Küçücük bir kutu geldi geçen gün gazeteye.
İçinden de küçücük bir heykel çıktı, kıvrılıp yatmış bir kadın figürü.
Kutunun içinde bir de küçücük bir not vardı, ‘küçük şeyler vardır hayatta ve mutlulukla acının dengesini bu küçük şeyler yönetir, umarım bu küçük heykel sizi mutlu eder.’
Kıvrılıp yatmış kadın mı yoksa notta yazan o iki kısa satır mı beni böyle sevindirdi bilmiyorum ama küçük şeyler üzerine uzun uzun düşündüm o gün.
Küçük şeylerin hayatımızda “büyük” rolü mü var diye...
Sanırım öyle.
Bir gülümseme, bir selam, bir el sıkışma, soğuk bir merhaba, arabayla geçerken kaldırımda kısa bir an gördüğünüz üşüyen bir çocuk, size göz kırpıp geçen bir eski dost, her şey ama her şey bizde bir iz bırakıyor farkında olmasak da.
Ani sevinçlerimiz, birden hüzünlenmelerimiz, beklenmedik öfkelerimiz belki de içimizde biriken bu küçük şeylere bağlı.
Sevdiğimizin sesindeki bir anlık duraksama, bir dil sürçmesi, başka yana kayan bir bakış, önemsiz minicik bir yalan içimizde kimseye söylenmeyecek küçük şeyler bölümüne yazılıp kırgınlıklara, kızgınlıklara, kuşkulara dönüşmüyor mu?
Her şeyi bir anda değiştiren o küçük şeyleri kimse hesaba katmıyor.
Çoğumuz olayların bizi etkilediğini sanıyoruz…
‘Büyük’ olayların…
Bunları yazarken, internet sitelerine şöyle bir baktım.
İlahiyatçı ve yazar Hidayet Şefkatli Tuksal’ın CNN Türk’de Enver Aysever’in programında dediklerine rastladım.
Bir ilahiyatçıdan beklenen dürüstlük ve cesaretle konuşmuş.
Büyük olaylarla çalkalanıp duran koca ülkede, vicdanından ve dürüstlüğünden taviz vermeyen bir tek insan bile umut ve güven yaratıyor, “küçük” bir ses bütün ülkeyi en azından sizin gözünüzde umuda taşıyabiliyor.
İyice hoyratlaşan muhafazakar erkekleri, iki kesimin de küçümsemeye çabaladığı vicdan sahibi “başörtülü kadınların” terbiye edeceğini düşündüm doğrusu, umutlandım.
“Gezi direnişinden sonra Başbakan bağıran bir insana dönüştü” demiş ve eklemiş ‘Türkiye’de var olan iktidar kendi doğrularını dayatmaya çalışıyor.’
Gerçek dindarlar ne düşünüyorlar diye hep merak ediyordum.
Yaşananları herkesle birlikte onlar da görüyor.
Siyasetin bir “nefret tacirliğine” dönüşmesi onlarda nasıl duygular yaratıyor?
Gittikçe daha ürkütücü olan bu düşmanlaşma ruhlarına nasıl yansıyor?
Camilerin bile “siyasi yalanlara” alet edilmesi onları üzüyor mu?
Başbakanın, Kürtler beyaz adama minnet duyan “Tom Amca” rolünü reddedip eşitlik istediğinde kendi başlattığı “barış sürecini” tıkaması onlara hakkaniyetli gözüküyor mu?
Eskiden başörtülü kadınlara hayat hakkı tanımayan generalleri taklit eden şimdiki iktidarın dekolteli kadınları işten attırması onların vicdanını rahatsız etmiyor mu?
“Biz güçlüyüz, her istediğimizi yaparız” kibri onların tevazu anlayışıyla uyuşuyor mu?
Çok huzurlu, mutlu bir ülke olabilecekken huzursuz ve çatışmalı bir ülke haline gelmemizi doğru buluyorlar mı?
Bunları merak ediyordum ama “büyük” dindar kesim “bizimkileri eleştirmeyelim” diyerek “dilsiz” kesildiğinden neler düşündüklerini bilemiyordum.
Ama bir kadın konuştu... Daha önce de başka cesur bir kadın, Hüda Kaya muhteşem bir yazı yazmıştı.
Milyonlarca insandan oluşan “büyük” bir kalabalığın içinde bir ya da iki kadın nedir ki?
Çok şeydir.
“Küçük” bir ses, doğruyu söylediğinde bütün hayatı etkiler.
Hoparlörlerden bağıran erkek kalabalıklarının seslerini bazen usulca konuşan bir kadının sesi bastırır.
Birbirlerine benzeyenlerin “biz” demesi çok da anlamlı değildir, birbirine benzemeyenlerin dürüstlüğün çatısı altında bulup” biz” demesidir bence asıl anlamlı olan. Tuksal ne der bilmiyorum ama onun içinde olduğu “biz”in küçük bir parçası olmak isterim.
Şimdilik epeyce “küçük” olan o “biz”in içinde yer alabilmek, bugün bu ülkede olabilecek en onurlu davranışlardan biri olarak gözüküyor bana.
Küçük bir armağanla sevinçli başlamıştı günüm.
Tuksal’ın sesi sevincime mutluluk ve güven kattı…