Haberin Devamı
Ben, kadınlarla erkekler aşklarını nasıl yaşıyorsa ülkeleri de öyle yönetiliyor diye düşünüyorum.
Aşkların üstünde toplumların ve devletlerin gölgesi arttıkça siyasi baskılar da, sorunlar da artıyor o toplumlarda sanki…
Aşkını, bedenini, arzularını, ilişkilerini özgürleştirememiş toplumlarda mutlaka bir çalkantı yaşanıyor.
Gerçi aşkın özgür olduğu toplumlarda her zaman özgürlüğün ve demokrasinin olduğunu da söyleyemeyiz belki, Latin Amerika bize o özgürlükler varken de diktatörlüklerin olabileceğini gösteren iyi bir örnek. Ama kadınla erkeğin birarada özgür olamadığı her yerde “mutlaka” toplumsal sorunlar, acılar, yasaklar, diktatörlükler oluyor, bunu da özellikle Ortadoğu’da görüyoruz…
Uzun yasaklar zincirinin sanki ilk halkası bu kadın erkek özgürlüğüne vurulan kelepçeyle başlıyor.
Toplum “yasak” fikrini önce “gelenekleriyle” benimsiyor, bir kere hayati bir konuda “yasak” olabileceğini kabul ettikten sonra da bu yasağın üzerine diğer yasakları bina etmek çok daha kolaylaşıyor.
Aşkın yasaklandığı, kadın erkek özgürlüğünün baskı altına alındığı her yerde karşımıza kaçınılmaz olarak bir “erkek” hegemonyası çıkıyor.
“Erkek” ülkeler bunlar.
Kadının çeşitli yasaklarla toplumun merkezinden kenarlarına doğru sürgün edildiği ülkeler. Doğallığın bozulduğu, toplumsal enerjinin bölündüğü, ortak çoşkuların eksildiği, bireylerin özgüveninin çatladığı toplumlar bunlar.
Toplumlar kaçınılmaz bir ikiyüzlülükle sakatlanıyor böyle olunca…
Arzu dolu insanlardan arzuyu inkar eden kalabalıklar yaratmak için ve bunu başarmak için herkesin yalan söylemesi, duygularını saklaması, isteklerini bastırması ve alabildiğince sahtekarlığı benimsemesi gerekiyor çünkü.
Kimse bireyselleşemiyor.
Herkes kalabalığın parçası oluyor.
Farklılık, “marjinallik” gibi tuhaf bir suçla suçlanıp reddediliyor.
Özgün fikirler, yaratıcı itirazlar belirmiyor. Ana rengini bir erkek kalabalığının sıkıcı griliğinden alan, yönetilmeye hazır bir toplum oluşuyor.
Kadının enerjisi toplumun dışında bırakıldığında o toplum enerjisinin yarısını kaybediyor ve ileri doğru hamle yapabilmek için ihtiyaç duyduğu gücü eksiliyor.
Ya durduğu yerde duruyor ya da çoğunlukla olduğu gibi kendi içine doğru kayıp kalın bir kabukla çevreleniyor.
Durgun bir su gibi kirlenip bulanıklaşmaya başlıyor.
“Baskı, yasak, dikta” gibi virüsler bu suda çok daha rahatça, hiç bir itirazla karşılaşmadan beslenebiliyor.
Kadınla erkeği yalan söylemeye iten hiçbir sistemin siyaseti gerçekler üzerine kurulamıyor.
Belki de yanılıyorum…
Ama her diktatörlüğün ihtiyaç duyduğu yalanlar için çok uygun bir zemin oluşturuyor bu “ilk büyük” yalan.
Kadınla erkeğin doğal eşitliğini reddedince, diğer eşitlikleri reddetmek de çok daha kolaylaşıyor. Yalan ve eşitsizlik toplumun ana direği haline geliyor.
Sonra onun etrafına istedikleri kadar yalanı ve eşitsizliği serpiştiriyorlar.
Ben Ortadoğu’da yaşananlara baktığım zaman önce aşkın, kadınların, bireyselliğin, doğallığın üstündeki baskıları ve yasakları görüyorum, sorunların en önemli nedenlerinden birinin bu olduğuna inanıyorum. Eminim benimkinden çok daha akıllı ve çok daha bilimsel nedenler vardır bu sorunları açıklayan ama ben kadınları ve aşkı özgürleşmiş bir Ortadoğu gene bu halde olur muydu diye sormaktan kendimi alamıyorum.
Kadınları ve aşkı özgür olsaydı Ortadoğu gene böyle mi olurdu?
Gene böyle kanlı bir erkek kalabalığı halinde mi yaşardı?