikmetse bu görüşmeden sonra 24 saat boyunca Terim ile Aysal bir araya gelemiyor. İki taraf da köşelerine çekilip kamuoyunun nabzını tutuyor. Ertesi gün Bodrum’a gitmeden önce Florya’ya uğrayan Aysal, “personel”i Terim’le bu konuyu konuşuyor. Terim’e ne yeni mukavele öneriyor ne de yol veriyor. “4 maç teknik direktör ol, mayısa kadar danışmanlık yap, para da alma” diyor. Terim buna rağmen TFF ile 9 aylık resmi mukavele imzalıyor. Danışmanlık filan da yapmıyor. TFF’den alacağı 1 milyon doları da hayır kurumlarına bağışlamayı planlıyor. Aysal’a restini çekiyor.***Peki şimdi ne oldu?TFF, bitmiş gözüken 2013 Dünya Kupası şansını, varmış gibi gösterecek isimlerden biriyle Terim’le anlaştı ve üzerindeki kamuoyu baskısını azalttı.G.Saray, 3 kupa hedefiyle başladığı sezonda, teknik direktörünü Milli Takım’la paylaşmak zorunda kaldı. Sezon içinde yaşanacak herhangi bir tökezlemenin faturası kendisine çıkacağı için, Ünal Aysal bu durumdan memnun olmadı.Terim’in ise iki tarafla da 9’ar aylık mukavelesi var. Burası Türkiye, mart ayında bir bakmışsınız ikisini de kaybetmiş. Ya da bir bakmışsınız ikisi birden “benimle devam et” diye peşinde koşuyor. Yani onun için de her şey başarıya endeksli.***Bütün bu konuşulanlar arasında en az milli takımdan söz edildiğini herhalde siz de fark ettiniz.Milli takımla ilgili bir konuda en az milli takımdan söz edilmesi de herhalde bir Türkiye gerçeği.

Devamını Oku

Orta sınıf zenginleşiyor işçiler ölüyor…

10 Ağustos 2013

Eskiden şöyle düşünürdüm ben, beş on sene öncesine kadar;Bu ülkede hayat, hatta özellikle tatiller sadece zenginler içindir.Tatil, paranın paylaşımını en net gösteren şeylerden biridir benim için ve genellikle sahillerde fakirler ve orta sınıf pek görülmez ne yazık ki….Ve hep aynı şey konuşulur tatillerde; İngilizin, Amerikalının, Almanın işçisi bizim zenginlerin gittiği her yere gidebiliyor da kendi orta sınıfımız, işçimiz parası olanla aynı hayatı paylaşamıyor bir türlü.O Otel resepsiyonlarında asılı duran fiyat listeleri, gizli şifrelerle yazılmış o cümleyi taşırdı sanki ‘fakirler giremez.’Tül mavisinden koyu yeşile doğru değişen renklerin arasına gizlenen otellere, kumsallara populer yerlere hep zenginler giderdi…Orta sınıf ve daha da az parası olanlar kendilerine hep bambaşka yerler seçerdi.Dünyanın emekçileri Türkiye sahillerinde keyif yapar ama aynı sahillerde Türk işçileri, memurları olmazdı.***Ama ben bu bayram tatilinde hayatın zevklerinden pay alma oranlarının değiştiğini gördüm.Belki uzun zaman önce değişti ama ben bu tatilde çok açık bir biçimde fark ettim.Çeşme’de bayramın ikinci günü pansiyondan en lüks otele kadar hiçbir yerde oda kalmamıştı.Tek bir boş oda yoktu Çeşme’de…Ve zengin otellerinde orta sınıfı, lüks pansiyonlarda zenginleri gördüm…Çeşme uzun sahilleri olan bir tatil kasabası… Göz alabildiğine kumsallar var…Aynı deniz, aynı kum, sadece paranıza göre farklı şezlonglar…Ben o kumsallarda ‘bütün insanları’ gördüm bu bayram… Bayram tatilinde Çeşme’de bir tek boş otel olmaması, küçük bir ölçekte de olsa, Türkiye’nin yeni ekonomik gerçeğini de gösteriyor bence…Orta sınıf zenginleşmiş, yeni bir hayat biçimini benimsemiş. Zengin sınıfsa sanırım bundan pek hoşnut değil… Onlar hala ‘o adada’ yalnız olmak istiyorlar…***Mehmet Altan geçen gün söylemişti;10 yılda dünyada dolar milyarderleri 3 kat artarken Türkiye’de 10 kat artmış.Bu arada da sadece Temmuz ayında iş kazalarında 120 kişi ölmüş Türkiye’de ve sekizi çocukmuş…İnsan anlamakda zorlanıyor.Bir yüzünü zenginleşmeye dayayan bir ülke, diğer yanını ilkellikten kurtaramıyor.Milli gelir 2 bin dolardan 10 bin dolara çıkıyor, tatil beldelerinin çehresi epeyce değişip kalabalıklaşıyor ama hala tatile ‘gelemeyenler’ ölüyor bu ülkede. Tamam, ülke zenginleşiyor, orta sınıf gürbüzleşiyor…Ama işçi ölümleri de rekor kırıyor.Böyle baktığınızda, tatil beldelerinde gördüğünüz kalabalıklarla birlikte denize girerken insanın vicdanı şu korkunç soruyla sızlıyor: Bu tatillerin bedelini ölü işçiler mi ödüyor?

Devamını Oku

Bayram geleneklerini severim ben…

8 Ağustos 2013

Yeterince dindar olmasam da dini bilmiyor değilim…Güçlü bir inanç damarımın olmasından sanırım kurallarına bütünüyle uymadığım halde adetlerini hep çok severim dinin.Üstelik dine ve dindarlara yakın da büyümedim.Ama bayramların bayram gibi yaşandığı bir evde geçti çocukluğum.Babaannemin bayram sofrası kurup hepimizi heyecanla beklediği, bizlerin de, hala hatırladığım zaman burnumun direğini sızlatan bir özlem duyduğum bir sevinçle ona gittiğimiz bayramlarla büyüdüm ben. Bayramları, bayram sabahlarını, bayram namazından eve kahvaltıya dönen baba oğulları, bayramların asıl yükünü taşıyan telaşlı hanımları, kurulan bayram sofralarını, el öpmeleri, çocuklara verilen harçlıkları, bayram için alınan yeni ayakkabıları, yaşlıların onları ziyarete gelecekleri heyecanla beklemelerini hep sevdim.İyimserlik aptalların afyonudur der Milan Kundera.Benim aptallar kategorisine girmeye razı olacak bir iyimserliğim vardır genellikle…Ve bayramlarda Kundera’nın ‘aptalların afyonu’ dediği iyimserlikten hep daha fazla payımı alırım.Adetler, uğultulu bir yaşamın içinde sığındığım en huzurlu parçalardır benim için çünkü…Köklü gelenekler beni her defasında, hep daha fazla iyimser ve mutlu yapar hayata karşı…Sığınırım onlara…Isınırım.Bayramlarla ve bayram sofralarıyla kimselere göstermediğim yalnızlığımı, hüznümü acılarımı sararım… Bayramları belki de bu yüzden bu kadar çok severim.Sadece dışarısı değil, insanın içi de kalabalıklaşır çünkü…Yalnızlığına mutululuk, hüznüne huzur, acılarına sevinç karışır.Tanrının bizden aldığı çocukluğumuzu geri verdiği cömert günlerdir bayramlardır.Mutlu, düşmanlıktan, kızgınlıklardan uzak, nefretten arınmış uyanır insanlar…Tertemiz, özenli giyinir…Kanlı düşmanlar bile birbirine selam verir karşılaştıklarında…En yoksulumuz bile ‘zengin’ bayram sofrası kurar…Mahallenin hırçın gençleri düzgün taranmış saçları ve temiz kıyafetleriyle köşe başlarında toplanır…Hala böyle sokaklar olduğunu biliyorum…Bunu bilmek bayramları güzelleştiriyor doğrusu.Yaşlıların yaşlılığın tadını çıkardığı günlerdir… Çocukların sokakları şenliğe verdiği…Eğlencenin günah değil de ibadet sayıldığı bir iki gün yaşanır bayramlarda.Herkesin efendi, herkesin anlayışlı, herkesin kibar olduğu günlerdir…Annelerini, babalarını, çocuklarını kaybetmiş olanlar, belki biraz isyan eder gözyaşlarıyla…Madem bayram, ben niye bu kadar eksiğim diye…Tanrı bu isyanı hoş görür.Kaybettiklerimiz çok uzaklardan da olsa sessizce uzanır yanımıza, ben hep buna inanırım.Bir gülümseme dolaştığına inanırım gökyüzünde bayramlarda…Kaybettiklerimiz gülümser bize…Ben bayramları severim.Bugün o bayram geldi işte…Birkaç gün, o huzrlu günleri yaşayacağız…Hepinize iyi bayramlar…Mutluluğun ve huzurun tadını çıkarın.

Devamını Oku

Hem içim sızladı hem içim rahatladı…

7 Ağustos 2013

Pazartesi günü Ergenekon davası cezalarını an be an internetten takip ettim. Bir o duygudan bir bu duyguya savruldum durdum.Çok sevindim, çok şaşırdım, çok kızdım, üzüldüm, çığlıklar attım, içim sızladı, içim rahatladı…Gerçekten karışık duygular geldi geçti içimden… Çoğumuz gibi en temel noktada sıkışıp kaldım ben de, Pazartesi günü bu ülkede demokrasi için büyük bir adım olduğunu düşündüğüm bir dava sonuçlandı…Askeri vesayetin beli kırıldı.Ama hukukun bütün gereklerine uyuldu mu sorusu aklımıma takılıp kaldı…Bu büyük soru, bu cevabından bile büyük soru neredeyse tarihimizin en önemli olaylarından birini kendi karanlığına hapsetti.***Tarihimiz için çok önemli bir gelişme olan Ergenekon davası sonuçları, demokratikleşme devam etmediği için, sistem hukukileşemediği için, siyasallaştığı için, hukuki açıdan tartışılan bir dava haline geldi ne yazık ki.Çünkü ilkeler üzerinden değil taraftarlık üzerinden yürüyor hayat burada.Taraftarlık yerine ilkeleri savusaydık bugüne kadar, ne bu kadar mağdurumuz, ne bu kadar mağduriyet hissimiz olurdu.Hepimiz, demokratik bir ülkede ne böyle bir ordu, ne böyle bir gazetecilik, ne böyle bir akademisyenlik, ne de böyle bir yargılama olmayacağını en baştan bilirdik.Öyle değil mi?***Hrant Dink’in öldürülmeden önce yargılandığı tüm davalara gidip arsızca ve haksızca nefretini kusan, ölümünden sonra yaptığı açıklamalarla insanı dinlerken onun yerine utandıran, tuhaf bir tiksinmeyle beraber insanın o zavallılığa acıdığı avukat Kerinçsiz’in müebbet almasına sevincimi kursağıma tıkayan bu ilkesizlik ,hukukun eksikliği ve güvenilmezliği oldu.Sağlam ve güvenilir bir hukuk olmadığında, bütün toplumun mağdur olduğunu düşünüyorum ben.Pazartesi günü Orhan Kemal Cengiz’in yazısı çok severek okudum.Bu davanın keşkelerini çok iyi özetlemişti… ‘Keşke, Ergenekon davasında yargılanan darbe girişimlerini lanetlemekte ve aynı zamanda bu davalarda sanık haklarına tam riayet edilmesini talep etmekte birleşebilseydik.Keşke, bu davalardaki çelişkilere dikkat çektiğimiz kadar, bazı sanıkların bu davadakinden çok daha büyük olan Susurluk, faili meçhuller, JİTEM vb. gibi suç ve bağlantılarının da araştırılması için aynı iştah ve şevkle yazıp çizebilseydik.Keşke, bu davada bazı sanıkların, onlara ait olduğunu askeri mahkemelerin teyit ettiği delilleri bile inkâr ettiğini de ‘gizli tanık’ uygulamasının bazı örneklerinin ciddi suiistimal niteliğinde olduğunu da kabul edebilseydik.Keşke, askerlerin seçilmiş hükümetin altını oymaya çalışmasının çok ciddi bir suç olduğunu da sanıkların mahkemeye kadar getirdikleri tanıklarının dinlenmemesinin çok ağır bir hak ihlali olduğunu da kabul edebilseydik.Keşke, bu davaların askeri vesayetin sona ermesindeki rolünü alkışlamayı da (Balyoz davasındaki gibi) adları sadece bazı görev emirlerinde geçen bazı sanıkların çok ağır cezalar almalarını kınamayı da başarabilseydik. Keşke, askerlerin isteği üzerine ‘genç subaylar rahatsız’ diye manşet atılmasındaki çirkinliği görebilmemiz, bugün iktidarın medya üzerindeki anti-demokratik kontrolüne karşı çıkmamıza da yol açabilseydi.’ Bir keşke de benden; keşke hukuksuz bir dönemi sona erdirirken gerçek bir hukuk devleti kurabilseydik,. Hukukun ciddiyetine ve önemine inansaydık…O zaman, korkunç ve kanlı bir dönemin sona ermesinden duyduğumuz sevinç gerçekten çok daha büyük olurdu.Böyle yarım hissetmezdik kendimizi…

Devamını Oku

Askerler sol partileri yasakladıkları için pişman mıdır?

4 Ağustos 2013

Gördünüz mü siz de?Yüksek Askeri Şura’ya damgasını vuran fotoğraf diye verdi tüm internet siteleri…Başbakan Tayyip Erdoğan önde, Genel Kurmay başkanı Necdet Özel onun arkasında, koridor boyunca, Kara, Hava, Deniz ve Jandarma Genel Komutanlığı’nı temsilen dizilmiş askerler Erdoğan’a selam duruyor. Başbakan Erdoğan kendinden emin bir şekilde karargahtan uğurlanıyor.Bu fotoğrafa uzun uzun baktım.Askeri vesayetin hayatın ve siyasetin içinde ufalıp yok olmuş hali çok hoşuma gitti.Sonra askerleri düşündüm…Özellikle hapishanede olanları.Onlar o fotoğrafı görünce ne düşündü ya da ne düşünecek acaba diye aklımdan geçirdim.Çok şey merak ettim…Mesela zamanında sol partileri yasaklamaktan şimdi pişmanlar mıdır acaba diye düşündüm.Gelişmeleri analiz edebiliyorlar mıdır acaba?Kürt korkusuyla Kürtlere, din korkusuyla dincilere baskı yapa yapa sonunda Kürt meselesini kırk bin kişinin öldüğü bir savaşa çevirmeye, din meselesini “dindar” diye dışlamaya çalıştıkları Ak Partiyi birinci parti yapacak hale getirmeye ne kadar pişmanlardır?Bizim egemenler hep demokrasiyi reddedip zorbalıktan medet umdukları için her seferinde aynı sonucu aldılar ama buna hiç aldırmadılar.Bugün güçlü bir sol parti olsaydı siyasetin içinde, neler farklı olabilirdi kim bilir?Gerçek bir sol parti neleri değiştirebilirdi düşünsenize?Sol partileri israrla ve inatla kapattılar, sonra Kemalistleri sol, örtülü faşizmin partilerini orta sağ diye piyasaya sürdüler.Bu partiler savaşı kızıştırıp, yılda trilyonlarca lirayı insanların ölümü için harcayıp yatırımları durdurarak işsizleri çığ gibi patlatınca, solda bir parti bulamayan çaresiz insanların hepsi de kendi dertlerine kulak veren yeni bir partiden dertlerine deva olmasını istediler…Ak Parti’nin yolu açıldı.Askerler çok sesli bir demokrasinin önünde engel olarak durmasalardı, Kürt barışını sağlasalardı, askeri vesayeti bitirselerdi, kendi haksız iktidarlarını sona erdirirlerdi ama “saygıdeğer paşalar” olarak yaşayıp hayatlarının sonbaharında hapishanelere düşmezlerdi.Hem demokrasiyi askıya alacaksın, savaşı kızıştırıp hukuk dışı kazançlar elde edeceksin, yatırımları durduracaksın, rüşvete yol vereceksin, gazetecileri döve döve öldüreceksin, Kürtlere işkence edeceksin, sonra AK Parti iktidara gelince ondan korkup insanlık dışı yeni planlar yapacaksın.O yüzden şimdi o fotoğrafa bakarken aslında gerçeği bütünüyle bilenlerin onlar olduğunu düşünüyorum ben.Askeri vesayetin bitmesi çok muhteşem oldu.Bu gerekli bir şeydi Türkiye için…Ama askeri vesayetin bitmesi demokrasiyi getirmedi. Askerler çok çiçekli olması gereken bir bahçeyi postallarıyla çiğneye çiğneye gerçek bir demokrasi için gerekli gerçek ve sağlıklı partileri ezdiler.Tek çiçekli bir bahçe olduk bugün. Askerlerin “en büyük düşman” olarak gördükleri Ak Parti tek gerçek ve büyük parti olarak kaldı ortada.Dinden, dindarlardan, gerçek bir demokrasiden bu kadar korkmasalar, Başbakan Erdoğan’ın resmine hapishanede bakmak zorunda kalmayacaklardı.Herkesin ders alması gerektiğini düşünüyorum doğrusu. Demokrasiden korkmak, toplumu kendi isteklerine göre biçimlendirmeye çalışmak, bunu yapanlar için hayırlı sonuçlar doğurmuyor.İktidarını kaybetmekten korktuğunda sadece iktidarını değil, her şeyini kaybediyorsun.Hukuk dışına çıkarak önlemeye çalıştığın gelişmenin gerçekleştiğini hiç ummadığın yerlerden izlemek zorunda kalıyorsun.Bilmem anlatabildim mi?

Devamını Oku

Annesini küçümseyen kendisini küçümser…

3 Ağustos 2013

Bazen canım çok sıkılıyor benim…Umutsuz, huzursuz, bıkkın oluyorum sanki.Önceleri tarif etmek de zorlanıyordum hissettiklerimi…Öfke değil… Kuşku değil… Korku değil… Keder değildi çünkü…Büyük bir sıkıntı, nedeni varmış gibi gözükmeyen bir iç daralması gibiydi çokca.Zamanla buldum hissettiğim şeyin ne olduğunu…Büyük, keskin bir küçümseme...Önce kendimi, sonra yaşadığım hayatı, sonra da gördüğüm her şeyi…Yaşadıklarıma, yaşananlara, olanlara, olmayanlara karşı büyük bir küçümseme.***Çok da şaşırtıcı değil aslında bu…Yaşadığı ülkede hayatın, insanlığın, mutluluğun nereye gittiğini bir türlü kavrayamayan, hep aynı kavgalarla ve tartışmalarla uğraşan, entelektüel düzeyi böylesine düşük bir toplumun parçası olmak insanda bu küçümsemeyi yaratıyor doğrusu.Bize sunulan hayata bakınca insanın içinde tarifi zor bir sıkışma oluyor…Bundan daha fazlasını hak ettiğimizi biliyoruz.Üstelik bunu yanınızdaki de biliyor… Onun yanındaki de, onun yanındaki de…O yüzden okuduğumuz, gördüğümüz her haksızlıkla, her zekasızlıkla kafası naylon torbaya sokulmuş gibi çaresiz ve havasız kalıyoruz. ***Bir türlü kendi kendini temizleyen, kendi içindeki karanlığı aydınlatabilen bir toplum haline gelemiyoruz biz.Kötülük, bir anda büyüyen ve yayılan bir çamura…Haksızlık, insanı çok hızlı yutan bir bataklığa dönüşüyor bizim toplumda.Olmaması gerekenler olduğunda bir türlü onu ezip geçen büyük bir ırmak olamıyoruz…Kirli bir su birikintisi olarak hayatlarımızın bir kıyısında kalıyoruz.Ve önce kendimizi sonra hepimizi küçümsüyoruz.***Babam söylemişti, unutamadığım sözlerinden biridir:‘Annesini küçümseyen kendini küçümser.’Hissettiklerime bakınca babamın bu dediği geliyor aklıma…İçinde yaşadığı toplumu küçümseyen kendini de küçümsüyor kaçınılmaz olarak…Ve o derin iç sıkıntısı düşüyor içine.Hiçbir şeyin yenilenmediği çorak bir toprak gibi kuruyup gidiyoruz.Sanırım o yüzden aşkların adı değişse de hüsranları, kederleri, bizi yönetenler değişse de de zulümleri, ‘en iyi ben bilirim’ böbürlenmeleri aynı kalıyor…O yüzden her defasında yeniden yeniliyoruz.Her yeni tuhaflıkla bir kez daha kopuyoruz kendimizden…Topluma kızdıkça kendimize olan öfkemiz de artıyor…Toplum çirkinleştikçe çirkinliğin gölgesi bizim de üzerimize düşüyor…Topluma güvenmekten vazgeçtikçe kendimize olan güvenimizi de kaybediyoruz.Hayatı yaratacak güçleri olmayanlarla hayat yaşamak canımızı sıkıyor…‘Bağzıları’ yalan söyledikçe, diğerleri o yalanları tekrarladıkça o tarifi zor derin küçümseme içimizi yakıyor.Bazen benim canım çok sıkılıyor iste…

Devamını Oku