Bugün yapılacak Fenerbahçe başkanlık seçimini ilgiyle takip ediyorum günlerdir…Mehmet Ali Aydınlar’ın da Aziz Yıldırm’ın da yaptıkları konuşmaları dinledim.Galatasaraylı dostlar ‘Biz Galatasaraylılar Aziz Yıldırım’ın görevde kalmasını tercih ederiz çünkü Galatasaray en çok kupayı onun döneminde aldı ve Avrupa standartlarında Fener’le ile makası açtı’ diye şakalar yapsalar da ben durumun şaka yapılacak yanı kalmadı artık diye düşünenlerdenim.Aziz Yıldırım’ın kendisine verdiği zararı geçtim, artık Fenerbahçe’ye ve dolayısıyla Türk futboluna verdiği zarar geri dönülemeyecek boyutlara ulaştı.Neden mi? Çok karışık değil aslında. Aziz Yıldırım’ın son konuşmasında verdiği şu örnek bile futbolu gerçekten seven bir insanın tüylerini diken diken edebilir.Dedi ki, “Arkadaş, ne biçim bir şike kanunu bu? İnsanın aklından geçirmesi bile suç sayılıyor. Bir insan arabayı çalmak için arabaya biner, anahtarı kontağa sokar, sonra vazgeçip giderse, bu suç sayılır mı?”O konuşmayı dinleyen bir Fenerbahçeli olsaydım bu cümlenin bitiminde utancımdan yüzümü kapardım.Gerçi bunu yine de yaptım… Tek başıma dinliyordum ve bunu duyduğumda gözlerim büyüdü ve yüzümü ellerimle kapadım…Şikeyi ikrar etti resmen... Bu örnek bile Fenerbahçe’nin niye bu batağa saplandığını, sportmenlikten uzak nasıl bir anlayışla yönetildiğini göstermiyor mu?Sportmenlikten uzak olduğu gibi futboldan da uzak sanki Aziz Yıldırım.“AK Parti’nin ele geçiremediği bir tek kale F.Bahçe... Başbakan’ın önünde boyun eğmeyen tek lider Aziz Yıldırım... Gelin, cumhuriyetin son kalesini AK Parti’ye/cemaate teslim etmeyelim” diye kulübün Kemalist üyelerine fısıldıyormuş kulislerde konuşulanlara göre.Ama yönetim listesine bakıyorsunuz, Tayyip Erdoğan’ın akrabası Ahmet Ketenci’yi, Kadir Topbaş’ın oğlu Hüseyin Topbaş’ı, Ülker grubundan Ahmet Özokur’u görüyorsunuz. Daha önce önemli görevler almış Nihat Özdemir, Abdullah Kiğılı gibi isimler de AK Parti’ye yakın isimler değil mi zaten? Kongrenin çizgisini siyasete kaydırabilir bu yaklaşımlar gerçekten. Peki Fenerbahçe böyle bir siyasi oyunu kaldırabilir mi, orası da ayrı bir tartışma konusu bence.Aziz Yıldırım, bir saat boyunca rakibi Mehmet Ali Aydınlar’a suçlamalar yağdırmayı seçti konuşmasında. Bu da bana “o kafa”nın hiç değişmediğini ve aynı nefret politikasının devam edeceğini hissettiriyor doğrusu.Konunun bir de “yargıtay aşaması” da var ki orası tam bir muamma... Aziz Yıldırım’ın cezası onanırsa başkanlık yapabilme kabiliyeti kalmayacak. O zaman neden bu seçimde tekrar aday oldu, Ali Koç veya başka bir adayı çıkarıp, bu seçimin gerçek bir seçim olmasını niye sağlamıyor, bunları da hiç anlamıyorum. Kendisini değil, kulübünü düşünen bir kişinin Fenerbahçe’yi “şike, mahkeme, ceza” atmosferinden çıkarması gerekmez mi?***Mehmet Ali Aydınlar’a gelirsek federasyon başkanı olarak çok da başarılı olmadığını düşündüm hep. Çünkü Fenerbahçe’yi korumak için süreci karmakarışık etti aslında.Aziz Yıldırım’la Ali Koç da bunu bildikleri halde Aydınlar’ın Fenerbahçe’yi sabote ettiğini öne sürüyorlar. Aydınlar, Fener’i sabote edecek olsa takımı küme düşürür, kupasını da alırdı. İkisini de yapmadı ve istifa etti. O kupa Aydınlar sayesinde kulüp müzesinde duruyor bence...Listelere baktım, Aziz Yıldırım’ın kan kaybı sürüyor. Yeni, vizyon değiştirecek, güçlü isimler yok. En yakınları Nihat Özdemir ve Ali Koç bile listeden çekilmiş. Yani Aziz Bey’in yakın gelecekte kulübün başında olmayacağını görüyorlar ve aynı kareye girmekten çekiniyorlar.Aydınlar’ın listesinde ise önemli işadamları var. Bunları bir araya toplamak kolay iş değil. Nezih Barut, Mehmet Torun, Aydınlar ve Hamdi Akın, Forbes’a göre toplam 3.1 milyar dolarlık kişisel servete sahip. Recep Tanrıverdi gene çok önemli bir zengin...Sonuçta şike popülizmini kenara bırakırsak, sadece aday, duruş, liste ve söylemlere bakarsak Aziz Yıldırım’ın kazanması demek Fenerbahçe açısından kaosun devamı anlamına gelir gibi gözüküyor.Aydınlar’ın galibiyeti ise Avrupa’ya entegre olma, rakiplerle kurumsal açıdan arayı kapatma ve tek adamlıktan kurtulma ihtimaline kapıyı açıyor.Bakalım bugün olacak?Fenerbahçe’nin değişmez sanılan kaderinin değişmesini diliyorum bugün.
Bazen gerçekten hiçbir tereddüdüm kalmıyor, Ankara’nın bu ülkenin üstünde bir bela fırını gibi çalıştığına…Bu sığlığın, bu seviyesizliğin, bu kadar yalanın dumanını, isini, pasını da üzerimize bırakıyor. Ama Ankara’nın o yağlı, isli, pis kapkara dumanının altında bu ülkede içkisi, duası, dost sofrası, düşman çelmesi, şakası, gezmesi, aşkı, sevişmesi, küfürü, kavgasıyla, şarkısı türküsüyle kıpır kıpır bir hayat oynaşıyor.Hayatımızın güzelliklerini bu belanın katranlı dumanına öldürtmeyeceğiz belli ki ama zehirlendiğimiz de kesin. O kirli dumanları hayatın kendisi sanma yanılgısından kurtulmamız lazım önce… Bu topraklarda yaşamanın, belanın yanında bize getirdiği hazları da unutmamamız gerekiyor. Siyaseten bir umutlanma yasaklanmış sanki bize, o umudu kendimiz bulmak zorundayız.***Bunları düşünürken aklımdan başbakanın aylar önce “Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi’ne gittiğimde Kadıköy’den gelip vapurdan inenlerin durumunu görüyorum. Bunlar benim değerlerimle uyuşan şeyler değil. Buna rağmen ‘ben onun giyimine, yaşamına karışamam’ deyip saygı gösteriyorum” dediği, dün de Kılıçdaroğlu’nun buna karşılık başbakana “Dolmabahçe’de oturuyor, vapurdan inen kadınları dikizliyor” dediği geçiyordu.Hangisi daha çirkin bir açıklama bilemiyorum. Her şeyden geçtim altmışına gelmiş iki “erkek” siyasetçinin seviyesi bu mu olmalıydı bu ülkede?Nedir bu “kadın-siyaset” bağlantısı, neden akıllarını bu kadar kadınlara takmışlar, niye siyaseti böylesine kadın üzerinden götürmeye çalışıyorlar?Bu, siyasetin mi yoksa bu topraklardaki erkeklerin acıklı çaresizliği mi?Siyaseti, kendi bulanık bilinçaltlarına maske mi yapıyorlar?Türkiye’de yaşanan bu düzeysiz siyasetin tarifi ne?***Ben bunları düşünürken İhsan Dağı’nın Tarafa verdiği röportajı gördüm.Dağı, yaşananların adını koymuş, “post modern otoriterlik.” Demiş ki, “Demokratik meşruiyet kadar dinsel meşruiyete de yaslanan, katı ideolojik bir toplum vizyonu yerine çoğunluğun değerlerini devlet eliyle yeniden tanımlayıp toplumun tümüne üst değer olarak sunan bir anlayıştan söz ediyorum. Buna post modern otoriterlik diyorum. Hem demokratik hem otoriter, hem modern hem geleneksel. Çoğunluğun sağladığı demokratik meşruiyet, dinsel referanslarla devşirilen dinî meşruiyet ve zorlayıcı bir güç olarak devlet aparatı… Son birkaç yıldır iktidar partisinin yöneldiği yol bu.” İhsan Dağı ardından dediklerini daha derinleştirerek anlatmış, “Yeni bir toplum inşa etme fikri klasik merkez sağ partilerde yoktur. Aksine Demokrat Parti’den itibaren merkez sağ toplum mühendisliğine karşı hizmet siyasetini öne çıkararak iktidar oldu. Oysa AK Parti, CHP’nin tarihsel toplum mühendisliği misyonuyla DP’nin hizmet siyasetini birleştirdi. Hem hizmet hem kimlik siyaseti yapıyor. AK Parti, hizmet ve kimlik siyaseti kollarıyla çok geniş kesimlere ulaşabiliyor. Hizmetler eleştiri aldığında kimliğini öne çıkararak taban buluyor, kimlik siyaseti tepki yarattığında hizmet diline dönüyor, genelde de ikisini aynı anda kullanıyor.”***Hem demokratik hem otoriter…Hem geleneksel hem modern…Post modern otoriterlik…CHP’ninki “modern otoriterlik”, AKP’ninki “post modern otoriterlik” ama ikisi de netice de otoriter ve ikisi de aklını kadına takmış bir seviyesizlik ekseninde dolaşıyor. Türkiye, altmışlı yaşlardaki erkek siyasetçilerin topluma ama özellikle de kadına baskı yapmayı kendine hedef bellemiş baskıcı anlayışından kendini kurtaramayacak mı?Kadının başının örtüsüyle, eteğinin uzunluğu dışında bir “modernlik- geleneksellik” ölçüsü bulamayacak mı bu siyasetçiler?Hep otoriter ve hep takıntılı bir erkek kalabalığının kirli paslı iktidar kavgası mı siyaset dedikleri?Gezi bunun için önemliydi bence, sadece Ak Parti’nin “postmodern otoriterliğine” değil siyasetin tüm takıntılarına ve otoriterliğine karşı çıkan kadınlı-erkekli “genç” bir sesti o. Galiba ihtiyacımız da o sesin yaygınlaşması ve bu takıntılı “otoriter” siyasetten kurtulmamız…
Dün Cumhuriyetin 90. Yılıydı.Bayrakların arasında şunu düşündüm; neden bu ülkede demokrasi değil de cumhuriyet yüceltilir hep?Ve neden iktidarlar hep süratle diktatörleşir? Öyle değil mi, cumhuriyet hep çok önemli olmuştur bu ülkede.Demokrasi değil, eşitlik değil, insan hakları değil, hukuk değil, insanlık değil Cumhuriyet. Dün de yine çok önemliydi.Kutlamalar, bayraklar, Atatürkler…AK Parti karşıtı herkes cumhuriyetçiydi dün.Bütün kavramların birbirine girdiği ülkemizde Cumhuriyet nedir, demokrasi nedir tarifini pek az insan yapabildiği için Ak Partinin de bizim cumhuriyet rejiminden aslında pek uzak düşmeyeceğini göremiyoruz.Hatta desteklediği tek rejim bu olmalı, demokrasisiz cumhuriyet.***Bizde cumhuriyet en başından yanlış kurulmuş ne yazık ki...Cumhuriyet, diktatörlük yönetimine cevaz verir bizim ülkede, demokrasi ise diktatörlüğe izin vermez…O yüzden her dönem demokrasiye karşı cumhuriyet yüceltilir.Sarah Bernard, “aşk hiçbir zaman açlıktan ölmez, oburluktan ölür aşk” demiş… Bu kural iktidarlar için de geçerli bana sorarsanız…Ellerindeki gücün her geçen gün kendilerine biraz daha yetersiz gözükmesinden, her gün daha fazlasını istemelerinden, iktidar obezliğinden ölüyorlar bir gün.Önce siyasi iktidarı alıyorlar, demokrasiye hiçbir şey katmadan…Sonra paraları istiyorlar.Paraları aldıktan sonra da, kendilerine benzemeyenleri ezme ihtirasına tutuluyorlar.Bunları yaparken de devleti halk adına yönetmiyorlar, halkı küçümseyen devletin bir parçasına dönüşüyorlar.90 yıldır cumhuriyet var ve 90 yıldır bu çıldırma tufanının içinde yaşıyoruz.***Her şeyi “görüntü” sandığımızdan “demokrasinin” de görüntü kısmını benimsemişiz 90 yıldır. Seçimlere çok parti girer hep ama yönetim hep orduda kalır, yıllardır bu böyle oldu. Darbeler de bizim tuhaf cumhuriyetin bir “parçası” olarak kabul edildi uzun yıllardır. Şimdilerde bu değişti…‘Cumhuriyet’ Ak Partinin eline geçti. Ama demokrasi hala önemli olmadığı için aslında her şey aynen devam ediyor, sadece asker paşaların yerini sivil paşalar aldı.Atatürk’ün Batı uygarlığının “özünü” değil, “biçimini” benimsemesi de bir türlü değiştirilemedi bu ülkede.Bu ülkenin aydınları da “görüntüyü” çağdaşlık olarak değerlendirdi hep. Gericilik-ilericilik tamamen şekil üzerinden öğretildi.İnsanların birbirlerine nasıl hitap edeceği bile yasalarla belirlendi.Batı’nın şapkasını aldık, gömleğini, ceketini, alfabesini aldık ama felsefesini, bilimini, demokrasisini, insan haklarını, üretim tarzını almadık.Görüntüsel bir özentiye dayanan bir diktatörlük kurduk basbayağı.***Bugün de öyle…Bugün de görüntü önemli, eskiden Batılı kıyafetler istenirdi, şimdi dekolte olmayan kıyafetler isteniyor. Devlet gene gardrobunuzun içinde duruyor.Bu çarpık cumhuriyetin içinde hayat bulmuş bütün “çarpıklıklar” temizlenecek mi bir gün merak ediyorum.Bu toplum yeniden kurabilecek mi?İnsanların giyimine, diline, dinine, yaşamına karışılmayan, fikirlerin özgürce ifade edildiği, evrensel hukukun kurulduğu, eşitliğin toplumun temelini oluşturduğu bir dönem başlayacak mı?Bazen umudumu bütünüyle kaybediyorum… Bazen de bu kadar dibe vurmak beni umutlandırıyor, tek seçenek yukarı çıkış diye düşündüğümden.Dün cumhuriyetin 90. Yılıydı…Herkes çok sevinçliydi…Ben değildim, demokrasisi olmayan bir cumhuriyet ilgimi çekmiyor çünkü.Bu cumhuriyet bize sürekli ‘siz yoksunuz’ dedi ve demeye devam ediyor. Ama bütün dikta heveslileri bir şeyi unutuyor gerçekten;Ya varsak…Ya bir gün “biz varız” dersek...
Ben kusursuzluktan çok kusurların çekici olduğuna inananlardanım. “Ancak birbirimizi kusur ve eksiklerimizle gördüğümüzde birbirimizi gerçekten sevebiliriz” diye düşünenlerdenim. Bir kadınla bir erkek en keskin biçimde birbirlerinin kusurlarını görseler sevemezler mi birbirlerini gerçekten? “Beni ancak tüm gerçeğimle,eksiklerim,kusurlarımla gören bir erkek beni sevebilir” diyenlerdenim ben. Kusurlarımı sevmeyen biri beni nasıl sevebilir ki? Ama nasıl da, biri bizi tüm gerçeğimizle görse hiç sevmez zannediyoruz, değil mi? Hatta zannetmiyoruz, hayatta en çok buna kuşku duymadan inanıyoruz. ‘Gerçeğimizi’ saklanacak en büyük parçamız diye biliyoruz. *** Hep merak ediyorum o korktuğumuz gerçeğin içinde ne var, başkalarına benzemeyen, sadece bizde olan o ‘kötülük’ ne olabilir ki? Karşılıklı soyunabilsek, beraberce çıkabilsek saklandığımız mevzilerden birbirimize benzediğimizi göreceğiz aslında. Benzer zayıflıkların, benzer kötülük planlarının, benzer çocuksu incinmelerin, benzer kıskançlıkların, benzer korkuların sahibiyiz hepimiz. Sevmenin ve sevilmenin kaynağında kusurlarımızın yattığını niye bize kimse öğretmiyor, bilmiyorum. Kusurların tılsımından niye hiç kimse bahsetmiyor? *** Eksiklerin yerini sahte erdemlerle doldurmak ve karşımızdakinin de bunlara inanıyormuş gibi yapması, insanların gerçekten birbirini sevmesini engelleyen en önemli barikatlardan biri bence. Kusurları değil de sahte erdemleri seven insanları anlayamıyorum. Gerçekten soruyorum, hiç mi çekici gelmiyor yara bere içinde, eksikleri olan gerçek insanlar? Tabii ki geliyor… Karşımızdakinin kusurlarına bağlanıyoruz. Sadece bunu kendimize bile itiraf edemiyoruz. Aksinin doğru olduğunu sezsek bile bir türlü değiştiremediğimiz o güçlü inançta yatıyor her şey, “biri beni tüm gerçeğimle görse sevmez.” Ve hep beraber aynı duayı edip duruyoruz, ‘biri çıksa, beni olduğum gibi sevse, ona tüm ömrümü veririm.’ *** Eskiden kadınların erkeklerden çok daha fazla kendi gerçeklerinden korktuklarını düşünürdüm. Erkeklerin kendilerine olan meraklarının azlığı, onları daha fazla cesur yapardı gözümde. Kadınlar, erkeklerin kendilerini tanıdığından daha fazla kendilerini tanıdıkları için bilirler eksiklerini, yamalarını, saklanacak köşelerini çünkü… Ve büyük bir ustalıkla onları saklarlar sevdikleri adamlardan. Kimselerin de o kusurları görmesini istemezler. Ama epeydir böyle düşünmüyorum artık. Erkeklerin de kadınlar gibi tüm eksiklerini sakladıklarını, bunların ortaya çıkma ihtimalinden korktuklarını, öfkeye kapıldıklarını, acı çektiklerini gördüm. Olduğu gibi sevilme arzusu erkeklerde de var. Çünkü erkekler de tıpkı kadınlar gibi nerelerini saklayacaklarını öğrenmiş ve kusurlarının çekiciliğini unutmuşlar bizim gibi. *** En çok da güçsüzlüklerinden, korkaklıklarından korkuyorlar. Bir erkeği korktuğunu bilerek sevecek bir kadın yok mudur? Olmaz mı? Aslında hepimiz erkeklerin neleri saklamaya çalıştıklarını görmüyor muyuz, onları sakladıklarıyla birlikte sevmiyor muyuz? Sadece bunu ne onlara, ne kendimize söylüyoruz. Kusurlarını saklamaya çalışan bir erkek mi yoksa kusurlarını açıkça söyleyen bir erkek mi daha çekici? Aynı soru kadınlar için de geçerli, kusurlarını saklayan kadın mı yoksa kusurlarını söyleyen kadın mı daha çekici? Hepimiz doğru cevabı biliyoruz. Ama kusurlarının değerini bilecek kadar akıllı, bunları söyleyecek kadar cesur olmak da, öyle birini bulmak da kolay değil. Belki de onun için hep birlikte yalan söylemeyi, saklanmayı tercih ediyoruz.
Küçücük bir kutu geldi geçen gün gazeteye.İçinden de küçücük bir heykel çıktı, kıvrılıp yatmış bir kadın figürü.Kutunun içinde bir de küçücük bir not vardı, ‘küçük şeyler vardır hayatta ve mutlulukla acının dengesini bu küçük şeyler yönetir, umarım bu küçük heykel sizi mutlu eder.’Kıvrılıp yatmış kadın mı yoksa notta yazan o iki kısa satır mı beni böyle sevindirdi bilmiyorum ama küçük şeyler üzerine uzun uzun düşündüm o gün.Küçük şeylerin hayatımızda “büyük” rolü mü var diye...Sanırım öyle.Bir gülümseme, bir selam, bir el sıkışma, soğuk bir merhaba, arabayla geçerken kaldırımda kısa bir an gördüğünüz üşüyen bir çocuk, size göz kırpıp geçen bir eski dost, her şey ama her şey bizde bir iz bırakıyor farkında olmasak da.Ani sevinçlerimiz, birden hüzünlenmelerimiz, beklenmedik öfkelerimiz belki de içimizde biriken bu küçük şeylere bağlı.Sevdiğimizin sesindeki bir anlık duraksama, bir dil sürçmesi, başka yana kayan bir bakış, önemsiz minicik bir yalan içimizde kimseye söylenmeyecek küçük şeyler bölümüne yazılıp kırgınlıklara, kızgınlıklara, kuşkulara dönüşmüyor mu?Her şeyi bir anda değiştiren o küçük şeyleri kimse hesaba katmıyor.Çoğumuz olayların bizi etkilediğini sanıyoruz…‘Büyük’ olayların…***Bunları yazarken, internet sitelerine şöyle bir baktım.İlahiyatçı ve yazar Hidayet Şefkatli Tuksal’ın CNN Türk’de Enver Aysever’in programında dediklerine rastladım.Bir ilahiyatçıdan beklenen dürüstlük ve cesaretle konuşmuş.Büyük olaylarla çalkalanıp duran koca ülkede, vicdanından ve dürüstlüğünden taviz vermeyen bir tek insan bile umut ve güven yaratıyor, “küçük” bir ses bütün ülkeyi en azından sizin gözünüzde umuda taşıyabiliyor.İyice hoyratlaşan muhafazakar erkekleri, iki kesimin de küçümsemeye çabaladığı vicdan sahibi “başörtülü kadınların” terbiye edeceğini düşündüm doğrusu, umutlandım. “Gezi direnişinden sonra Başbakan bağıran bir insana dönüştü” demiş ve eklemiş ‘Türkiye’de var olan iktidar kendi doğrularını dayatmaya çalışıyor.’Gerçek dindarlar ne düşünüyorlar diye hep merak ediyordum.Yaşananları herkesle birlikte onlar da görüyor.Siyasetin bir “nefret tacirliğine” dönüşmesi onlarda nasıl duygular yaratıyor?Gittikçe daha ürkütücü olan bu düşmanlaşma ruhlarına nasıl yansıyor?Camilerin bile “siyasi yalanlara” alet edilmesi onları üzüyor mu?Başbakanın, Kürtler beyaz adama minnet duyan “Tom Amca” rolünü reddedip eşitlik istediğinde kendi başlattığı “barış sürecini” tıkaması onlara hakkaniyetli gözüküyor mu?Eskiden başörtülü kadınlara hayat hakkı tanımayan generalleri taklit eden şimdiki iktidarın dekolteli kadınları işten attırması onların vicdanını rahatsız etmiyor mu?“Biz güçlüyüz, her istediğimizi yaparız” kibri onların tevazu anlayışıyla uyuşuyor mu?Çok huzurlu, mutlu bir ülke olabilecekken huzursuz ve çatışmalı bir ülke haline gelmemizi doğru buluyorlar mı?Bunları merak ediyordum ama “büyük” dindar kesim “bizimkileri eleştirmeyelim” diyerek “dilsiz” kesildiğinden neler düşündüklerini bilemiyordum.Ama bir kadın konuştu... Daha önce de başka cesur bir kadın, Hüda Kaya muhteşem bir yazı yazmıştı.Milyonlarca insandan oluşan “büyük” bir kalabalığın içinde bir ya da iki kadın nedir ki?Çok şeydir.“Küçük” bir ses, doğruyu söylediğinde bütün hayatı etkiler.Hoparlörlerden bağıran erkek kalabalıklarının seslerini bazen usulca konuşan bir kadının sesi bastırır.Birbirlerine benzeyenlerin “biz” demesi çok da anlamlı değildir, birbirine benzemeyenlerin dürüstlüğün çatısı altında bulup” biz” demesidir bence asıl anlamlı olan. Tuksal ne der bilmiyorum ama onun içinde olduğu “biz”in küçük bir parçası olmak isterim.Şimdilik epeyce “küçük” olan o “biz”in içinde yer alabilmek, bugün bu ülkede olabilecek en onurlu davranışlardan biri olarak gözüküyor bana.Küçük bir armağanla sevinçli başlamıştı günüm.Tuksal’ın sesi sevincime mutluluk ve güven kattı…
Casus romanları okumaya bayılırım. Filmlerini ayrı bir severim. Dizilerinin iflah olmaz bir takipçisiyim.Ülkeler arası ilişkilerde casusların rolünü hep merak ederim. Mesela Türkiye’de şu anda kaç tane farklı istihbarat servisinin ajanı dolaşıyor, kimlerle nasıl ilişkileri var, kimler kimleri kullanıyor, kimler kimlerden korkuyor, kim kimin avı ilgimi çeker…Filmlerde gördüğümüz hikayelerin ve o filmlerdeki kahramanların gerçek olma olasılığı, yeraltında bizim hiç bilmediğimiz başka bir dünyanın varlığını düşündürür bana.***Geçtiğimiz hafta başlayan MİT Müsteşarı Hakan Fidan haberleri de beni yine o sisli dünyanın içine götürdü.Acaba bizim bilmediğimiz neler oluyor o dünyalarda?Eskiden MİT müsteşarlarını tanımazdık, Hakan Fidan fazla ünlü sanki, bir istihbarat şefinin bu kadar bilinir hale gelmesi pek alışıldık bir durum değil bizim için öyle değil mi?.Gizli olması gereken bir kahramanın bu derece ‘ünlü’ olması, yolda görsek tanıyacak olmamız, en azından benim gördüğüm casus filmlerine pek uymuyor.Çıkan haberler tam kimle, neyle, hangi oyunlarla ilgili, onu da bilmiyorum açıkcası.Çok sevdiğim bir yazar dostum aklımdan geçenleri nefis anlatmış, ‘Bu bulanık suyun içine parmağımı bile sokmayacağım tabii ki. Çünkü konu, hiçbir şey bilmeden ahkâm kesmek için oldukça karmaşık ve tehlikeli. İstihbaratçıların gölgelerle dolu dünyasında dolaşıp şifreleri çözmeye çalışmaya kalkışmak da benim gibiler için imkânsız. Ama madem ünlü istihbarat şefimiz hakkında konuşmaya bu kadar meraklıyız, komplo teorilerinden ve hamasetten vazgeçip gelin biraz gerçeklerden ve Milli İstihbarat Teşkilatı’nın bizleri doğrudan ilgilendiren, gazetelere yansımış “icraatlarından” bahsedelim.’ ***Hemen akla gelenler Reyhanlı ve Uludere saldırıları tabii.Pazartesi günü de Reyhanlı saldırısına dair istihbarat bilgilerini sızdırdığı iddia edilerek tutuklanan er Utku Kalı’nın duruşması vardı.O olaydan tek sorumlu er Utku Kalı oldu, ne tuhaf… 24 Mayıs’tan beri tutuklu.Olaydaki çok açık istihbarat zaafı, ‘bizim istihbaratçıların konuyla ne ilgileri var, Hakan Fidan MİT Müsteşarı, Reyhanlı’daki patlamaysa düşmanların işi’ türü bir savunmayla tartışma dışı bırakıldı.53 kişi öldü o saldırıda…Er Utku Kalı hapse girdi tek sorumlu olarak.Gerçeklerin ortaya çıkması gizlilik kararı marifetiyle engellendi. Uludere’de de aynısı oldu.İstihbaratı kimin verdiği soruşturulmadı.***Fişleme meselesi vardı sonra… Mehmet Baransu’nun ortaya çıkardığı bu skandal hiç konuşulmadı.CHP’li ve MHP’li milletvekilleri ile iş adamlarının kamu ihaleleri öncesi MİT tarafından fişlendiğini söylüyordu haber.Sonra MİT’in vatandaşlarla ilgili her türlü bilgiye izinsiz ulaşabilmesini sağlayan yasa değişikliği vardı…Bunlar da hiç konuşulmadı.Hiçbirimiz, bütün hayatımızın fişlenmesiyle ilgilenmedik bile.***Dün Murat Belge’nin de yazdığı gibi MİT’in hep bu ülkenin vatandaşlarını izlemesi, bu uygulamaların da bugün de aynen sürmesi, devlet anlayışının hiç değişmediğini gösteriyor.İşin bu yanı, Doğu Almanya’da aydınları izleyen bir istihbarat yetkilisinin macerasını anlatan o olağanüstü filme benziyor….Batı basınıyla bizim MİT müsteşarları arasındaki “açık” çatışma ise klasik casus filmlerindekilere benzeyen oyunların uzantısı herhalde, ne oluyor, kim kimden ne istiyor, kimin ne hesabı var tam kestiremiyoruz, bunu bize açıklıkla anlatacak kimse de yok.Bizim izlediğimiz filmlerde genellikle “karşı kamplardaki” casuslar çatışırdı, bu son olayda ise anladığım kadarıyla “aynı kamptaki” casuslar çatışıyor, bu da epey şaşırtıcı.Nedenini, neler olduğunu belki bir gün bir yerde okuruz.Benim aklıma takılan ise, daha başka. Niye bizim istihbarat şefimiz bu kadar meşhur ve hangi tür ülkelerde istihbarat şefleri bu kadar ünlü olur?***Bu arada canı iyi casus filmi çekenlere Thinker Tailor Soldier Spy ve casus romanlarının babası Graham Greene’in The Third Man’ini öneriyorum…
Cuma günü, ‘Kendi küçük hayatının sınırları içinde mutlu olmanın hatta mutsuz olmanın ayıp olduğu bir ülke burası... Burası büyük acıların ülkesi. Yaklaşan bir kışın huzursuzluğunu yaşamak bile haram bize, canımızın sıkılması ayıp, küçük ve solgun mutsuzluklardan söz etmek günah. Kendimizle bile baş başa kalamıyoruz, koca bir toplumun kederi doluyor içimiz’ diye yazmıştım...Bazen, tek bir kişi okumayacak bile olsa yine de ben bunu yazarım diye düşünürsün, bazen de egona yenik düşer büyük kalabalıkların yazını okuyup çok beğeneceklerini hayal ederek yazarsın...Yukarıdaki satırları ben dipsiz bir kuyunun kör karanlığına yazmıştım aslında, ne bir ses, ne bir alkış, ne de bir cevap beklemiştim yazarken... Ama şaşırtıcı biçimde beklenmedik mailler aldım...***İnsanlar uzun uzun dertlerini anlatan mailler göndermişler...Haklı olduğumu, doğru söylediğimi, kendilerini yalnız hissettiklerini yazmışlar.Şaşırdım... Sevindim... Üzüldüm...İnsanların kendi ‘küçük’ dertlerini anlatacak kimseleri olmadığını anladım...Kocaman bir yalnızlar kalabalığı olduğumuzu gördüm... En çok da aşk acısıyla ilgili mailller gelmişti...“İnsanların sürekli öldüğü bir ülkede aşk yaşamak da, aşk acısı çekmek de ayıp gerçekten, peki biz ne yapacağız” diyorlardı?Çok korktum...Çünkü cevabını bilmediğim bir şey soruyorlardı bana.Bildiğimi, bilebileceğimi düşünüyorlardı...“Peki biz şimdi ne yapacağız?”***Genç bir kız olduğunu düşündüğüm Büşra şöyle yazmış:‘Benim baba tarafım Van’lı. Hiç tanımadığım akrabalarım var orada. Annem ve babam peşpeşe olan depremlerde arkadaşlarını akrabalarını kaybettiler. Evimizin içinde matem havası var. Çok acı biliyorum ama ya benim içimdeki matem. Ben de ölüm acısı kadar büyük acı çekiyorum. Babanızın eski yazılarını okuyorum. Bir hata yaptım ve çok sevdiğim bir insanı kaybettim. İçim yanıyor. Sokaklara çıkıp bağırmak istiyorum ‘beni affet, seni seviyorum’ diye. Ama insan incittiği biriyle yapamıyor (babanızın yazısından) ve sizin de söylediğiniz gibi kendi küçük dertlerimize yer yok bu ülkede.’Büşra’nın maili çok uzun bir mektuptu aslında ben bir iki paragrafını aldım buraya.Bir film gibi seyrettim Büşra’nın satırlarından sızan hayatını...Bu satırları hissetmemek mümkün değil zaten...Her şey apaçık ortada...***Ama “İncittiğin biriyle yaşamak kolay değildir...”En çok bu cümle sert bir yumruk yemiş boksör gibi sersemletti beni maili okurken çünkü çoğumuz incinmekten korkarız, incinirsek bizi incitenle mutlu olmamız zorlaşır...İnsanı, sevdiği biri tarafından incitilmek, her defasında şaşırtır...Buna alışkın olduğumuzu düşünürüz güya, hayatın hoyrat olduğunu hep biliriz.Ama her seferinde çok şaşırır, hayata, kendimize, sevdiğimize güvenimizi kaybederiz.Güvenerek yaralanmaktan çok korkarız...Zırhlarımızı kuşanırız hemen... İncindiğimiz için istemesek de incitiriz...Ve o önemli soru çıkar karşımıza;İnsan incittiği biriyle mi yapamaz, kendisini inciten birisiyle mi?İncittiğin biriyle mutlu olmak mümkün müdür?Pek çoğumuz incinirsek bir daha mutlu olamayız...***Ama Büşra’ya katılıyorum, incitirsek karşımızdakini, çok sevsek de, bizi affetmesi için yalvarsak da artık onunla yapamayız...Ve bunları konuşamadığımız için, büyük acılar bunlara izin vermediği için her gün incitir her gün daha fazla incitiriz...Hiç farkında olmadan yaşadığımız ülkenin kaderi kaderimiz olur...O ülkenin kaderinden ne kadar uzakta yaşarsanız yaşayın...İncinmek ve incitmek.Bu iki kelimede zehir saklı.O zehre dokunan mutluluğu kaybediyor.En acıklısı da, hayatın içinde saklı bu zehre dokunmadan yaşamış kimse de yok...Hele bu ülkede...***Not: Bayram nedeniyle eski bir yazıdan sevgilerle…
Cuma günü, ‘Kendi küçük hayatının sınırları içinde mutlu olmanın hatta mutsuz olmanın ayıp olduğu bir ülke burası... Burası büyük acıların ülkesi. Yaklaşan bir kışın huzursuzluğunu yaşamak bile haram bize, canımızın sıkılması ayıp, küçük ve solgun mutsuzluklardan söz etmek günah. Kendimizle bile baş başa kalamıyoruz, koca bir toplumun kederi doluyor içimiz’ diye yazmıştım...Bazen, tek bir kişi okumayacak bile olsa yine de ben bunu yazarım diye düşünürsün, bazen de egona yenik düşer büyük kalabalıkların yazını okuyup çok beğeneceklerini hayal ederek yazarsın...Yukarıdaki satırları ben dipsiz bir kuyunun kör karanlığına yazmıştım aslında, ne bir ses, ne bir alkış, ne de bir cevap beklemiştim yazarken... Ama şaşırtıcı biçimde beklenmedik mailler aldım...***İnsanlar uzun uzun dertlerini anlatan mailler göndermişler...Haklı olduğumu, doğru söylediğimi, kendilerini yalnız hissettiklerini yazmışlar.Şaşırdım... Sevindim... Üzüldüm...İnsanların kendi ‘küçük’ dertlerini anlatacak kimseleri olmadığını anladım...Kocaman bir yalnızlar kalabalığı olduğumuzu gördüm... En çok da aşk acısıyla ilgili mailller gelmişti...“İnsanların sürekli öldüğü bir ülkede aşk yaşamak da, aşk acısı çekmek de ayıp gerçekten, peki biz ne yapacağız” diyorlardı?Çok korktum...Çünkü cevabını bilmediğim bir şey soruyorlardı bana.Bildiğimi, bilebileceğimi düşünüyorlardı...“Peki biz şimdi ne yapacağız?”***Genç bir kız olduğunu düşündüğüm Büşra şöyle yazmış:‘Benim baba tarafım Van’lı. Hiç tanımadığım akrabalarım var orada. Annem ve babam peşpeşe olan depremlerde arkadaşlarını akrabalarını kaybettiler. Evimizin içinde matem havası var. Çok acı biliyorum ama ya benim içimdeki matem. Ben de ölüm acısı kadar büyük acı çekiyorum. Babanızın eski yazılarını okuyorum. Bir hata yaptım ve çok sevdiğim bir insanı kaybettim. İçim yanıyor. Sokaklara çıkıp bağırmak istiyorum ‘beni affet, seni seviyorum’ diye. Ama insan incittiği biriyle yapamıyor (babanızın yazısından) ve sizin de söylediğiniz gibi kendi küçük dertlerimize yer yok bu ülkede.’Büşra’nın maili çok uzun bir mektuptu aslında ben bir iki paragrafını aldım buraya.Bir film gibi seyrettim Büşra’nın satırlarından sızan hayatını...Bu satırları hissetmemek mümkün değil zaten...Her şey apaçık ortada...***Ama “İncittiğin biriyle yaşamak kolay değildir...”En çok bu cümle sert bir yumruk yemiş boksör gibi sersemletti beni maili okurken çünkü çoğumuz incinmekten korkarız, incinirsek bizi incitenle mutlu olmamız zorlaşır...İnsanı, sevdiği biri tarafından incitilmek, her defasında şaşırtır...Buna alışkın olduğumuzu düşünürüz güya, hayatın hoyrat olduğunu hep biliriz.Ama her seferinde çok şaşırır, hayata, kendimize, sevdiğimize güvenimizi kaybederiz.Güvenerek yaralanmaktan çok korkarız...Zırhlarımızı kuşanırız hemen... İncindiğimiz için istemesek de incitiriz...Ve o önemli soru çıkar karşımıza;İnsan incittiği biriyle mi yapamaz, kendisini inciten birisiyle mi?İncittiğin biriyle mutlu olmak mümkün müdür?Pek çoğumuz incinirsek bir daha mutlu olamayız...***Ama Büşra’ya katılıyorum, incitirsek karşımızdakini, çok sevsek de, bizi affetmesi için yalvarsak da artık onunla yapamayız...Ve bunları konuşamadığımız için, büyük acılar bunlara izin vermediği için her gün incitir her gün daha fazla incitiriz...Hiç farkında olmadan yaşadığımız ülkenin kaderi kaderimiz olur...O ülkenin kaderinden ne kadar uzakta yaşarsanız yaşayın...İncinmek ve incitmek.Bu iki kelimede zehir saklı.O zehre dokunan mutluluğu kaybediyor.En acıklısı da, hayatın içinde saklı bu zehre dokunmadan yaşamış kimse de yok...Hele bu ülkede...***Not: Bayram nedeniyle eski bir yazıdan sevgilerle…