İnsanlar genellikle suçlu oldukları için mi suçluluk duygusuna kapılır sizce yoksa suçlandıkları için mi?Bana hep suçlanmak insanın kendisini suçlu hissetmesi için yeterli gibi gelir.Bazen sevdiğiniz biri tarafından bazense tanımadığınız insanlar tarafından suçlanmak suçluluk duymanıza yeter öyle değil mi?Suçlular suçlandıkları için suçludur sanki…Suçlu hissetmemiz için kendimizi, suçlanmamız yetiyor her defasında ne garip.Sevdiğimiz adam, aşık olduğumuz kadın, annemiz, babamız, öğretmenimiz bizi suçladığı anda sarsılırız…İnanırız çünkü…Kendimizi bizi suçlayana tutsak, karşımızdaki kişiyi de efendimiz sanırız…Hem karşımızdakine hem kendimize suçlu olmadığımızı anlatmaya uğraşırız.Bizim gibi beyinselliğin değil de yalanın, fikrin değil de tavrın, gerçeğin değil de gösterişin, şeffaflığın değil de sahtekarlığın olduğu toplumlarda suçlanmak yeter suçlu olmamız için.Ama yine de benim asıl ilgimi çeken, bizim neden kendimizi suçlu hissetmeye bu kadar yatkın olduğumuz?Neden bizi suçlayana bağımlı kaldığımız…Genellikle aşk hikayelerinde suçlanan bir türlü suçlayandan vazgeçemez, öyle değil mi?Hatta o zulme bağlandıkça bağlanır.Suçlanan suçlandıkça suçlu, suçlayan suçladıkça güçlü olur…***İktidarlar da bazen öyle yönetiyorlar ülkelerini.Tıpkı aşk gibi, güçlerine ikna olmamız için suçluyorlar bizi…Bazen günahkar olmakla, bazen solcu olmakla, bazen dinci olmakla, bazen özgür olmakla, bazen bölücü olmakla…Biliyorlar çünkü bu suçlamanın toplumda bir iz bırakacağını, gizli bir suçluluk duygusu ve suçlayana sığınma isteği yaratacağını.Suçlamak ve suçlanmak aşkta da siyasette de en yaygın ilişki biçimi sanki…En güçlü bağlardan biri…***Kafka okur musunuz?Ben Kafka’yı severim, üstelik korkunç baş ağrıları çekmek gibi ortak dertlerimiz de olduğu için kendime yakın hissederim.Kafka Dava romanında, suçlanan insanı olağanüstü anlatır.Ne suçlayan bellidir, ne suç ama suçlu açıktır…Ama işin ilginç kısmı da kişinin de kendisinden kuşkuya kapılmasıdır.Suçlanan önce biraz dirense de ağır ağır kendi suçluluğuna inanır.Aşk da bu böyledir, suçlanan ağır ağır elenir o ilişkiden, kölesi olur.Suçlayan, ‘suçlu’ kendini suçlu hissettiği sürece kazanandır…***Neden kendimizi suçlu hissetmeye bu kadar meraklıyız, neden bu kadar güçsüzüz sizce?Aşk dediğimiz ilişkilerin yüzde kaçı suçlayan ve suçlu ilişkisine dayanıyor acaba hiç düşündünüz mü?Bana büyük bir çoğunluğu gibi geliyor.Çünkü nerede bir aşk acısına rastlasam kendisinin iyi biri olduğunu anlatmaya çalışıyor…‘Ben öyle biri değilim’ isyanını acısını her defasında seziyorum.***Suçlamak, suçlanmak, suçluluk hissetmek gerek kişisel, gerekse toplumsal ilişkilerde en önemli bağlardan biri…En güçlü olanlarından hem de…Bugünlerde bunu düşünüyorum, bu düşündüğüm doğru mu diye…Siz ne dersiniz?Suçluluk üzerinden mi kuruyoruz bütün ilişkilerimizi gerçekten?Eğer böyleyse, acaba ilişkilerde hangi eksikliği kapatıyor bu suçluluk üzerinden kurulan bağ?Aşk acısı neden her defasında ardında bir suçluluk duygusu da taşıyor?Bizi suçlayana bağlayan o güçlü bağ aslında sakladığımız neyi örtüyor?İnsan kendini suçlu hissetmese, özgür de hissedebilir değil mi?Sizce de ‘tutsaklıkla’ suçluluk duygusu arasında güçlü bir ilişki yok mu?
Artık hayal kurabiliriz…Kristal küreyi kırdı çünkü bunlar, ne kadar yapıştırmaya uğraşsalar da başaramazlar artık.Bana sorarsanız bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olamaz.Geçmişin bütün sefaleti ortaya çıkıyor…Er ya da geç bizden saklanan her şeyi öğreneceğiz.Hatta ben bu zamanın, çok ilerde olmadığını düşünüyorum.Bu kavga bu ülkenin kurtuluşu olacak belki de…Ama geçmişin içinde binlerce börtü böcek kaynayan karanlığını görmek, bundan aydınlık bir gelecek çıkartabilirsek önemli.Bir sistemin bütünüyle cerahatlendiğini, o sistemin içinde iktidar olmaya çalışan herkesin sonunda mikrop kaptığını görerek anlıyoruz.Askerlerden sonra muhafazakarların da aynı yollardan geçtiğini izlemek, aynı baskıları aynı yöntemlerle uyguladığına tanıklık etmek, sadece iktidar sahiplerinin değil bütün sistemin bozuk olduğunu gösteriyor bize.İktidara kim gelirse oyun aynı oyun.Yaptıkları baskıları savunma biçimleri, tehditleri, demagojileri bile aynı.Bir sistemin bitişinin işaretleri bunlar bence.O yüzden hayal kurmanın tam zamanı.Yeni bir sistem, yeni bir hayat, yeni bir ülke hayal etmeliyiz artık.Hayallerimizi, isteklerimizi arka arkaya sıralamalıyız.***Yeni anayasa yapmalıyız, her türlü fikir serbestçe söylenebilmeli, her inanç, her ırk özgür ve eşit olmalı, her türlü fikrin partisi kurulabilmeli, böylece birilerinin ‘aslında yasak fikirler taşıdığına’ dair kuşkulardan herkes kurtulmalı.Bütün yasaklar kalkınca derin bir nefes almaz mı bu memleket?Adalete güven yeniden ülkeye yerleştirmeli.Eğitim anlayışını baştan sona değiştirmeli, itaatkar robotlar yerine düşünen tartışan karşı çıkan yaratan insanlar yetiştirmeli.Güçlü bir ordumuz olmalı, siyaseten değil askeri zekası ve donanımı güçlü bir ordumuz.Polis teşkilatı yeniden kurulmalı… Onlara iyi maaşlar verilmeli, topluma saygılı olmayı öğretmeli.Herkes hukuka güvenebilmeli.Simdi hayal kurma zamanı.Eski bitiyor çünkü, şimdi yeninin zamanı.Belki biraz daha vakit alacak bunun olması ama bana inanın bir değişimin başlangıcı bu, eskinin böylesine kirlendiğini görmek, elle tutulamaz bir hale geldiğini anlamak, yeni bir şeyler yapmak gerektiğinin toplumca kabul edilmesi için büyük bir adım.Ama hayallerimize uygun bir gelecek kurabilmek için bütün gerçekleri ve yalanları görmek, hepsiyle yüzleşmek gerek.İktidar, gerçekten demokrat mı?Hukuktan, özgürlükten yana mı?2004 yılında Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan ve altında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın imzası da bulunan ‘Gülen’i bitirme kararı’ ortaya çıkınca iyice anladık ki değilmiş.Peki başbakanın ‘ kardeşlerine bağlı bir yiğit’ olduğu gerçek mi?Başbakanın güç karşısında neden dik duramadığı, o imzayı niye attığı, niye uygulamaya devam ettiği, niye ‘uygulamadık’ diye yalan söyledikleri medyada hiç sorulmadı, yüksek sesle sorgulanmadı. ‘Dönemin zorluğu, normal’ dendi…Peki medya gerçek bir medya mı, mesleğinin kurallarına uyuyor mu?Bu olaylar karşısında susan milliyetçişi gerçekten milliyetçi, solcusu gerçekten solcu, liberali gerçekten liberal, dindarı gerçekten dindar mı?Hiçbiri göründüğü, görünmek istediği gibi değil.Bu sistem herkesi kirletmiş, herkesi sahteleştirmiştir, herkesi büyük bir yalanın parçası haline getirmiş.Bu üzücü bir gerçek.Ama bu gerçeğin nihayet böylesine ortaya çıkması ümit verici.Yeni bir hayata nasıl ihtiyacımız olduğunu hepimize anlatıyor çünkü.Şimdi hayal kurabiliriz.Özgür ve mutlu bir toplumun hayallerini kurmanın zamanı şimdi…
Geçen akşam sevgilisi onu terk edip çok hızlıca başkasıyla evlenen bir dostum acı içinde “çok sevmek bir kadını mı yoksa bir erkeği mi daha güçsüz yapar sence, bana göre bir erkeği” dedi.Belki kendi erkek olduğu için, belki çok acı çektiği için, belki de gerçekten erkeklerde zavallılık olarak ortaya çıkan hayattan ve kendinden vazgeçmenin, kadınlarda çok daha etkileyici durduğunu bildiği için böyle söyledi bilmiyorum ama sorduğu soru ilgimi çekmişti. Çok sevmek bir kadını mı yoksa bir erkeğimi daha güçsüz yapar?Bana kalırsa sevmek değil, kaybetmek ama özellikle kendi zihnimizde kaybetmek insanı güçsüzleştiriyor.Çünkü bu hiç birimizde pek fazla değişmiyor, birini çok sevdiğinde ya da onu çok kıskandığında ya da ondan ayrı düştüğünde, kendini tutsak onu özgür görüyorsun her defasında.Birbirinizden uzak kaldığınızda sen nefes bile alamazken onu hayatla dans ederken, başkalarıyla mutlu olmuşken, başkalarıyla sevişirken hayal ediyorsun.Şüphelerini bileyip duruyorsun.Ağrıyan dişe ısrarla dokunmak gibi sana en acı verecek, canını en fazla yakacak hayalleri kuruyorsun.Bunları neden yapıyoruz bilmiyorum ama ayrılığın ardından üzülen taraf bizsek, sadece kendimizin üzüldüğünü karşımızdakinin ise asla bizim kadar üzülmediğini düşünüyoruz.Düşünemiyoruz tersini sanki.Bizim aklımızda hep biz kaybediyoruz, o kazanıyor…Sanırım acının en temel kaynağı da bu.Acı çekerken hatta özellikle çok kıskanırken, karşımızdakini kendimizden daha mutlu zannetmemiz... Bu, insanın canını kendi acısından bile daha fazla yakıyor.Birisini çok istemek, çok sevmek her defasında ruhumuza dolanan ağır bir zincir gibi bizi güçsüzleştiriyor.Güçsüzleştikçe de öfkeleniyoruz.Ve hep çok büyük acı ile öfke iç içe oluyor ruhumuzda.Ve hep karşımızdaki daha güçlü kalıyor bizim yaralarımızın yanında.O zaman da belki de o gerçek çıkıyor karşımıza; sevmek değil ama sevdiğimizi ardından onu sevmeye devam etmek bizi güçsüzleştiriyor çünkü hiçbirimiz görmeden sevmeye razı değiliz.***Ahmet Altan’ın çok sevdiğim yazılarından biridir “İnsan Sevdiğini Görmediğinde.”Dostumun derdine reçete yazsam bu yazıyı okumasını söylerdim.Öyle de yaptım, açtım babamın Kristal Denizaltı kitabını, buldum yazıyı ve yüksek sesle ona okudum. İkimiz de ağladık, ben okurken o dinlerken…Böyle sevmeye inanıp tıpkı sizin gibi böyle sevmeyi beceremediğimiz için.***“’- İnsan sevdiğini görmediğinde aşk biter mi?- Düşünsene, Tanrı’yı bir kez bile görmedik ama onu seviyoruz.- Ama benimki o tür bir sevgi değil, Sarah.- Belki de başka bir tür sevgi yok, Maurice.’Aşk, bir insanı Tanrı’yı sever gibi sevmek mi, onu görmeden ama onu hissederek onun varlığına bağlı kalmak mı?Bir dokunuşa, bir bakışa, bir sese, bir işarete muhtaç olmadan, onu besleyecek bir bedene, bir vaade, bir ümide ihtiyaç duymadan, tek başına da sürebilecek kadar güçlü bir sevgi mi aşk?‘Sevmeye devam edebilmek için onu görmeliyim’ demeyecek kadar büyük bir iman, büyük bir bağlanma mı?Bir ruhun bir başka ruha sarılması ve bu sarılışı bir bedene gerek duymadan da sürdürebilme mi?‘Tanrı’yı sevdiğim kadar severim seni’ diyebilmek, böylesine korkunç bir bağlılığa rıza göstermek mi aşk?Hayatın içinde, insanların sevmek için görmeye ihtiyaç duyduğuna şahit oluyoruz; kaybedişler unutuşları da getiriyor; bir bedenin aracılığı olmadan bir ruha bağlılığımızı da çok sürdüremiyoruz. ’Tanrı’mız’ olmuyor sevdiğimiz; imanımızı çabuk kaybetmeye, bütün inançsızlar gibi sevgimizin sürmesi için bir kanıt görmek istemeye çok yatkınız. Ama Tanrı’ ya inananların çoğu, bir insanın bir başka insanı hiç görmeden sevmeyi sürdürebileceğine inanmıyor.Ben, Tanrı’yı inanan Graham Greene’e inanıyorum, ‘bir insan başka bir insanı hiç görmeden de sevmeyi’ sürdürür.”
Tayyip Erdoğan ile Atatürk arasında uyguladıkları siyasi taktikler açısından büyük bir benzerlik ortaya çıkıyor bence. Bu cümle Atatürkçüler için kabul edilemez, tahammül edilemez hatta affedilemez bir cümle…Fakat bunun giderek hepimiz için ürkülecek bir gerçek olduğu anlaşılıyor.Benziyorlar.Tayyip Erdoğan da tıpkı Atatürk gibi birlikte yola çıktığı herkesi siyasi alandan temizlemek istiyor ve temizliyor.Atatürk’ün 1920 ile 1930’da yanında kimler vardı diye bakarsak o 10 yılda birlikte yola çıktığı çok insanı siyasetten silmiş olduğunu görürüz. Ve sadece çocuklara öğretilen o cümle geriye kalır ‘Atatürk, bizi kurtaran adam.’Atatürk bunu tek başına mı yaptı?Bunu tek başına başarabilir miydi?Peki kimdi birlikte hareket ettiği insanlar?Pek çoğunu siyasetten sürdü çıkardı.Bugün de Tayyip Erdoğan kendisine biat etmeyen, birlikte yola çıktığı herkesi siyaseten yok etmeye uğraşıyor.Her şeyi tek başına yapan adam olarak kalmaya ve mutlak gücü ele geçirmeye uğraşıyor.İktidarın cemaatle kavgası da bana bunun uzantısı gibi geliyor.***Dün Taraf gazetesinin manşetinde Mehmet Baransu’nun yayınladığı bir belge vardı.Askerin 2004 yılında Fethullah Gülen’i bitirme operasyonuna, sivil iktidarın da imza atmış olduğunu gösteriyordu.Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Abdülkadir Aksu, Cemil Çiçek, Vecdi Gönül, Abdülatif Şener… Bugün hükümete darbe yapmaya teşebbüsden yargılanıp hapse atılan Özden Örnek, İbrahim Fırtına, Şener Eruygur ve Aytaç Yalman’la beraber Gülen’i bitirme operasyonunda anlaşmışlar.Hepsi imza atmış. O gün o belge imzalandığı için bugün kavga çıkmış değil ama o belge de gösteriyor ki iktidar dostlarına ve ilkelerine sadık davranmıyor.Başbakan sadece kendini güvende hissettiği zaman diklenebiliyor.Ondan güçlü olan ona istediğini kabul ettirebiliyor. ‘Yoldaşlarını” rahatlıkla feda edebiliyor.***Şimdi gelinen noktaya baktığımızda, iktidarın kendini güvende hissettiği çok açık.Bu güvenin sonucunda uzun zamandır ilk defa ‘yüzde elli’ kendi arasında kavga ediyor… Kavgayı da başbakan çıkarıyor.Bu kavganın sonucunun ne olacağını bilmiyorum ama başbakanın siyasi alanda tek başına kalmak istediğini görüyorum.Başarıyı kimseyle paylaşmak istemiyor, tek kalmak, tek başına anılmak istiyor.Ama bu kavganın akıllı bir kavga olup olmadığı konusunda şüphelerim var…Çünkü her kavganın sağlam bir aklı olması gerektiğine inananlardanım ben…Ama sanki bu kavga o aklı taşımıyor.***Kardeşi kralın kulağına zehir akıtıp da öldürdüğünde bütün Danimarka’nın zehirlendiği gibi, bu kavga da ‘yüzde elli’yi oluşturan herkesi hem yaralayacak hem zehirleyecek.Hamlet zehirlenmiş bir ülkenin prensiydi..Şaşkın ve kararsızdı.Şimdi bütün muhafazakarlar da sanırım biraz Hamlet gibi…‘Krallıkları’ zehirleniyor ama sessiz ve şaşkınlar. Bu kavgada hangisi kazanırsa kazansın aslında kendilerinin kaybedeceğini biliyorlar çünkü… Bu kavgadan Tayyip Erdoğan’a istediği tek adamlık çıkmayacak sanırım.2013’ün 1923’e benzemediğini sonunda AK Parti’lisi CHP’lisi hep birlikte kabul etmek zorunda kalacak.
Japon yönetmen Kurusawa’nın Kagemuşa filmindeydi, hayatta en doğru stratejinin, hamlelerini başkalarına göre değiştirmemek olduğunu söylüyordu.Başkaları ne yaparsa yapsın, sen kendi inandığın doğruyu yapacaksın…Duygusal ve düşünsel alanda minik minik birçok çekişmenin, çatışmanın hatta savaşın yaşandığı kendi küçük hayatlarımızda ‘en doğru yerde durmanın ve yerini başkalarının hamleleriyle kaybetmemenin’ çok büyük bir önemi var.Biz bunu yapabiliyor muyuz peki?Galiba yapamıyoruz çünkü bize bunun tam tersi öğretilmiş, “liderin ne yapıyorsa sen de onu yapacaksın.”***Nice insanın liderin zigzaglarının peşinden gideceğim diye ilkelerinden ve onurundan vazgeçtiğini görüyoruz bugünlerde.Belki bunun karşılığında biraz para kazanıyorlar ama insanların onurlarının ve ilkelerinin böylesine kolayca alışveriş malzemesi yapıldığı bir ülkede çürüme meydana gelmez mi?Ahlak değerleri kaybolmaz mı?İnsanların, kaybolan ahlaki değerlerin yerini yalnızca “cinsel ahlakla” doldurmaya çalışmalarının zavallılığı ile karşılaşmaz mıyız?Karşılarız ve karşılaşıyoruz.“Kızlı erkekli” meselelere akıllarını takmış olan muhafazakar kesimde başka konulardaki ilkelerin yok olduğunu üzülerek görüyor insan.“Kızlı erkekli” meselelerde ağız dolusu konuşanların diğer konularındaki utandırıcı sessizlikleri, her türlü ilkeden vazgeçişleri, bu toplumun ahlaki değerlerini güçlendiriyor mu?***Bakın son günlerde büyük bir skandalla karşılaştık.MİT, insanların “anayasal haklarını” yargıçlarla “koordineli” olarak çiğnediğini itiraf eden bir belge gönderdi mahkemeye.Avukat Ergin Cinmen bu belgeyi gün ışığına çıkardı.T24, Radikal, Cumhuriyet işin üstüne gitti.Taraf daha sonra bunlara katıldı.Ama diğerlerinden hiç ses yok.Devletin istihbarat organının, yargının bağımsızlığını yok eden yasadışı bir uygulamayla insanları dinlemesi, onların anayasanın teminatı altında olan “iletişim özgürlüğünü” paramparça etmesi “ana akım medya” denilen medyada hiç yankı yaratmadı.Bu uygulama, onların ilkelerine aykırı değil mi?Daha önce generallerin yasadışı işlemleri karşısındaki tutumlarını, yazılarını hatırlıyoruz, “ilkesel” olarak o uygulamalara karşı çıkıyorlardı.Ne oldu o ilkelere?O çığlık çığlığa bağıran kalemler niye sustu?***Liderlerinin peşinden gitmek, liderlerinin yaptığı işleri desteklemek, alkışlamak için ilkelerinden vazgeçtiler.İlkesiz insanlar haline geldiler.Liderlerinin denetimine giren devletin işlediği suçların ardına takılarak, ilkesiz bir kıvraklığın insanları oldular.Peki,bu dönem geçtiğinde ne olacak?Yitirilen ilke, onur, erdem, itibar, biriktirilen paralarla geri alınabilecek mi?28 Şubat’ın medyası onurunu ve itibarını bir daha ele geçirebildi mi?Bazı şeyleri kaybettiğinizde bir daha kazanmanız mümkün olmuyor.MİT’in insanları yargıçlarla koordineli bir şekilde insanları yasadışı biçimde, açıkça suç işleyerek dinlemesine ses çıkarmayın siz, susun, yutkunun.Paralarınızdan başka kaybedecek bir şeyiniz yok nasıl olsa.
Sayısız dershane öğretmeni ve öğrencisinden mail alıyorum. Sanırım pek çok köşe yazarı da bu maillerden alıyordur.İnsanlar üzgün ve tedirgin başlarına ne geleceğini tam bilmedikleri için.İşin bence en korkunç yanı, yüz binlerce insanı ilgilendiren bu “dershane kavgasının” aslında eğitimle ilgili olmaması, tamamen siyasi bir konu olması.Herkes bu gerçeği biliyor.Ama herkes bunu normal karşılıyor…Siyaset için bu ülkede insanların hayatlarıyla rahatlıkla oynanabiliyor,kimse yadırgamıyor bunu.***Hükümetle Cemaat arasında bir “iktidar” kavgası sürdüğü çoktan beri yazılıyor.Hükümet, Cemaat üyelerini önce “devletin” içinden sürüp çıkardı, şimdi de çemberi daraltıp Cemaatin kökünü koparıp yok etmek için hamle yapıyor.Gazetelerde yazılanlara göre yakında Cemaatin ekonomik girişimleri de baskı altına alınacakmış.Belli ki Başbakan Erdoğan “muhafazakar alanda” kendisinin dışında hiçbir gücün bulunmasına tahammül etmiyor artık.***Bir siyasi partiyle bir dini cemaatin iktidar kavgasına girmesi başlı başına tuhaf zaten ama bugün Cemaat’i temizlemeye çalışan aynı siyasi parti zamanında Cemaatin gücünden kendi iktidarı için yararlanmıyor muydu?Yararlanıyordu…Şimdi kendi “eski ortağını” silmeye uğraşıyor.***Beni asıl ilgilendiren, böyle bir kavgada “o kavgayla hiç ilgisi olmayan” yüz binlerce gençle, öğretmenin hayatının da hoyratça ve aldırmazca sarsılması.Hükümetin, “siyasi hasım” olarak gördüğü bir Cemaati “bitirmek” için eğitim gibi hayati bir alanda bile plansız programsız hamleler yapabilmesi.Son 11 yılda eğitim sisteminde tam 13 temel değişiklik yapılmış, 5 eğitim bakanı değişmiş…Siyaset ve iktidar için her şey mubah mı?Galiba mubah bu ülkede.***Cumhuriyet’in en büyük başarısızlığının eğitim alanında olduğu söylenir, Türkiye dünyanın her yanında bilgileri ve yetenekleriyle var olabilecek donanımlı kuşaklar yetiştiremedi.Eğitimi hep bir “beyin yıkama” makinesi olarak gördü.İtaatkar kullar yetiştirmek, “tek adam” yönetimini yüceltmek için eğitimi kullandı.Şimdi de Ak Parti iktidarı, eğitimi “dindar nesiller” yetiştirmek ya da rakip gördüğünü sindirmek için bir alet gibi kullanıyor.Zihniyet aynı zihniyet.***Hükümet cemaat kavgasının siyasete yansıması nasıl olacak bilmiyorum.Ama hükümetin, kaliteli insan yetiştirmek, gençleri dünya standardında bilgilendirmek, onların yaratıcılığını beslemek, yeni çağa uygun bir toplumun yolunu açmak gibi sorunları olmadığını görüyorum.350 bin öğretmen atama bekliyor… Atananlar, Avrupalı meslektaşlarına göre 200 saat daha fazla çalışmalarına rağmen çok düşük maaşlarla çalışıyorlar…Öğretmenlerin yüzde 84.7’sinin bankaya borcu varmış…Entelektüel bir uğraş olan öğretmenlik Mehmet Altan’ın o vurucu anlatımıyla uzun zamandır eprimiş memurluk haline döndü… Bu öğretmenler dünyayla yarışacak nesiller yetiştirecek…Bu mümkün mü?Gene asıl kurbanlar gençler ve öğretmenler olacak.İhtiyarların ihtirası gelip gelip hep gençleri vuruyor…
Suyun altındaki çakıl taşları gibiyiz…Hepimiz suyun altındayız, hepimiz taşız, kimimiz rengimizle, kimimiz şeklimizle birbirimize benziyoruz ama aslında hepimiz birbirimizden farklıyız.Benzer görünsek de farklıyız.Sanırım hayatın en eğlenceli yanı da bu.Hem birbirimize benzeyip hem de benzememiz.***Gerçekle yalan arasında bölünürüz çoğu zaman.Yalanımız hep daha fazla yakındır bize.Yalan olan yanımız bizim kendi seçimimizdir… Onu yapmak için emek sarf ederiz.Gerçek yanımız ise bizim aslımızdır, onu yapmaya uğraşmayız, ona ulaşmaya çalışırız en fazla.Ama sakladığımız gerçeğin içinde aslında bizi diğerlerinden ayıran yeteneklerimiz ve farklı yanlarımız vardır.Yalanımıza sarılıp gerçeğimizi gömdükçe, bizi diğer insanlardan ayıran yanlarımızı da gömmüş oluruz.***Herkesin bir yeteneği, herkesin diğerlerine benzemeyen farklı bir yönü, parçası olduğuna yüzde yüz inanlardanım ben.Belki o yetenek, o farklılık koca bir ömür boyu hiç ortaya çıkamıyor ama siz hayatınız içinde onu keşfedemeseniz bile o yetenekle doğmuş oluyorsunuz aslında.İnsanlar bende niye yok diye üzüldükleri şeyler yerine bende diğerlerinden farklı ne var diye düşünseler bambaşka hayatları olabilirdi belki de.Ama asıl mesele, sahip olduğun farklılığını korkmadan ortaya koyabilmekte sanırım.***Geçenlerde “taş teorimi” anlattığım bir arkadaşım ‘sana kesinlikle katılıyorum ama bazen kendimizi haksızlığa uğramış hissedebiliriz, çünkü bazıları var ki onlara baktığımda gerçekten hepimize haksızlık yapıldığına inanıyorum ben’ dedi…‘Kim mesela’ dedim.‘Paul Newman’ dedi. ‘Niye’ dedim.‘Yakışıklı, yetenekli ve çok özel bir karakteri var’ dedi.Ve anlattı... Paul Newman o yakışıklılığına ve yeteneğine rağmen hep zoru seçmiş, oynamayı seçtiği tüm roller hep daha özel ve zor olanlarmış…Nixon’un kara listesinin 19. sırasındaymış Paul Newman ve ‘hayatımda en çok gurur duyduğum şeylerden biri Nixon’un kara listesinde 19. Sırada olmak’ dermiş.İlk eşinden ayrıldığının günün ertesi günü Joanne Woodward’la evlenip 50 yıl ona sadık kalmış, karısına hep çok aşıkmış.Newman’s Own diye bir gıda şirketi kurmuş, yemek sosu, meyve suyu ve köpek maması… 200 milyon dolarını hayır kuruluşlarına bağışlamış. Robert Redfort ‘sadece 18 kişi çalışıyor ve yüzbinlerce dolar kar ediyor Paul’un şirketi, benim şirketimde ise yüzlerce kişi çalışıyor ama 18.000 dolar bile kar edemedik’ dermiş.Ürettiği kutuların üzerinde Paul Newman’ın kendi fotoğrafları varmış.Bir oğlunu aşırı dozda ilaç alımından kaybetmiş. Ve çocuklar yararına pek çok iş yapmış.. Elton John blue eyes şarkısını Newman için yazmış.***Bazı “taşlar” diğerlerinden daha parlak bunu kabul ediyorum.Ama arkadaşımın neredeyse “mükemmel” olarak gördüğü Newman’ın boyuyla sorunu vardı, hiçbir zaman boyunun uzunluğunun ne kadar olduğunu kimseye söylemedi.Bu “derdinin” içine de hapsolmadı, böyle bir boy kompleksini oyun yeteneği ve yakışıklılığıyla aşıp geçti.Oğlu için çektiği acı ise bütün hayatını damgaladı.Bu acıyı da, gençler için çeşitli etkinlikler yaparak, onlara yardımcı olmaya çalışarak hayatının “anlamlı” bir parçası haline getirdi, kendi acısından başkasına mutluluklar yaratmak için uğraştı.Gerçeklerden kaçmadı, gerçekleri yalanlarla aşmaya çalışmadı, üzücü gerçeklerden daha mutlu gerçekler çıkarmayı başardı.Sanırım bütün mesele, kendi olumlu ya da olumsuz gerçeklerimizden, farklılığımızı ortaya çıkaran, hem kendimizin hem başkalarının yolunu açabilecek bir sonuç yaratabilme isteğine ve gücüne sahip olmak.“Taşı” asıl parlatan bu bence.
Geçen gece, sanatın hemen hemen her dalında koşabilen, bir tür sanat dekatloncusu olan Mehmet Güreliyle müzikten filmlerden, korkulardan, aşktan, Enver Paşa’dan, Galatasaray’dan, edebiyattan, mimariden, gece acıkıldı mı ne yemek gerektiğinden, konuşmak istediğimiz ne varsa, her şeyden sohbet ettik.Uzun bir süre hiç susmadan konuştuk.Konulardan konulara çok süratli ama inanılmaz bir ahenk içinde aktık.Bir dinleyen olsa biraz tuhaf gözükecek olsak da biz çok eğlendik.Bana harika şeyler anlattı…O bunu her defasında yapar zaten, hiç bilmediğiniz, hiç ummadığınız, hiç düşünmediğiniz bir şey anlatır birden bire.Sözün bir yerinde Refik Halit’ten bahsetti.“Kitaplarına sansür uygulandığını anlatan harika bir kitap var, onu okumalısın” dedi.Sonra devam etti “Güzel Türkçe denince çok önemli adamdır Refik Halit, yanına bir de Ahmet Rasim’i koyarım, ben bunların yanında Maskeli Süvari filminden kaçmış Kızılderili çocuğu gibi kalırım.”“Maskeli Süvari ne kötü filmdi” dedi sonra… “O Kızıl derilinin adı Tonto’dur , Jonny Deep’i Tonto yapmışlar bu sefer, işi tersine çevirip bir numara yapmak istemişler ama olmamış. Don Kişot’un Sancho’su gibidir Tonto Maskeli Süvarinin yanında” diye anlatmaya devam etti.***Refik Halit’in Koca Öküz hikayesini Mehmet’in çekmek istediğini ve üzerine çalıştığını biliyordum.Koca Öküz’den bahsettik sonra.Tekrar Refik Halit’e döndük.Sürgünden konuştuk.“Yaşama gücüyle 15 yıl sürgünde direnmiş bir adamdır Refik Halit” dedi. “150’liklerdendi.”“Atatürk Refik Halit’i çok beğenirmiş , sürgündeyken ‘dön Atatürk seni affetti’ derler ama inanıp dönmez, 1938’den sonra dönüyor İstanbul’a.”Sonra “Ahmet de bunu anlatmıştı ya da yazmıştı” dedi “Piyanoya Çivi Çakmak, Refik Halit’in harika bir yazısıdır.”Babamın bunu bana da anlattığını hatırladım o an.“Piyanoya Çivi Çakmak şimdi yine yazılabilir” dedim, “hiç bir şey değişmedi sanki…”***Gerçekten de sanki Yirminci Yüzyıl hiç yaşanmadan bu topraklardan geçip gitti, 21. Yüzyıl da öyle olsun diye elimizden geleni yapıyoruz toplumca.Güya cumhuriyeti kurduk, güya demokrasiye geçtik, güya evrensel insan haklarını benimsedik, güya inanca saygılıyız, güya hukuk devletiyiz, güya insanız ama bugün bu ülkenin sorunları hala aynı yerinde duruyor.20. Yüzyılın başında bir padişah vardı, arada on padişah oldu şimdi tekrar bir padişah.Abdülhamit de hukuka inanmıyordu şimdikiler de inanmıyor.Geçen yüzyıl da gazeteciler öldürüyorlardı şimdi yasaklanıyor…Geçen yüzyılın başında Refik Halit “piyanoya çivi çakıyorlar” diye yazıyordu, bu yüzyılda da hoyratlık ve sanat düşmanlığı aynı şekilde sürüyor.Derin ve yakıcı bir küçümseme geldi bunları düşünürken içime.Nice iyi sanatçı çıkarmış bu topraklar, Yunus Emre’den bu yana nice değer gelip geçmiş ama bu hoyratlık, bu sanat düşmanlığı hep sürmüş ülkeyi yönetenlerde.Hep sanatçılara boyun eğdirmeye çalışmışlar, hep sanatçılara acı çektirmişler.Bu ülkenin siyasetine baktığınızda hep aynı yetersizliği, aynı sanat düşmanlığını görüyorsunuz.Sanat dünyasına doğru döndüğünüzde ise umutlanıyorsunuz.Mehmet Güreli ile konuşmak beni umutlandırdı, sevindirdi.Mümkün olsa da her gün on beş dakika bir televizyon kanalında sanattan, edebiyattan, müzikten, sinemadan konuşsa Mehmet Güreli, duyguları, sanat tartışmalarını kışkırtsa...On beş dakikalığına, başka bir ülke olsak onun anlattıklarıyla.