Yüzümde müstehzi bir gülümseme var…İçimde eglenceli bir utangaçlık.Tuhaf bir çekince sarıyor düşüncelerimin etrafını…Elimde genç bir adamın ilk kitabını tutuyorum…İşaret Fişeği…Ömer Altan.Mehmet Altan’ın oğlu.Yazıya oturmadan çok düşündüm… Ömer’in yazdıklarını çok sevdim ama bunu yazmak o kadar kolay değil.Soyadımız Altan, hem başlı başına bir övgü, hem de taşınması zor bir ağırlık.Ama bunların hiçbirine aldırmayacak kadar iyi bir kitap tutuyorum elimde.Ömer ‘evet hepimiz yazıyoruz’ mahcubiyetini elimden almış.İşaret Fişeğini severek okudum.İçinde 10 tane yazı var… Her biri bir başka hayatı anlatıyor.‘Susarlar anlatmayı beceremeyenler’ diye başlıyor kitap…‘Anlatmaktan vazgeçenler, anlaşılmayacağına karar vermişler, diğerlerinden ümidi keşmiş olanlar…Susarlar hata yapmaktan geri duranlar, kendini açığa çıkarmaktan korkanlar, zannettikleri kişi olmadıkları, zannettikleri dünyada yaşamadıkları gerçeğini hazmedemeyenler…Olaylar ve olgular dünyasıyla baş edemeyenler, tüm olasılıkları yaşadığını düşünenler, güçlü olarak görülmeye ölesiye ihtiyaç duyacak kadar güçsüz olanlar susarlar.’***Sekizinci yazıya geldiğimde Orson Welles’e rastladım Ömer’in satırlarında.Orson Welles denince aklıma, bir arkadaşımın yıllar önce ‘mutlaka sesini duy Orson Welles’in’ dediği gelir…Bilmiyorum siz duydunuz mu hiç?Ama daha önce duymadıysanız bile Ömer’in satırlarından duyabilirsiniz.‘Dünyayı keşfetmeye açtır Welles. Büyüklerin meclisinde büyük adam rolü yapar. 15 yaşında babasını kaybedince rolünü kendine yakıştırmak zorunda kalır. Babasından kalan parayla Avrupa’yı fetheden Welles radyo aktörlüğüne kancayı takar. Henüz 19 yaşındadır. Sesini o kadar ustaca kulanır ki radyodan, radyoya yetişemez hale gelir, kanunları araştırdıktan sonra bir ambulans kiralayarak ulaşmaya başlar stüdyolara.’ Yurttaş Kane’i çektiğinde ise 24 yaşında Orson Welles.Fimi düşününce zamanımızın kahramanları geliyor aklıma… Sinemayı bütünüyle değiştirdiği gibi hikayesiyle de çarpıcı bir film Yurttaş Kane.Bir medya patronunu anlatıyor…Savaş çıkartacak kadar güçlü gerçek bir patrondan esinlenerek o filmi çektiği söyleniyor.Bir insanın para, hırs ve güçle nasıl değişip vahşileştiğini, bir yandan da hiç değişemeyerek, çocukluğunu özleyerek annesinin koynunda kaldığını anlatıyor film.***Ömer’in kitabı elimdeyken, Taraf’da Perihan Maden’in röportajını okuduğumda Başbakan Tayyip Erdoğan için ‘ana kuzusu’ dediğini gördüm.Bu tür insanların derinliklerinde hep bir “ana kuzuluğu” yatıp yatmadığını da doğrusu merak ettim.***Ömer, sanat dünyasının ‘dahilerini”, onların hayatlarını, saklı yanlarını anlatmış.Ama bu dahiler diğerlerinden daha farklı olanlar, hayatın ‘armağanlarına’ çok da fazla aldırmadan, inandıkları yolda mücadeleden hiç kaçınmayanlar.Anlattıklarına uygun bir dil seçmiş Ömer, hayata meydan okuyan, epeyce asi ve şaşırtıcı bir dili var.Anlattıklarından epeyce şey öğrendim, anlatımından çok tat aldım.İyi bir yazar geliyor diye düşündüm.Hayattan ve sanattan korkmayan bir yazar.Söyleyecek lafı olan biri.Sanatı seven, anlattığını aydınlatan bir işaret fişeği.Sanatın isyankarlarının isyankar bir biçimde anlatılması ilginizi çekiyorsa bu ‘fişeğe’ bakın derim.
Geçen gün cevabını pek de bilemediğim bir soru ile karşılaştım mail kutumda… ‘Peki, bu kadar kötülükten ne kalacak geriye?’‘Bunca kötülük, acı ne işe yarayacak?’ diyordu…Katillerden zalimlerden kanlı iktidarlardan hep çıkartılacak bir ders kaldı tarihe baktığımızda aslında…Tarihin her döneminde görülen zulüm görkemi ve zekasıyla öfke kadar itiraf edilmesi zor bir hayranlık da bıraktı gerçekten…Ama bizim tarihimiz öyle değil…Bizim yaşadıklarımız öyle değil… Zulmün bu kadar bayağılaştığı, siyasetin bu kadar pespayeleştiği, cinayetin bu kadar sıradanlaştığı, entrikanın bu kadar sığlaştığı bir dönem az gelir gerçekten.Ama biz bunları sadece generallerin diktasında olur sanıyorduk.Faili meçhuller bitti sanıyorduk.Meğerse kötülük sadece kıyafetini değiştiriyormuş.Üniformasını çıkarıp sivillerini giyiyormuş.Sokaklarda insanların öldürülmesine karşı değillermiş meğerse.Ellerinde kalemleri olan taraftarları var, bir tanesi bile sokaklarda yatan beş genç ölünün hesabını sormuyor.Biz sadece generallerin medyası böyle olur sanıyorduk.Öldürenlerin medyası böyle oluyormuş meğerse.*** Mail kutumda çok gerçek bir soru duruyor, ‘bu kadar kötülükten ne kalacak geriye?’Düşündükçe insanın bedeni dar geliyor duygularına…Öfke ve acı taşıyor her yanımızdan.‘Ne hakla öldürürsünüz benim çocuğumu, ne hakla benden alırsınız onu’ feryadı çınlıyor ruhumuzda.Kötülük var bu ülkede.Kötüler var.Ve bu kadar kötülükten ne kalacak geriye gerçekten?***Böylesine büyük bir şiddetten, kendisine benzemeyene duyulan böyle büyük bir düşmanlıktan, bir toplumu böyle öldüresiye bölmekten geriye ne kalacak?Acı kalacak.Hayalkırıklığı kalacak.Vicdanlarını iktidar masalarında bırakmış insanların karanlık gölgeleri kalacak.Cinayetler karşısında susan dindarların bize armağanı “dindarlık nedir” sorusu kalacak.Zekadan yoksun komplo teorileri kalacak.Beyninden kurşunla vurulanların kurban gittiği cinayetleri değil de “telekinetik” suikastleri hayal edenlerin başdanışmanlıkları kalacak.***Ama sadece bunlar kalmayacak.TOMA’ların önünde gülümseyerek duran genç kızlar da kalacak bize.İnsan olmanın onuruna sahip çıkanların yiğitlikleri de kalacak.Koskoca bir siyasi iktidarı, sadece esprileriyle bir ayda “eski eşyalar deposuna” kaldıran gençlerin zekası da kalacak.“Biz insanız ve haklarımızdan vazgeçmeyiz” diyenlerin cesareti de kalacak.İnsanları yok sayan bir yönetimin demokrasiyle ilişkisi olmadığını ortaya koyan büyük bir başkaldırı da kalacak.***Beş gencin annesine ve o gençlerin cenazelerindeki acılarının fotoğraflarına bakıyorum uzun uzun.Elimde değil, acıyan yerine ısrarla dokunmak gibi, gözlerimi alamıyorum o fotoğraflardan…Bu kötülüklerden bize ne kalacak?Ölülerimiz, acılarımız…Ve ümitlerimiz kalacak.Kötüler her kılıkta çıkıyor karşımıza, bunu öğrendik.Her kötülüğe direnecek gücümüz var, bunu da öğrendik.Ölerek ve gülümseyerek yenebileceğimizi biliyoruz artık.Bize bunlar kalacak.Esas o kötülere bu kötülüklerinden ne kalacak?Ne kalacak onlara?
Ben hayatı kadınlar erkekler diye ikiye ayırmayı sevmem…Ama son günlerde, Gezi direnişleriyle politikacılar, köşe yazarları, polisler derken erkeklerin bataklığa döndüğü bir toplumda yaşadığımızı görmek zorunda kaldık.Aslında, ortadaki şiddetle birlikte erkeklerin sefilliğine maruz kaldık hep beraber.Gencecik bir çocuğu kuytu bir sokakta sopalarla döverek öldüren caniler erkekti.Palalarıyla polisin yanında koşanlar erkekti.İnsanları kafasından vuran, gözlerini kör eden polisler erkekti.O polisleri “ben emir verdim” diye meydanlara gönderenler erkekti.İktidarı ve iktidarın şiddetini sokaklarda temsil edenler erkekti.Güzellikleriyle güvenilmezlikleri hep bir arada anılan kadınlar ise erkeklerin bataklığa döndüğü bir toplumda en güvenilen zor anlarda tek bir kuşku duymadan sığınılacak limanlara dönüştü…Bir yanda oğullarının, insanı içini yırtan acılarına sarılan anneler, bir yanda Taksim Dayanışma Derneği üyeleriyle gözaltına altına alınan 62 yaşındaki mimar Mücella Yapıcı ’nın dayanıklılığı… Gözaltında yaşadıkları…Diğer yanda gözaltındayken onu soyup çömeltilip öksürmesini isteyen polisler…Küçük çocuklara tecavüz ve taciz eden hasta bünyeleri serbest bırakan hakimler, insanların acılarını küçümseyen politikacılar… Bizim bilmediğimiz neler oluyor bu erkeklere, bilmediğimiz hangi kederlerle örseleniyorlar da bu kadar vahşi oluyorlar acılara, kadınlara, gençlere hatta kendilerine bile?Ne oluyor da zehirleniyorlar kendi güçlerinden bu kadar? Erkekler sefilleştikçe kadınlar yiğitleşiyor bu toplumda…Erkekler kalleşleştikçe kadınlar sağlamlaşıyor…Erkekler onursuzlaştıkça kadınlar onura sahip çıkıyor…Erkekler korktukça kadınlar cesurlaşıyor farkında mısınız?***Geçenlerde ya bir televizyon tartışmasında dinledim ya da bir yerde okudum, tam hatırlamıyorum, sözün sahibi beni bağışlasın ama ortaya koyduğu saptama çok çarpıcıydı.Bugüne dek kadınlarını da harekete katan hiçbir örgüt mücadeleyi kaybetmemiş. Kadınlarını da mücadeleye ortak eden Kürt siyasi hareketinin büyük başarısını bugün hep birlikte izliyoruz zaten.Şimdi Türk kadınlarını görüyoruz.Belki de ilk kez Türk kadınları bir mücadeleye böylesine aktif, kararlı ve cesur bir biçimde katılıyorlar.En vahşi saldırılara cesurca göğüs geriyorlar. Çocuğunun yanında polise direnen anneleri gördük.Gazlanan genç kızları gördük.Tazyikli sulara karşı dimdik duranları gördük… Yaşlı hanımları gördük.***Şimdi Türklerin önemli bir bölümü, kadınlı erkekli sahnedeler.Bana sorarsanız Türk tarihinin en parlak bölümlerinden birini yazıyorlar, bir toplumu değiştiriyorlar.Bugüne dek Kürtlerin acılarına kör ve sağır kalan, Kürtlere öfkelenen ama onların cesaretine ve direncine gizli gizli hayran olup, ezen tarafta olmanın gizli utancını yaşayan Türkler, şimdi ortak haklar için meydanlara yürüdüklerinde o gizli ezikliklerinden de kurtuluyorlar.Tarih bize ne diyor?Kadınlarıyla yürüyenler kazanıyor.Şimdi Türkler ne yapıyor? Demokrasi için kadınlı erkekli yürüyorlar.Sizce tarih bu büyük mücadelenin sonucunu nasıl yazacak?O zalim erkek iktidarı mı kazanacak bu çatışmayı yoksa kadınlı erkekli yürüyen, dövülen, vurulan, öldürülen mazlumlar mı?
Geçen hafta 2013 Wimbledon tek erkekler şampiyonluk maçı vardı.İzlediniz mi bilmiyorum ama İskoç tenisci Andy Murray, izleyeni de büyük bir heyecanla ekran başına kitleyen bir maç çıkardı…Final maçı gerçekten etkileyiciydi. Bir numaralı seri başı Novak Djokovic’i 3-0 yendi Andy Murray. Geçen sene finalde Federer’e yenilen Murray’in bu sene finalde o şampiyonluğu alacağı surpriz değildi aslına bakarsanız…Bunu çok istediği her halinden belliydi.Ardından BBC’de nefis bir program izledim. 77 yıl sonra Wimbledon’da şampiyon olmayı kutlayacaklarını ve esaslı bir program yapacaklarını tahmin etmiştim İngilizlerin.Dünya üzerinde tüm spor dallarında şampiyonların yenildiği maçları anlatıyordu BBC.Ve aynı zamanda şampiyonları yenen yeni şampiyonların başardığı anları.***Atletizm sever misiniz, ben çok severim… En çarpıcı başarılar genellikle oradan çıkar.BBC’deki programda eski bir İngiliz atlet kolay kolay unutmayacağım bir şey anlattı:‘İkinci soluk.’Atlerin vücudu da her normal insan gibi yarışın sonlarına doğru tükeniyor aslında… Ve işte o anda antremanlarda elde edilmiş o mucize ortaya çıkıyor, vücut bu olağanüstü çabaya aynı olağanüstülükle uyum sağlıyor ve yeni bir güç kazanıyor.Yarışın bitirilmesini sağlayan da adına ‘ikinci soluk’ denen vücudun derinlerinden yükselen bu yeni güç.Atletleri düşünsenize…İnanılmaz mesafeleri inanılmaz sürelerde koşarak her yarışta insan gücünün sınırlarını zorluyorlar.Doğaya karşı gelmenin cezasıymış gibi acıdan dalgalanan yüz adalelerini, o neredeyse insanüstü hızlarını seyrederken insan ekran başında kendi soluğunun kesildiğini hissediyor.Ama onların soluğu kesilmiyor.O sihirin adı işte ikinci solukmuş.Vücudunuzu sizin için ürettiği omucize güç.***Ama beni asıl etkileyen kısmı İngiliz atletin ‘Aslında o mucize hepimizde var’ demesiydi.‘İkinci soluk hepimizde saklı.’İşte o an, nerede benim ikinci soluğum diye geçti aklımdan.Her zaman, her yarışı bitirmek için vücudumuz bize o gücü bahşediyor aslında , istersek tabii.Bazen çoğumuzun sorununun o mucizeyi kaybetmek olduğunu düşünüyorum ben.Ve sormak istiyorum ‘mucizeni mi kaybettin?’***O mucizevi ikinci soluğu ciğerlerinden çıkaracak gücün mü yok?Sen de ikinci soluğunun olmadığına inanarak yarışı bırakanlardan mısın?Kendi gücünün sınırları bilmeyen bizler, bunu bilmediğimiz için mi korkuyoruz acaba her şeyden?Tam tükendiğin anda, bittiğini, dayanamayacağını düşündüğünde, eğer yarışı bırakmaz da devam edersen, bu cesaretininin ve direncinin ödülünü ‘ikinci solukla’ ödüllendiriyor doğa.Bütün mesele vazgeçmemekte sanırım.Direnmekte.Kendi mucizene inanmakta.Kendini o mucizeye hazırlamakta.O mucizeye rağmen de kaybedebilirsin belki ama kazanacaksan ancak o mucizeye inanarak kazanacaksın.Mucizene inan…
Canım sıkılınca kütüphanenin önünde dolanıp, beni çağıran o kitabı bulmak isterim…Ve genellikle canım sıkıldığında eski kitapların o bildik aşinalığına sığınırım.Nedenini bilmiyorum ama ben okuduğum bazı kitapları tekrar ve tekrar okumaya, seyrettiğim bazı filmleri tekrar ve tekrar seyretmeye bayılırım.Her defasında aynı heyecan saklıdır o bazı kitaplarda ve filmlerde.Hele iyi yazılmış romanlarda, iyi çekilmiş filmlerde sizi yeniden kuşatacak öyle çok şey vardır ki şaşarsınız okundukça, seyredildikçe eskimemelerine.Geçenlerde yine dolanırken kütüphanenin önünde aslında Demir Ökçe’yi aradığımı fark ettim.Bu kimbilir kaçıncı okuyuşum olacak acaba diye aklımdan geçirip özlemle çektim rafından.***Tam sırası öyle değil mi?Bilirsiniz, Jack London bu kitabında devletin kendi düşüncelerine karşı çıkanları, bu karşı çıkanlar devletin içinden bir yerlerden seslerini yükseltiyor olsalar bile nasıl ezdiğini anlatır.Saygıdeğer bir piskoposun bile resmi görüşle çelişince devletin demir ökçesi altında nasıl çiğnenip çöplüklerde dolaşan aç bir zavallı haline getirilişini izlersiniz.Devletlerin demir ökçeleri yüzlerce yıl yeryüzünün her yanında insanların hayatlarını, geleceklerini, ailelerini parçalayıp onları paçavralara çevirerek yok etti.Bu demir ökçelere karşı da ilerici insanlar, hayatları pahasına dövüştü.Dürüstçe söylenmiş her fikri, o fikrin sahibi ile birlikte yok etmek isteyen o meçhul insanlardan oluşan karanlık çarka, korkmadan karşı çıktı.Her dönem dünyanın bir yerlerinde demir ökçeler ve onlarla dövüşen cesur insanlar hep oldu.Bunların romanları yazıldı…Filmleri çekildi…Zamanla gelişmiş ülkelerde demir ökçeler eski güçlerini kaybetti.Ama gelişmemiş yerlerde hala insanı devlete karşı koruyamıyor sistem, demir ökçelerin kanlı izleri etrafta dolanabiliyor.Kendini rahatsız eden fikre karşı toplumu ikna edecek bir başka fikir bulamayınca fikrin sahibini eziyor o demir ökçe…Yok etmek istiyor.Fikirlerle fikirlerin çarpışmadığı her yerde demir ökçeler ortaya çıkıyor.Çünkü fikirlerle baş edemiyorlarİnsanları ezip yok edebilse de fikirlere bir şey yapamıyorlar. Jack London’ı okurken saldırının vahşeti söylenen fikrin doğruluğu ölçüsünde artıyor diye düşündüm.Gezi olaylarındaki vahşeti gördükçe merak ediyordum, bu şiddeti böylesine tetikleyen ne diye.Fikrimizin doğruluğu.Türkiye yönetimi kaçınılmaz olarak şunu anlayacak, Osmanlı’nın yaptığı hataları aynen tekrarlayarak, cumhuriyeti demokrasiden kopararak, toplumu padişahlık gibi yöneterek toplumsal sorunları çözemezsin.Sosyal sorunları silahla, tomayla, gazla, yükses sesle ortadan kaldıramazsın.Hiçbir ülkenin gücü, Amerika ya da Rusya olsanız da sosyal sorunu silahla çözmeye yetmez.Bu sakin, basit, sıradan bir kural.Ama değişmeyen bir kural.Ortada bir sosyal sorun varsa, onu çözmeyi değil bastırmayı tercih eden devletin demir ökçesi kırılır.Ve toplum o sorunu çözer.Toplumsal sorunları şiddetle bastırabileceklerini sananlar, vakit bulduklarında şu Demir Ökçe’yi bir karıştırsınlar.Niye yenileceklerini anlarlar.
Yıllardır tatil yerlerinde insanlara bakarım, uzun uzun seyrederim onları.Ve hep aynı şeyi düşünürüm.Bir top afyon yutup gözlerini yaşamın gerçeklerine kapamak gibi tatil bizim ülkemizdeki insanlar için…Arabalara, trenlere, otobüslere, uçaklara binip hayatın acılarından kaçıyorlar sanki.Sıradan, sakin ve mutlu bir hayatı özledikleri çok belli… Ve ‘öyle bir hayat gerçekleşene kadar bari bir süre gözlerimi kapayıp dinleneyim’ der gibi tatillere koşuyorlar.Yürüyüşe çıkmak, sahilde dolaşmak, maaile sofraya oturup şakalı kahkahalarla yemekler yemek, arkadaşlarla ahbaplık etmek, bir iki el tavla oynamak artık bir karabasana dönen haber saatlerini pas geçmek, televizyonda eski filmleri seyretmek iyi geliyor insanlara.Hangi ülkede, hangi şartlar altında yaşadığınızı on gün boyunca unutuyorsunuz.Bizim buralarda insanlar dinlenmek için değil daha ziyade unutmak için tatilleri böylesine çok seviyor bence. Hepimiz unutmaya çalışıyoruz.Bütün yaşananları, savaş ihtimallerini, siyasetteki rezillikleri, devlet örgütünün çıldırmışlığını, sadece Türkiye’de doğdu diye ölen insanları, tecavüze uğrayıp suçluları serbest dolaşan küçük kızları, Güneydoğu acılarını, çöplüklerde yemek arayan çocukları, Alevileri, Ermenileri, Yahudileri, Kürtleri kadınları, erkekleri, gençleri, yaşlıları, hapishaneleri, hastaneleri, kendimizi unutmaya çalışıyoruz.Bunları unutalım diye tatillere çıkıyoruz.Unutulmaması gerekenleri unutmaya çalışmanın ihanetini yaşıyoruz tatillerde.Paslı demiri ısırır gibi dilimizdeki acı tadı saklayarak yazılar yazıyoruz.Gerçekleri değiştirmeye gücümüz yetmediği için gerçekleri görmeye de gücümüz yetmiyor bizim…Acıları tatillere çıkarıyoruz o yüzden.Ve hep aynı şeyi konuşuyoruz kendi aramızda ‘tatillerin ihanete dönüşmediği günler gelmeyecek mi?’***Ve sonunda o günler geldi işte.Geçtiğimiz haftalarda dört beş gün tatil yerlerinden geçtim…Yine insanlara baktım, yine onları izledim…Esnafla sohbet ettim…Herkes aynı şeyi söylüyordu…Herkes aynı havadaydı.İki şey gördüm esas olarak tatil yerlerinde…Esnaf ‘Gezi olayları yüzünden işler çok kötü, sezon hala başlamadı’ diyordu…Ki ben de gerçekten gördüm yaz başlamamış gibi deniz kenarlarında.Ama asıl büyük değişim tatil yapan insanlarda.İnsanlar bu sefer bir unutuşun ihanetini yaşamak istemiyorlar...Bu sefer unutmak için değil gerçekten dinlenmek için oralardalar.Herkes Gezi direnişinden bahsediyor.Kimse unutmuyor olanları.Tatillerin bir ‘unutma’ dönemi olmasına izin vermiyorlar.Dinleniyorlar ama unutmuyorlar.Tatiller bile değişiyor.Gezi olaylarının Türkiye için nasıl büyük bir kırılma noktası olduğunu ve geleceği belirlemekte büyük rol oynayacağını görüyorsunuz.İnsanlar her yerde kendi hayatlarına sahip çıkmak için kararlı bir şekilde duruyorlar.Yeni bir dönem bu Türkiye için.Umut verici bir dönem.Tatilde bile bunu hissediyorsunuz.
Bu aralar tam Türkiye gibiyim…Korkusuzca hayal kuruyorum hayatımla ilgili.Hayal kuruyorum çünkü hayal kurmanın tam zamanı.Herşeyin olabileceğine inanıyorum.Ne yaşadığım ülke için, ne de benim için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.Bunu biliyorum…Öyle hissediyorum.Yeni taşındığımız bir evi döşer gibi sevinçle, coşkuyla heyecanla her şeyi yeniden düşünüp, yeniden yapıyorum.Tıpkı Türkiye gibiyim, ayaklandım.Köhneleşmiş, beni sınırlayan, beni baskılayan, işe yaramayan ne kadar duygum varsa, ne kadar fikrim varsa kendimle ilgili, hepsiyle dövüşüyorum tek tek…Hayalleri arka arkaya sıralıyorum.Bütün yasaklar kalkınca derin bir nefes almaz mı bu memleket?İnsan kendisiyle ilgili sınırları kaldırınca da büyük, derin bir nefes alıyor.Yapılamaz sanılan her şey tek tek yapılıyor artık Türkiye’de…Yapamam sandığım her şeyi tek tek yapıyorum ben de.***Bügünlerde Türkiye gibiyim…Ayaklandım özgürlüğüm için.Geçen gün ‘neden Gezi parkında 14 gün yattım biliyor musun’ dedi bir arkadaşım ‘gençleri desteklemek için falan değil, onların gerçekten desteğe ihtiyaçları yok, çok akıllılar… Ama ben, ezilmekten sıkılmış ben, kendi seçtiğim iktidar tarafından ezilmeye tahammül edemiyorum. Bu ezilme, dayanılmaz bir sıkıntıya, taşınmaz bir bıkkınlığa dönüştü benim için. Bu ezilişte kendi payımın da olması belki ezilmekten de çok acıtıyor içimi.’Onu dinlerken bir an kendi hayatımı düşündüm…‘Kendimi kendim eziyorum’ dedim içimden.Kendimi yok saymak da benim payım çok fazla…Tıpkı arkadaşımın dediği gibi bu ezilmekten de kötü.Öyle değil mi?Siz de benim gibi hayatın parlak kısmının başkalarına ait olduğunu sanmıyor musunuz çoğunlukla?Sanki oraya geçmemiz yasak gibi, değişmeyecek kural gibi…Kendi yasaklarınızı, her şeye, neredeyse her şeye ‘ben onu yapamam’ diyen korkak yanınızı, sınırlarınızı, kendinizi nasıl da küçücük bir yerde yaşamaya mahkum ettiğinizi, kendinizi ‘yok etmek’ için neredeyse kimseye ihtiyacınız olmadığını fark etmiyor musunuz siz de benim gibi?Tıpkı Türkiye’nin düşmana ihtiyacı olmadığı gibi neredeyse toplumun beni yasaklamasına ihtiyaç duymayacak kadar kendimi bastırdığımı fark ettim ben.Birileri tarafından ezilmek zaten yeterince acıtıcı ama bir de insanın kendisini yok saymaya çalışması gerçekten bıkkınlık verici.Hayat bütün hızını, albenisini, çekiciliğini, şehvetini, pırıltısını yitiriyor.Ama bunu bir kez fark ettiniz mi de, önce bir yırtılış oluyor sanki içinizde…Bir acı hissediyorsunuz…Sonra duygularınız ve düşünceleriniz şiddetli bir çatırdıyla, unutulmuş bir yıldızdan kopan bir göktaşı gibi kendi yasaklı bölgenizden kopup evrenin sınırsızlığına doğru kayıyor.Ve o zaman bir ateş topu gibi akan diğer gök taşlarını görüyorsunuz.Kalabalık olduğunuzu anlıyorsunuz.Bu aralar Türkiye gibiyim…Ayaklandım, yeni bir hayat yapıyorum korkusuzluğumla.Biliyorum, ben güçlüyüm, istersem yapabilirim.Tıpkı Türkiye gibi…Siz de öyle değil misiniz?
Ben, kadınlarla erkekler aşklarını nasıl yaşıyorsa ülkeleri de öyle yönetiliyor diye düşünüyorum.Aşkların üstünde toplumların ve devletlerin gölgesi arttıkça siyasi baskılar da, sorunlar da artıyor o toplumlarda sanki…Aşkını, bedenini, arzularını, ilişkilerini özgürleştirememiş toplumlarda mutlaka bir çalkantı yaşanıyor.Gerçi aşkın özgür olduğu toplumlarda her zaman özgürlüğün ve demokrasinin olduğunu da söyleyemeyiz belki, Latin Amerika bize o özgürlükler varken de diktatörlüklerin olabileceğini gösteren iyi bir örnek. Ama kadınla erkeğin birarada özgür olamadığı her yerde “mutlaka” toplumsal sorunlar, acılar, yasaklar, diktatörlükler oluyor, bunu da özellikle Ortadoğu’da görüyoruz…***Uzun yasaklar zincirinin sanki ilk halkası bu kadın erkek özgürlüğüne vurulan kelepçeyle başlıyor.Toplum “yasak” fikrini önce “gelenekleriyle” benimsiyor, bir kere hayati bir konuda “yasak” olabileceğini kabul ettikten sonra da bu yasağın üzerine diğer yasakları bina etmek çok daha kolaylaşıyor. Aşkın yasaklandığı, kadın erkek özgürlüğünün baskı altına alındığı her yerde karşımıza kaçınılmaz olarak bir “erkek” hegemonyası çıkıyor.“Erkek” ülkeler bunlar.Kadının çeşitli yasaklarla toplumun merkezinden kenarlarına doğru sürgün edildiği ülkeler. Doğallığın bozulduğu, toplumsal enerjinin bölündüğü, ortak çoşkuların eksildiği, bireylerin özgüveninin çatladığı toplumlar bunlar.Toplumlar kaçınılmaz bir ikiyüzlülükle sakatlanıyor böyle olunca…Arzu dolu insanlardan arzuyu inkar eden kalabalıklar yaratmak için ve bunu başarmak için herkesin yalan söylemesi, duygularını saklaması, isteklerini bastırması ve alabildiğince sahtekarlığı benimsemesi gerekiyor çünkü.***Kimse bireyselleşemiyor.Herkes kalabalığın parçası oluyor.Farklılık, “marjinallik” gibi tuhaf bir suçla suçlanıp reddediliyor.Özgün fikirler, yaratıcı itirazlar belirmiyor. Ana rengini bir erkek kalabalığının sıkıcı griliğinden alan, yönetilmeye hazır bir toplum oluşuyor.Kadının enerjisi toplumun dışında bırakıldığında o toplum enerjisinin yarısını kaybediyor ve ileri doğru hamle yapabilmek için ihtiyaç duyduğu gücü eksiliyor.Ya durduğu yerde duruyor ya da çoğunlukla olduğu gibi kendi içine doğru kayıp kalın bir kabukla çevreleniyor.Durgun bir su gibi kirlenip bulanıklaşmaya başlıyor.“Baskı, yasak, dikta” gibi virüsler bu suda çok daha rahatça, hiç bir itirazla karşılaşmadan beslenebiliyor.Kadınla erkeği yalan söylemeye iten hiçbir sistemin siyaseti gerçekler üzerine kurulamıyor.***Belki de yanılıyorum…Ama her diktatörlüğün ihtiyaç duyduğu yalanlar için çok uygun bir zemin oluşturuyor bu “ilk büyük” yalan.Kadınla erkeğin doğal eşitliğini reddedince, diğer eşitlikleri reddetmek de çok daha kolaylaşıyor. Yalan ve eşitsizlik toplumun ana direği haline geliyor.Sonra onun etrafına istedikleri kadar yalanı ve eşitsizliği serpiştiriyorlar.Ben Ortadoğu’da yaşananlara baktığım zaman önce aşkın, kadınların, bireyselliğin, doğallığın üstündeki baskıları ve yasakları görüyorum, sorunların en önemli nedenlerinden birinin bu olduğuna inanıyorum. Eminim benimkinden çok daha akıllı ve çok daha bilimsel nedenler vardır bu sorunları açıklayan ama ben kadınları ve aşkı özgürleşmiş bir Ortadoğu gene bu halde olur muydu diye sormaktan kendimi alamıyorum.Kadınları ve aşkı özgür olsaydı Ortadoğu gene böyle mi olurdu?Gene böyle kanlı bir erkek kalabalığı halinde mi yaşardı?