Bunları geçen gün Mehmet Altan söylüyordu:“Bu ülkede darbeciler darbecilere, darbeler darbelere benziyor.’ Gerçekten de bugün yaşanan dincilerin sivil darbesinin laiklerin askeri darbelerinden hiç bir farkı yok.Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ‘yolsuzluk ve rüşvet’ iddialarının üzerini örtmek için açıkça sivil darbe gerçekleştirdi.Güçler ayrılığı tamamen ortadan kalktı, yargı yürütmenin emrine girdi, mahkeme kararları uygulanmadı, anayasa ihlal edildi.Ülke anayasa ve yasalara göre değil, iktidarın isteğine göre yönetiliyor artık…Suç işlemiş herkes hükümete göre komploya uğrayan iyi çocuk…Fakat korkarız ki Başbakan yakında bunu kendisi için de söylemek zorunda kalacak ‘ben aslında iyi bir çocuğum’…***‘İyi çocuk’ lafı nasıl da gözlerimizin önünde yaşanan Şemdinli olayını yok saymamızı isteyen, bomba atan ve kurşunlayan askerlerin ‘iyi çocuklar’ olduğunu, savcının da ‘komplo’ yaptığını iddia eden 27 Nisan darbesinin sorumlusu Genelkurmay eski başkanı Yaşar Büyükanıt’ı hatırlatıyor değil mi? Şimdi aynı numara ve taktikleri siyasal iktidar yapıyor.Düne kadar darbecileri yargılamaktan, askeri vesayeti kaldırmaktan en büyük hazzı alan hükümet aniden birilerinin ‘milli orduya’ kumpas kurduğundan söz ediyor…Rüşvet ve yolsuzluklarını örtmek için darbecilerden medet umuyor…Ergenekon yok, Balyoz yok, darbe planları yok, internet andıçları yok, askeri vesayet yok onlara göre artık…Canları istediklerinde övünecekleri, canları istediğinde milli orduya kumpas kurdular diyebilecekleri önemsiz bir olay onlar için hukuk ve demokrasi.***Hükümet doğuda Kürtlerle batıda askerlerle anlaşırsa bütün bu yolsuzluk suçlamalarından ve hukuku hiçe saymaktan kurtulabileceğini sanıyor… Planını buna göre kuruyor…Ama ben ne Kürtlerin ne askerin hükümet kadar ‘çocuksu’ düşündüğünü sanmıyorum…Hükümet şu an her türlü beladan kurtulmak için elinde ne varsa ‘sonra alırım ben bunlardan geri’ diyerek dağıtıyor ama bugünleri hesaplayamadıkları gibi yarını da ölçemedikleri için Türkiye’yi nereye sürüklediklerini fark etmiyorlar. ‘Kenan Evren geri geldi’ dedi geçen gün bir arkadaşım gülerek…Çok haklıydı, yasaların bu kadar yok sayıldığı bir düzende askerden başka gidecek yer kalmıyor tabii..Tayyip Erdoğan’ın demokrasiden ve AB standartlarından vazgeçtiği gün sorun başladı bu ülkede aslında…Gezi her şeyi görünür yaptı…Dershane kavgası kirliliği saklayan örtüyü kaldırdı…***Dürüstçe ve net çizilmiş bir tablo bu. Bugün çeşitli nedenlerden dolayı iktidarı savunmaya çalışanlar da durumun farkındalar sanıyorum.Bu siyasi tablonun tabii bir ekonomiye yansımaları var, dolar hızla yükseliyor, dolarla borçlanan şirketlerin büyük bölümünü çok zor günler bekliyor.Dışarıdan para akışı yavaşlıyor.Siyasi istikrarsızlık şimdi çok övündüğümüz ekonomik istikrarı da sarsmaya başladı.İktidarın bugünkü politikasını sürdürmesi halinde ekonominin kalıcı hasar yaşayacağını söylüyor uzmanlar.***Basit bir soru var.İktidarın yaptıklarını desteklemek ve bunun devam etmesine yardımcı olmak gerçekten Türkiye’nin yararına mı?2015’e siyasi ve ekonomik bir çöküntü içerisinde girersek, bugün yapılanları destekleyenler bu çöküntünün kendilerini etkilemeyeceğini mi sanıyor?İktidar girdiği yoldan dönmezse hepimiz birden bir karanlığa gömüleceğiz.Yazık olacak bu ülkeye…Gerçekten yazık olacak…
Tek cümlelerle konuşuyorlar. Bir cümle söylüyorlar, sonra hep aynı cümleyi söylüyorlar…Başka bir şey söylemiyorlar. İkinci bir cümle yok artık hayatlarında.Hayat onları tek bir cümlenin içine hapsetmiş sanki, oradan çıkamıyorlar.Koca bir hayatı tek cümle içinde yaşayan insanları gördükçe iki cümle yan yana kuramadan yaşanan hayatların katılığını, kötülüğünü, huzursuzluğunu fark ediyorum…İki ayrı fikir, iki ayrı duygu, iki ayrı istek, iki ayrı yanılgı bir hayatın, bir aşkın, bir dostluğun, bir düşmanlığın içinde olabilir.Ama bazılarına göre olmuyor bu…Kendi mevzilerinde öyle katılaşıyorlar ki başka hiçbir cümleyi cümlelerinin içine alamıyorlar.Bu bizi tek boyutlu, katı, sevgisiz, hatta zalim, dünyayı süzemeyen, başkalarına rahat haksızlık yapan tatsız biri yapıyor.Ben hayatı çok cümleli seviyorum.***Bugünlerde toplumca yaşadığımız bu sürüklenme de bu tek cümlelik sığlıktan:Ben haklıyım!Sadece ben yalan söyleyebilirim!Benim dediğim doğru!Sen yanlışsın!Her şey benim hakkım!Ne derlerse desinler, hangi konudan konuşurlarsa konuşsunlar bana karşılarındakini duymadan, görmeden hep böyle şeyler söylüyorlarmış gibi geliyor.Sizde de böyle bir duygu uyanmıyor mu?Tek boyutluluk, tek cümlelilik, akılsız, sevgisiz, ahlaksız bırakmıyor mu bütün toplumu?***Kötürümler savaşı yaşanıyor.Kötürümler pistin başında tek cümleleri ile dövüşürken pist de boş kalıyor ve tabii ‘o pistte biz koşarız’ diyenler çıkıyor.Eskiden “etkili çevreler” denirdi generallere, işte şimdi o etkili çevreler yine daha önce kaldıkları yerden aynı tek cümleleriyle piste çıkmak istiyorlar.Eski usul bildirileri yayınlamaya başladılar bile.Son günlerin moda lafı “kumpas” onları piste sokmaya yetti.***Belki de kumpas kuruldu ama bu, hayatımızda olması gereken ikinci cümleleri yok eder mi?Kumpas kuruldu peki yolsuzluk yapıldı mı yapılmadı mı?Kumpas kuruldu peki askerler darbe yapmak için kendi içlerinde örgütlendiler mi örgütlenmediler mi?Seminerdeki Çetin Doğan’ın ses kaydı, Özden Örnek’in günlüğü Dursun Çiçek’in açıklamaları var mı yok mu?“Kumpas kuruldu” tek boyutlu haliyle sadece “insanlara haksızlık edildi” manasına gelebilir mi, yapılanlar ne olacak, darbe girişimleri ne olacak, planlar ne olacak, faili meçhuller ne olacak, “yeni Türkiye’nin” hayatımıza yeniden soktuğu korkunç yolsuzluklar ne olacak?Bir kumpas lafıyla hem Ak Parti yolsuzluklarından, yalanlarından hukuk dışılığından sıyrılacak, hem asker pür-i pak olacak.“Tek cümle” ile hayat sığlaştırılıp, bütün suçlar silinecek.Sizin içinize siniyor mu bu?***Hayat çok cümlelidir bana sorarsanız…Kumpas olabilir, darbe girişimi de olabilir.Kumpas olabilir, yolsuzluk da olabilir.Dürüst olanlar bütün cümleleri birlikte söylerler.Tek cümlelerle hayatın sığ bir yalana çevrilmesine izin vermezler.
Oliver Stone’un yönettiği, Michael Douglas’ın oynadığı “Borsa: Para Asla Uyumaz” filminde bugünlerde sık sık hatırladığım bir söz vardı. Hapse girmiş çıkmış olan ünlü bir borsacıyı oynayan Michael Douglas, bir okulda yaptığı konuşmada “krizle” ilgili şöyle der, ‘ekonomik çöküşün ilk kabarcığı inşaat sektöründe görülür.’ Gerçekten İspanya’nın da Amerika’nın da inşaat sektörüyle krize girdiğini görmüştük, filmin kahramanı hayatla ilgili bir gerçeği söylüyordu. Ali Ağaoğlu’nun durduk yerde Savcı Öz’le ilgili yaptığı açıklama bana o filmdeki o sözü hatırlattı.Ağaoğlu, bir savcıya “hediye-rüşvet” karışımı bir Dubai tatili ayarladığını ısrarlı bir üslupla medyaya açıkladı.Hem Öz’le hem kendisiyle ilgili birçok soru işareti yarattı.Öz hakkında HSYK’da soruşturma açıldı.Bu “tatili” ona soracaklar.Ağaoğlu ise daha büyük bir sarsıntıya neden olabilir.Eğer bu “hediyeyi” açıklayacak kadar dürüstse neden o “hediyeyi” verdi, o kadar dürüst değilse neden açıkladı?“Güvenin” önemli olduğu bir sektörde Ağaoğlu her durumda “güvenilirliği” ile ilgili ciddi kuşkular yarattı.*** Fakat iş burada bitmiyor ki... Bu kuşkunun iş hayatına yansımaları olma ihtimali de az değil. Ağaoğlu yaptığı evlerin önemi bir kısmını yabancılara satıyor, zaten bir soruşturmanın parçası durumunda, üstüne bir de bu açıklama gelince bu durum inşaat sektörünün en önemli isimlerinden biri olan bu şirketin satışlarına nasıl yansıyacak?İnşaat sektörü bundan nasıl etkilenecek? Etkilenecek mi? Çevremizde gördüğümüz hızla büyüyen inşaatlar gerçekten “konut ihtiyacını” mı karşılıyor yoksa özellikle yabancılar tarafından “yatırım” amaçlı mı alınıyor? Uzmanlar bunların daha çok “yatırım amaçlı” alındığını söylüyor. Peki, bütün bu siyasi çalkantılar, ekonomik sorunların üstüne bir de “güven” bunalımı eklenirse yabancıların bu “yatırım” iştahı devam eder mi? Yoksa Ağaoğlu ciddi bir darbe mi yer? O darbe yerse sektörün diğer unsurları bundan nasıl etkilenir? Der Spiegel aylar önce ürkütücü bir yazı yayınlamıştı. “Yabancı sermaye Türkiye’den kaçıyor ve balon inşaat sektöründe büyüyor” diye. İnşaat sektöründe balon büyüyor mu? Bu olaylar, balonun patlayacağı yolundaki işaretler mi? Eğer inşaat sektöründe her şey yolundaysa, bu soruşturmalar, bu “hediyeler”, bu açıklamalar ne? İlk kabarcıklar mı?*** Toplumun belkemiği çatladı. Ağaoğlu meselesi bu çatlamanın bünyede yarattığı sarsıntının sadece bir parçası. Yargı bağımsızlığının yok olduğunun bizzat Meclis Başkanı tarafından açıklanması, devletin içinde “çete” olduğunun başbakan tarafından söylenmesi, hükümetin ve polisin mahkeme kararlarını dinlememesi, her yerden rüşvet ve yolsuzluk fışkırması sadece devletin değil bu toplumda ahlakın da çöktüğünün göstergeleri. Güvenilecek ne bir kişi, ne bir kurum kaldı.*** Üstelik “dindarlık” da büyük bir yara aldı.Hükümet ve Cemaat kavgasında söylenenler, yapılanlar, dindar iki grubun birbiri için ileri sürdüğü suçlamalar “dindarlığı” da “güvenilmezler” arasına soktu. Ben şahsen artık dindarlara hiç bir konuda güvenmiyorum. Hâlâ “niye güvenmiyorsun” diyecek biri çıkarsa ona Bernard Shaw’un o anekdotunu anlatmak isterim. Gençliğinde müzik eleştirmenliği de yapan Shaw’u iki çok ünlü tenoru dinlemek için davet etmişler. Tenorlar aryalarını söyledikten sonra davet sahibi Shaw’a “nasıl buldunuz” diye sormuş. Shaw da, “biri öküz gibi böğürdü, diğeri tavuk gibi gıdakladı” demiş. ‘Aman üstat bunlar çok yetenekli operacılar nasıl olur’ demiş adam. “Ben” demiş Shaw, “bu işi en iyi bildiklerine inandığım iki kişiye, bu iki tenora sordum, onlar da birbirleri için bunları söyledi.” “Dindarlara niye güvenmiyorsun” diye soranlara benim cevabım da aynı, “bu işi en iyi bilen dindarların birbirleri hakkında söylediklerini dinledim. Onlar böyle söylüyorlar.”
Bundan iki bin yıl önce yaşamış bir filozofa göre felsefe insanların hayretinden doğmuş.İnsanlar kendi varoluşlarına öyle şaşırmışlar ki, felsefi soruların çoğunluğu kendiliğinden ortaya çıkmış o filozofa göre.Felsefenin insanların hayretinden doğması fikrini çok sevmiştim bunu okuduğumda.Norveçli felsefe öğretmeni Jostein Garder’ın 39 yaşındayken yazdığı ve tüm dünyada büyük ses getiren romanı Sofie’nin Dünyası kitabını hatırlarsınız…Çocuklara ve gençlere felsefeyi sevdirmek için yazdığı roman.Orada okumuştum bunu.İnsanlığın bir sihirbazı seyreder gibi insanlığı izlemesine ve kendi hayatına şaşırmasına bayılmıştım. Hepimiz için hayat hala sihirbazın bir dakika önce bomboş olan silindir bir şapkadan tavşan çıkarması kadar akıl almaz bir şeydir aslında…Ne ne olacağını, ne niye olacağını, ne nasıl olacağını biliriz.Hiçbir şey bilmeden hayatın gidişatını izler, hayatın iyi ve kötü sürprizleriyle hayrete düşeriz.Ne neden yaratıldığımızı biliriz, ne neden yok olduğumuzu, ne neden bütün bunları yaşadığımızı...Hayret eder, sorular sorar, cevapları ararız.Hayretimiz felsefeyi, merakımız bilimi yaratır.***Şimdilerde ise hayat karşısında duyduğumuz hayret beni eğlendirmez oldu.Ne değişti acaba, ne değişti de felsefeyi bile yaratan o masum şaşırma, hayatlarımızın en ağır tecrübeleri haline dönüştü?Galiba “iyi” sürprizler kayboldu…Hep kötü şeyler oluyor ve nedenlerini açık bir şekilde görebiliyoruz.Hayat sığlaştı ve kötüleşti.Hayata hayret edebilmek bile bir lükse dönüştü, sadece insanların nasıl bu kadar akılsızlaşabildiklerine hayret ediyoruz artık.Kötülüğün aptallıkla bu kadar buluşmasına şaşırıyoruz.***Ama niye bu hale geldiğimizi hepimiz biliyoruz.Öyle değil mi?Buna şaşırmıyoruz…Güç kazanan insanların delirmiş ihtirasları ve hayatın akışını kontrol edebileceklerini sanmaları toplumu şirazesinden çıkarıyor…Çürümüşlüğün en büyük nedeni olan darbe, gene gelip bağdaş kuruyor hayatımızı belirleyen ihtimaller arasına sanki…Siyasi iktidarın niyetinin bu olduğunu düşünüyorum artık, yaptıkları açıklamalara bakınca.İktidar çıldırması, bütün ülkeyi bir deliler evine döndürüyor.Polisler mahkeme kararlarını dinlemiyor, devlet yok oluyor, ülke “gücü gücü yetene” kanunun geçerli olduğu bir cangıl haline geliyor.“Niye böyle yapıyorlar?” sorusunun cevabı artık sadece “İktidara aşık oldular” oluyor…Öyle olunca da, felsefi sorular yaratacak bir derinliği de kalmıyor hayatın ne yazık ki.***İnsanlığın o harikulade hayretinden, “Neden varolduk?” türünden sorularından, hayatın felsefi derinliğinden çoktan koptuk.Sadece yarını merak ediyor, sadece yarın için endişeleniyoruz.Ne geçmiş kaldı, ne gelecek.Bugünün vahşi sığlığı, geçmişi de geleceği de parçaladı.Elimizde sadece bugün ve “Niye bu kadar aptalca davranıyorlar?” sorusu kaldı…
Bazen öyle bir şey anlatmak istersiniz ki, kaleminize üşüşen kelimeleri sıraya sokmakta zorlanırsınız…Hangisini seçeceğinizi bilemezsiniz…Hepsi önce kendisinin yazılmasını ister, telaş ve heyecan vardır hepsinde.1 Ocak sabahı mimar Emre Arolat’ın yaptığı, camiye benzemeyen camii görmeye gittim.İşte o camii anlatmak için bilgisayarın başına oturduğum andan beri kelimelerin yarışı var içimde…Nereden başlayayım, nasıl anlatayım karar veremiyorum.Gördüğüm şey beni öyl etkiledi ki kelimelerime yetişemiyor anlatmak istediklerim sanki…***Emre Arolat’ın bu camii Uluslararası Mimarlar Festivalinde, ki mimarlar Oscar’ı olarak anılan bir festival bu, en iyi dini yapı ödülünü almış.Festivalin Seçici Kurulu, “ışık ve maddenin en saf şekilde ortaya konduğu bu yapının iç mekanında hissedilen sükunet ve arınmışlık duygularından çok etkilendik” demiş.Zaten Sancaklar Camii’nde sizi karşılayan iki çarpıcı şey var bana sorarsanız…Birincisi, öyle görkemli kubbeleri, sütunları, tavandan sarkan büyük avizeleri bulunmaması, tam aksine yerin altına saklanması, doğal ve loş bir ışıkla aydınlanması, içindeki tek süsün güzel bir Vav harfi olması.Diğeri de camiye benzemeyen bu yapının belki diğer tüm camilerden daha fazla arınmışlık ve huzur dolu olması.O huzur ve arınmışlık duygusu insanı gerçekten derinden sarsıyor.O mabedin içinde ‘yok olmak’, içeri sızan gün ışığına, taş duvarların sessizliğine karışmak, oranın hep orada kalacak bir parçası olmak istiyorsun.İçeri girdğim anda artık oraya aittim…***Projenin sahibi işadamı Ethem Sancak aklındaki farklı camiyi sanırım çalışabileceği en iyi mimarla yapmış.Emre Arolat: “Doğrusu İslam felsefesi ve ibadet mekânları uzun süredir ilgimi çeken bir konu. Daha önce yaptığım araştırmalar, okumalar vardı ama bir cami projesi söz konusu olunca bunları tazelemek ve hatta biraz da genişletmem gerekti. O yüzden Sancaklar Vakfı böyle bir işi istediğinde biraz beni beklemeleri gerekeceğini söyledim. Onlar da anlayışla karşıladı. Aylarca tasarım grubu olarak derinlemesine bu konuyu tartıştık. Bilgi sahibi olduğunu düşündüğümüz derinlikli makaleler üzerinde çalışmalar yaptık. Bizim yaptığımız projeler içinde hayli küçük ölçekli sayılabilecek bu yapının tasarımına başlamadan önce çok uğraştık. Namaz ibadetinin olması gerektiği gibi ve huşu içinde gerçekleştirilebilmesi için bu mekânın nasıl bir hissiyat üretmesi gerektiği üzerine çok uzun tartıştık. Neticede ortaya çıkan mekânın böyle bir işlevi yerine getirebilecek niteliklerde olması beni çok sevindiriyor.” diye anlatmış yaptığı eseri.***Cami, hafif meyilli boş arazi içinde iddiasız bir şekilde yükselen birkaç taş duvar ve ilk bakışta bir nevi yüksek baca ya da anıt mezar intibaı veren bir taş kule görüntüsüyle başlıyor.Bir sır gibi saklı aslında.Ne bulmanız ne de gördüğünüzde kolayca anlamanız mümkün.Sanki camii yapılmamış da hep orada, o yerin altındaki girintideymiş gibi toprağın içine yerleştirilmiş.Tabiatın bir parçası olmuş. Işığı da öyle zaten, loş bir gün ışığı.Saygısını, hayal gücünü sonuna kadar zorlayıp en sadesini bularak gösteren bir yaratıcılık, insanı sarıp sarmalayıp içine alıyor.Camilerde loşluk, dini geleneğimizde pek önde gelen tercihler arasında değildir diyor kimileri, ben Sancaklar Camii’nde kullanılan gün ışığının oradaki huzuru arttıran nurlu bir ışık olduğunu düşündüm.***Tanrı, inananlar için her yerdedir.Ama ben Sancaktar Camii’nin düz beyaz halılarına dua etmek için oturduğumda, Tanrı’nın varlığının tevazu ve teslimiyet içinde daha iyi hissedildiğini düşündüm.Tanrı’nın süse ihtiyacı yok, o süsler hep insanlar için…Loş bir ışık, dört taş duvar, derin bir sessizlik yeter bence arayana.Ne bulacaksan, onu o yalınlıkta bulacaksın… Tanrı hepimizin dualarını kabul etsin..
Zamanı anlatan en güzel cümlelerden biridir, Roma’daki katedrallerin kapısındaki saatin üzerindeki Latince söz...Geçip giden dakikaları tarif eder;Vulnerant omnes, ultima necat.“Her biri yaralar, sonuncusu öldürür.”Dedem söyler bunu, “belki de tüm kutlamalar, Noel ve Yılbaşı şenlikleri o Latince sözü unutmak içindir” diye. Zaman bize “sonuncusunu” hiç getirmeyecekmiş gibi zamanı unutmaya çalışma çabasıdır çünkü hayat…Bunun için uğraşır dururuz.***Dün gece de belki de pek çoğumuz, şanslı olanlarımız aslında, 2014’ün gelişini kutlamak ve geride kalan dakikaları unutmak için şenliklere bıraktık kendimizi…Sabahlara kadar zamanı unutmaya çalışanlar, ense köklerinden başlarına doğru bir ağırlık, içki sigara depreminden geçmiş hasarlı bir mide, uykusu az bir geceden yorgun çıkmış bir gövdeyle yılın ilk gününde gemi enkazı gibi bir koltukta oturuyordur şimdi.Biten bir yılı azgın eğlenceyle yolcu edip, yeni yılı bitkin bir sabahla karşılamanın biraz bir tuhaf bir gelenek olduğunu düşünüyordur belki de bir koltukta öyle kıpırdamadan dururken.Pek çoğumuz yeni bir yıla böyle uyanmışızdır büyük bir ihtimalle…Öyle yazı falan okuyacak halimiz de yoktur..Akşam olsa da yatsam diye geçiriyoruzdur içimizden...Belki de bütün gün uyuyacağız zaten.***Geçmiş yılın son gecesindeki şenlik, yeni yılın ilk sabahında pek yaşanmaz çünkü ne yazık ki... Gazetede yazı yazan biri için de en tatsız gün yılın son günüdür.Yazdığın yazının ertesi gün “yılbaşı yorgunu” insanlar tarafından pek de okunmayacağını bilirsin de tam ne söyleyeceğini bilemezsin.Ama yine de yeni yıl yeni bir umuttur...Zaten bütün o gürültü patırtı, televizyon şenlikleri, dansözler, havai fişekler, çılgın partiler, içkiler bir umut tazelenmesinden geçmek için değil mi?İnsanların hep peşinde koştuğu mucize bu değil mi zaten, ‘taze bir başlangıç’.Yeni yıl da taze bir başlangıçtır.***İşte 2014 geldi…Kötü biten bir yılın ardından yenisine başlıyoruz.Bu gelişmemişlikten, hukuksuzluktan, toplumu bölen nefret dalgalarından, zorbalıklardan kurtulmayı umut ediyoruz.Bunun zor olduğunu biliyoruz ama...Mucizeler beklemek için en uygun zaman “yeni yıl”dır, onu da biliyoruz, onun için bir mucize umuyoruz bu gelen yıldan.Umarım gerçekleşir.Umarım güzel bir yıl geçiririz.Umarım tüm mucizeler gerçek olur…
Size benzemeyen bir adamı ya da kadını sevebilirsiniz ama ölçüleri sizinkine benzemeyen bir adamı ya da kadını kolay kolay sevemezsiniz… Düşünceleri sizinkine benzemeyenlerle değil benzer seviyelerde olmadıklarınızla anlaşamazsınız…. Öyle değil mi?Özellikle kadınlar, erkeklere biraz daha fazla bu gözle bakar…Geçen sabah yürüyüş yaparken bir hanımefendi önümü kesti… Ki bu günlerde sabah yürüyüşlerinin, manav alışverişlerinin, kuaför sohbetlerinin hatta aşkın bile konuları giderek değişti, gerçi birkaç yıldır giderek değişiyor konular ama şu son 10 gündür neredeyse başka hiçbir şey konuşulmuyor gibi…Cemaat mi haklı, hükümet mi bu kavgada?Paraları çaldılar mı, çalmadılar mı?Çok yeni laflara pek rastlayamıyorum bu konuşmalarda, herkes kime kızıyorsa onun karşısındakini tutuyor… Ötekinin ‘ölmesini’ istiyor. Ama geçen sabah duyduğumda önce güldüğüm, sonra da üzerinde uzun uzun düşündüğüm bir şey oldu.Önümü kesen hanım efendi bana ‘Sanem Hanım, ben ne Tayyip Erdoğan’ı, ne Fetullah Gülen’i destekliyorum, kesinlikle haklısınız taraf olmamız çok saçma, ikisi de çok kötü. Ama size bir şey söyleyeyim mi, böyle kavga eden erkekleri beğenmez zaten kadınlar… Beğenmediler mi de desteklemezler’ dedi gülerek.Hepimiz güldük.Sonra ben arkadaşıma döndüm‘ne kadar doğru söylüyor, böyle kavga eden erkekleri beğenmez kadınlar gerçekten. Erdoğan’ı destekleyen kadınların oyu düşüyor mu, çıkıyor mu acaba şimdi merak ettim’ dedim.O da bana ‘ben kavga eden erkek sevmem ama kavga edeceksen, savaş çıkartacaksan, dövüşeceksen, her şeyden önce yenilmeyi de yenmeyi de bileceksin… Yoksa dövüşmüş sayılmazsın, çocuk gibi tepinmiş olursun. Kadınlar kahraman sever’ dedi.Gerçekten de hiçbir kitapta düşmanının ölümünü parmaklarını şıklatarak, havalara zıplayarak kutlayan, kendi yenilgisini bağırış çağırışla, küfürlerle karşılayan bir kahraman görmedim ben. Hiçbir filmde, aslında hayatta da öyle ya, bu tarz bir erkeğe delice aşık olmuş bir kadın da görmedim. Adını hayatından önemli bulan, düşmanlarını kendisi kadar önemseyen kahramanlara ve onlara çok aşık kadınlara rastladım sadece.Belki de o yüzden filmleri ve kitapları hayatın kendisinden hep daha fazla sevdim. O adamları ve o kadınları takip ettim hayatım boyunca.Horoz dövüşlerine benzer düşmanlıkları ciddiye almadım. Kolay kazanılan galibiyetlerle övünenleri kahraman olarak görmedim. Böyle adamları seven kadınların aşk acılarına aldırmadım. Benim kadınlarım ve benim adamlarım her zaman adını hayatından önemli bulan, ölmekten korkmayan, yenildiğinde onuruyla yenilen, yendiğinde vakur olabilen insanlardı. Gerçek hayatın sığlığına bir türlü alışamadım o yüzden. Kitaplar ve filmler, zekanın ve zarafetin çekiciliğini gösterdi bana. Nerede bir hamlığa rastlasam, gerçek bir kahramana rastlamadığımı da anlarım o yüzden.Kendi yenilgisine ağlamayan, düşmanının yenilgisine gülmeyen adamlardan kahramanlar çıkıyor. Kadınlar o adamlara tutkuyla aşık oluyor.Hiçbir kadın düşmanını pusuyla yenen bir adamı sevmez bana kalırsa…Kadınlar düşmanıyla göz göze savaşanları, mağlubiyetini de, galibiyetini de olgun bir gülümsemeyle kabul edenleri sever.Bizim hayallerimizdeki erkekler çıkarları için kavga eden değil, haklı olduklarına inandıkları için savaşan erkeklerdir.İsimlerini, inançlarını, onurlarını çıkarlarından daha kıymetli gören erkeklerdir.Öyle erkekler az ama varlar.Bu eğilip bükülen, bir günlük çıkarı için geçmişinden ve geleceğinden vazgeçen, bütün ilkelerini pazara çıkarıp satan, adını lekeleyen kirli erkek kalabalığında kadınların bunaldığını hissediyorum.Onun için çok merak ediyorum kadınların sıkılmışlığı siyasete nasıl yansıyacak acaba diye.
Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen öylesine birbirlerine kilitlenip, ortak bir düşmanlığın içinde birbirlerine karıştılar ki artık kaderleri de birbirlerine yapıştı bence.Kim kazanırsa kazansın, ikisi de kaybedecek.En azından yaşanan olaylara baktığımda benim hissettiğim bu.Kazananı olmayan o dipsiz kuyuya düştüler beraber.Kavgaya devam ettikçe biri kazanıp diğeri kaybedecek gibi gözükse de, bence iki insanın ortaklaşa yok oluşunu izliyoruz.de daha önce başka insanların hayatlarının mahvolmasına aldırmadığından, toplum da ikisinin yaşadıklarını fazla üzülmeden seyrediyor.Bu kavganın en kötü tarafı seyredeni de öldürmesi aslında.Onlar yok olurken biz de kendimizin öldüğünü fark edemiyoruz.Yaşayanın yaşarken fark edemediği bu minik trajedilerden birini yaşıyoruz, bu kavgada taraf oldukça biz de yok olacağız.***Hükümetin lideriyle bir cemaat lideri tutkuyla birbirlerini yok etmeye çalışıyorlar.Bütün tutkularda olduğu gibi kendi ihtiraslarıyla körleşip gerçeklerden kopuyorlar, yalnızca tek bir hedefe, düşmanı yok etmeye doğru yürüyorlar.Düşmanıyla beraber kendilerini de, onları destekleyenleri de yok etmekte olduklarını sezemiyorlar.Bu kavgada galip gelen de mağlup olanla beraber kaybolacak aslında.Bunu göremiyorlar.Ellerindeki hançerlerle rakiplerine vurup ondan bir parça kopardıkça kendilerinden de bir parça kopuyor ama kavganın heyecanından bunu hissetmiyorlar.Vahşi bir dövüş bu.Bu kavgada taraf olmanın nasıl bir yararı olabilir ki bize...Nedense pek çoğumuz taraf olmayı tercih ediyoruz ama birbirlerinden bir farkları varmış gibi gelmiyor bana ne yazık ki...***Hangisi kazansa biz kaybediyoruz.Onca zaman bilmiyorlar mıydı bugün birbirleri hakkında söylediklerini... Birinin yaptığı yolsuzluklar, diğerinin devlet içinde kadrolaşması sır mıydı onlar için?kazanmak için konuşmak, zamanında sustuğunu unutturabilir mi bize?Unutturmamalı.Bütün her şeye göz yumacaksınız karşılıklı, sonra birbirinizle kavga edince de bize şikayet edeceksiniz.Onca zaman sustuğunuzu biz nasıl görmezlikten geleceğiz peki?Siz konuştukça ben sizin dost olduğunuz zamanki sessizliğinizle nasıl küçülüp yok olduğunuzu duyuyorum...Ak Parti bu kadar kirliyse, Cemaat bu kadar “çeteciyse” bunu neden şimdiye kadar söylemediniz?Hangi pazarlığın, hangi anlaşmanın karşılığı olarak yaptınız bunu?***Birbirlerini yeneyim derken tüm maskelerini attılar, artık bunu saklamaya bile uğraşmıyorlar farkındaysanız...Gördüklerimiz ise dehşet verici.Aslında ortada bir devlet olmadığını, büyük yolsuzluklar, paylaşım kavgaları yaşandığını, yargının hukuktan koparıldığını, hukuka hiç aldırılmadığını öğreniyoruz.Biz nerede, nasıl bir toplumda yaşıyoruz?Hangimizin güvencesi olabilir mi böyle bir yerde?Bütün bu yaşananlar bize bu devleti yeniden oluşturmamız gerektiğini, sağlam bir temel kurmamızın kaçınılmazlığını gösteriyor.Bu korkunç ve bir anlamda acıklı kavganın tek yararı, bugüne kadar gizlenen her şeyi bu sefer bütün açıklığıyla görmemiz, ne yapmamız gerektiğini açıkça anlamamız sanırım.Bunun gereğini yapamazsak bir daha belimizi düzeltemeyeceğiz korkarım.