Ben korkarım… Bazen hayattan korkarım, bazen sevdiklerimi kaybetmekten korkarım, bazen acı çekmekten korkarım, bazen korkarsam diye korkarım.Ama korkularıma esir olmam, en azından olmamaya çalışırım.Cesaret, korkmamak değildir, korkunun üzerine gitmek, yapman gerekeni bazen korkuna rağmen yapmaktır.Ben buna inanırım.Korkunun da cesaretin de gerekli olduğunu bilirim.Korku bir canlının varlığını sürdürmesi için ihtiyaç duyduğu temel duygulardan biridir.Korkmamız, hayatta kalmamızı sağlar.Korkmamak, tehlikeyi algılamamak bizi ölüme götürür.***Bugün bütün Türkiye korkuyor.Geleceğinden korkuyor, hukuksuz bir ülkede yaşamaktan korkuyor, güvencesiz olmaktan korkuyor, ekonominin altüst olmasından korkuyor, fakirleşmekten korkuyor, özgürlüklerini kaybetmekten korkuyor, yaşamına karışılmasından korkuyor.Korkuyor ve bu korkunun üstesinden nasıl geleceğini bilemiyor.***Korkan sadece sıradan insanlar değil.Ülkenin yöneticileri de korkuyor.Onların korkuları bizimkinden farklı. Onlar gerçeklerin ortaya çıkmasından korkuyorlar, yargılanmaktan korkuyorlar, seçimde oylarını kaybetmekten korkuyorlar.Bu korkudan kurtulmaları için açık olmaları, hukuka saygılı olmaları, insanlarına dürüst davranmaları gerekiyor ama onlar bunun yerine “düşmanlar” yaratmayı tercih ediyorlar.Her şeyi mükemmel yaptıklarına kendilerini inandırıyorlar ve düşmanlarının kendilerine kötülük ettiğini söylüyorlar.Bu iddia, gerçekleri değiştirmeye yetmediği için de korkularının üstesinden gelemiyorlar.***Aslında bizim toplum olarak korkularımızın kaynağı, yöneticilerin görmek istemedikleri gerçekler.O gerçekler sürdüğü sürece biz korkmaya devam edeceğiz.Yöneticiler, korkuların kaynağı olan gerçekleri görmek istemedikçe de bizi korkutan gerçekler varlıklarını sürdürecekler.Hep birlikte bir korku sarmalının içinde kalacağız, birbirine çarpa çarpa büyüyen korkuların arasında ezileceğiz.***Peki, bu koruların üstesinden gelip cesaretle gerekeni yapabilecek miyiz?Yöneticilerin bunu yapamayacakları anlaşılıyor.Onlar korkunun kaynağı olan gerçekleri düzeltmeyi değil “düşmanlarını” yok etmeyi tercih ediyorlar.Biz ne yapacağız?Yöneticilerin peşinden gidip gerçekleri görmezden mi geleceğiz yoksa gerçeklerin değişmesi için üstümüze düşeni cesaretle yapacak mıyız?Hep birlikte dürüstlük, açıklık, özgürlük, eşitlik, barış, adalet talep edebilecek miyiz?Haklarımıza sahip çıkabilecek miyiz?Kendi ülkemizin sahibi olabilecek miyiz?***Korku, gerekli ve doğal bir duygu.Yaşamaya devam edebilmek için cesaretle davranabilmek de aynı derece gerekli.Hepimiz korkuyoruz.Ben korkuyorum… Bazen hayattan, bazen sevdiklerimi kaybetmekten, bazen acı çekmekten, bazen korkarsam diye korkuyorum…Ama asıl hayati soru da karşımızda duruyor.Korkunun altında ezilecek miyiz yoksa korkuya rağmen cesaretle ayağa kalkabilecek miyiz? Sanırım hepimizin geleceğini bu konuda vereceğimiz kararlar belirleyecek. Öyle değil mi?
İnsanlık ardında bıraktığı beş bin yılda neler olduğunu, tarihin nerelerden nasıl aktığını, hangi uygarlıkların ortaya çıkıp battığını, zamanın önemli kavşaklarındaki dönüşümleri bilir, inceler,düşünür ama bu korkunç ve zengin bilgisine rağmen hayatta bir dakika sonra ne olacağını bilemez.Nefis bir ‘ceza’ değil mi?Tüm geçmişi bilip yorumlayabiliyorsun ama yine de bir saniye sonra ne olacak bunu bilemiyorsun.İnsanoğlu, geçmişe ait derin bilgisiyle geleceğe ait derin bilgisizliği arasında sıkışıp kalıyor. Sürekli olarak geleceği keşfetmeye, geçmişten gelen o bilginin gelecekte hangi yöne kıvrılacağını kestirmeye çalışıyor. Geçmişi yorumladıkça geleceği bilebilmeye tutkuyla bağlanıp sonra da bilemeyince çok şaşırıp, çok üzülüyor.***Aslında geçmiş tabii ki geleceğin “el feneridir” ama bütünü bir türlü aydınlatmaz. Geçmiş bilgisini en doğru şekilde kavrayıp değerlendirmek, geleceği daha doğru tahmin etmeye yarar, o yönde hazırlık yapmak için işe yarar ama gelecek denen karanlığı tümüyle ışığa çevirmeye yetmez ne yazık ki. Bir de bizler gibi geçmişiyle hiç ilgilenmeyen toplumlar vardır. Onlar için sadece gelecekleri değil geçmişleri de bilinmezliklerle doludur. Geçmişin “el feneri” bile yoktur onlarda. Büyük bir karanlığın içinde kör yürürler. Geçmişin hiçbir dönemecinden bir öngörü, bir değerlendirme çıkaramazlar.*** Bu tür toplumlarda insanlar kendi eğilimlerine göre belirlenen isteklerini ve tutkularını ciddi bir “öngörü” olarak ortaya koyar. Biz de böyleyiz… O yüzden de her gelişme karşısında çok şaşırır ne yapacağımızı bilemeyiz. Geçen gün yine Cemaat hükümet kavgasından bahsederken ben, “hâlâ anlayamıyorum Tayyip Erdoğan önünde fütursuzlukları yüzünden suçlarının izini açıkça ortada bırakan askerler gibi bir örnek varken, üstelik de cemaati aslında bu kadar iyi tanırken, kendini bu derece nasıl açıkta bıraktı,” dedim, “insan nasıl bilemez bu kadar karışık iş yaparken başına bir şey geleceğini?” Masadakilerin çoğunluğunun fikri aynıydı, “başbakan bu olanlara çok şaşırdı, hiç ummuyordu.” Öyleydi, Başbakan başına gelenlere çok hazırlıksız yakalanmıştı gerçekten.***Tayyip Erdoğan gerçekten de ne bu ülkenin tarihine, ne de başka ülkelerin geçmişlerine ilgi duymadı büyük bir ihtimalle. Hem de hiçbir döneminde.Elinde bir “fener” bile yoktu. Tüm gelecek öngörüsü, kendi arzuları ve istekleriydi. Kendi ihtirasını hayatın tek gerçeği sanıyordu, tek beklediği o arzularının gerçekleşmesiydi. Yeryüzünde kendisinden başka bir irade yokmuş gibi davranıyordu. O yüzden de çok şaşırdı ve şaşırıyor şu an olanlara… Şaşırdıkça da öfkelenip yeni hatalar yapıyor. Her hatasında da onu kapatmak için daha büyük bir hataya sarılıyor. Galiba hayat onun için, “büyük bir lider ve onun düşmanlarından” ibaret. Her şey bu kadar basit.*** Oysa, geçmişe biraz baksaydı, liderlerin kendilerine güvenleri arttıkça nasıl daha fazla zayıfladıklarını, zaaflarının nasıl daha fazla büyüdüğünü görürdü. Hayatın sandığından daha karmaşık, kendisinin sandığından daha güçsüz olduğunu anlardı… Bunu anlayamadı. Şimdi öfkeyle bağırarak kürsü kürsü dolaşıyor. “Düşmanlarına” mı daha çok kızıyor, kendi öngörülerinin hiçbirinin tutmamasına mı, bilemiyorum. Bildiğim, gerçekleri görmekte direndikçe kendisiyle birlikte ülkeyi de bir karanlığa doğru sürüklediği... Üstelik bu sefer o karanlık bilinmez de değil…
Aşkın sırası olmadığını söyleyebileceğiniz bir zaman parçası olabilir mi? Böyle bir zaman var mıdır? Böyle bir zaman parçası varsa bile gerçekten, kendinizden ve toplumunuzdan şüphe duymaz mısınız bunun için? Herkesin toplumun sorunlarıyla ilgilendiği bir zamanda ben aşkı ve insanların duygularını yazacağım diye ısrar edemiyorsanız bunun tuhaf olduğundan kuşkulanmaz mısınız gerçekten?Ben kuşkulanırım…Kuşkulanıyorum da.Bugünlerde her yazıya aşktan, duygulardan söz edeceğim diye oturuyorum ve bunu beceremiyorum.Ve kendimden de, yaşadığım toplumdan da gerçekten de büyük kuşku duyuyorum. Belki de aşk yazılamayacak kadar karışık bir ülkede, duygusal ihtiyaçlar kısır kaldığı için anlaşamıyoruz diye düşünüyorum. Duyguların önemsiz olduğunu düşünecek kadar ciddi dertlerle uğraşan toplumlar belki de duygusal dünyaları fakirleştikçe ciddi dertlere gömülüyorlar… Olamaz mı? Belki de hırsızlık, gaddarlık, cinayet, yalan hep duygusal dünyaların küçümsendiği toplumlarda oluyor aslında. Neden olmasın? Bireylerin yapısını toplumlarının birikimi ve derinliği de belirlemez mi? Bireyler sığlaştıkça toplumlar sığlaşıyor, toplumlar kısırlaştıkça bireyler gaddarlaşıyor… Yalan, yolsuzluk, cinayet, zulüm hep duygulardan uzaklaştıkça ortaya çıkıyor. Aşkı küçümseyen bir toplum insan haklarını da küçümsüyor… Toplum karıştıkça, hayat acılarla doldukça aşk yazmaya utanan yazarlar, gerçekleri de yazmaya çekiniyor… Hukuk sistemi giderek komediye dönen bir ülkede hayat da trajediye dönüyor… İnsanlar eziliyor, horlanıyor, acı içinde yaşamak zorunda kalıyorlar, bazen de yok ediliyorlar. Gerçek suçlulara dokunulamayacağına duyulan inanç insanları korkaklaştırıyor. Korkan insanlar birbirini sevemiyor… Sevemeyen insanlar korktukça vahşileşip birbirlerine düşmanlaşıyor. Bana, duygularla toplumları belirleyen belalar birbirine bağlı gibi geliyor. *** Geçen sabah fark ettim balkonda boş bıraktığım, toprağına bir şey ekmediğim saksılarda papatyalar açmış. Bomboş o topraktan o papatyalar nasıl çıktı onu anlamadım… Toprağın o kıraç görüntünün altında saklı olan zenginliğe, berekete hayran kaldım… Biraz uzun süren güneşli ve ılık bir dönem yetmiş o zenginliğin papatyalara dönüşmesine anlaşılan. Duygusal açıdan çok çorak göründüğümüz bir zaman parçasından geçiyoruz biz de, ortak dertler duygularımızı bastırıyor, aşktan konuşamaz oluyoruz. Gene de o duygular orada, derinde, papatyaların gizli tohumları gibi açmayı bekliyor… Onları yeniden canlandıracak güneşimiz soldu epeydir. Toplum keskin bir düşmanlık fırtınası yaşıyor, toprağımız katılaşıp çoraklaştı. Ama o duygular kayboldu diye korkmayın. Bu diyara da bir gün bahar gelir, gün olur bizim çiçeklerimiz de açılır. Ayazı, soğuğu, delirmeyi, soygunu, düşmanlığı tek gerçek sanmayın. Tohumlar orada duruyor, bir gün çiçeğe döndüklerinde şaşırmayın…
Bazen düşünüyorum gerçekten en zor neyi unutuyoruz acaba diye? Hafıza en zor neyi siliniyor?Kokuyu mu, mutluluğu mu, acıyı mı, aşağılanmayı mı?Bunun tam cevabını bilmiyorum ama sanırım hafızaya belli bir “şiddette” çarpan olaylar orada öyle bir iz bırakıyorlar ki, bir daha kolay kolay unutulmuyorlar.Geçen gün hafızalarımıza çok şiddetli bir biçimde acı çarptı, Suriye’de Esad rejimine karşı olan muhaliflerin işkence ile katledildiğini gösteren fotoğrafları gördüğümüzde…Sanırım bir daha hiç unutamayacağız işkenceyle öldürülen o insanları…Ve onlara bu zulmü yapanları…***Galiba peygamberler diyarının çöl yanığı çocukları hiçbir zaman “sevap uğruna”yaptıklarından çektikleri acıları, günahlarından çekmediler…Peygamber topraklarında kan hiç durmadı…Birbirini katletmek neredeyse hiçbir zaman ‘günah’ olmadı.Tarih boyunca sulh ve sükuna bir türlü kavuşamayan, çölleri kadar sonsuz savaşlara girip çıkan, mümini, münafıkı, evliyası, diktatörü, korsanı, katibi birbirine karışmış bu topraklarda kavga bir türlü dinmedi.“Petrollerinden daha az akla, evliyalarından daha çok diktatörlere” sahip olmayı ölerek ödediler...Hala da ödüyorlar…***İnsan fotoğraflara bakarken tuhaf bir hisse kapılıyor.Acını yanında bir de aşağılandığını hissediyor.Böyle bir dünyada yaşadığın için aşağılanıyorsun.Bu diyarda zorbalar her yana herşeye sahip olduğu için aşağılanıyorsun.Zorbaların zulmü bu topraklarda hiç bitmediği için aşağılanıyorsun.Yok sayıldığın için aşağılanıyorsun.***Bizim bugünlerde kendi ülkemizde yaşadıklarımız da aşağılayıcı değil mi?Evet, ağır işkencelerle ölmedik ama yaralandık. “Ülkenin sahibi biziz, biz her şeyi yaparız” diyorlar.“Siz yoksunuz” diyorlar…Eskiden laikliğe en çok sahip çıkar gözüken güçlerle, Türkiye’nin özgür, rahat, ümitli bir yaşama geçmesini engelleyen güçler aynı güçlerdi…Şimdi de Müslümanlığa en sahip çıkan gözüken güçler, dürüstlüğü, hak yememeyi, eşitliği, merhameti yok eden güçlerle aynı güçler…Şeriattan korkanlar, şeriatın panzehiri özgürlüğü ve demokrasiyi bu ülkeye kendi çıkarlarına uymuyor diye getirmedi…Bugün de haksızlıktan bahseden herkes haksızlığın panzeri olan hukuku ülkeye getirmeye korkuyor, kendi çıkarları yüzünden. Birbirlerinden hiç farkları yok.Hepsi de bizi zorbalıklarıyla yaralayıp aşağılıyor.*** Suriye’de insanları işkencelerle öldürüyorlar.Faşizmin ve zorbalığın en kanlı katliamlarından birini gerçekleştiriyorlar.Biz oradaki insanlar gibi öldürülmediğimiz için şanslıyız.Ama bizim de paralarımızı çalıyorlar, hukuku sindirerek sesimizi kesiyorlar, itiraz etmemizi tehditleriyle engellemeye uğraşıyorlar, korkutuyorlar, bastırıyorlar.Zorbaca bir gözü karalıkla bizi kendi ülkemizde hukuksuzluğa ve haksızlığa mahkum ediyorlar.***Bu topraklardan katil ve hırsız zorbalar çıkıyor.Ne cinayetleri, ne hırsızlıkları unutabilelim.Bizi, hafızamız ve o hafızaya şiddetle çarpıp yer eden acılar kurtaracak.Canımıza ve paramıza sahip çıkamasak da hafızamıza sahip çıkalım.Unutmamak tek ümidimiz…Unutarak, Homeros’un deyimiyle yaraya bir de aşağılanma eklemeyelim…
Yargıtay, Aziz Yıldırım’ın örgüt kurmak ve şike teşvik primi suçlarından aldığı cezaları onadığı andan beri Fenerbahçe’yi düşünüyorum.Çünkü Fenerbahçe sadece Fenerbahçe’yi temsil etmiyor, kocaman bir paket gibi içinde her şeyden ve herkesten bir parça var…Toplumu da, devleti de, sporu da Fenerbahçe olayının içinde görüyorsunuz.Mesela, Fenerbahçe diye yola çıkıyorsunuz sizi ilk karşılayan soru şu oluyor; mahkemesi ile federasyonu böylesine ters kararlar alabilen bir “devlet” nasıl bir devlettir?Bir devletin başbakanı şike cezalarının onanmasını “Zamanlaması itibariyle ben anlamlı buluyorum. Niye bugüne kadar böyle bir karar açıklanmadı? Seçimin arifesinde niçin böyle bir karar açıklanır? Bunu 30 Mart sonrasında da yapabilirdin. Bütün bunlar zihin bulandırmaktan başka bir şey değil. Şu ana kadar yargıdaki o paralel yapının ince hesaplar suretiyle böyle bir adım attıklarına inanıyorum. Burada da hukuki süreç tamamen bitmemiştir. Devamında ne olur, ne gelir, ne gider onu bilemem. Sadece zamanlamasının anlamlı olduğunu söylüyorum” diye yorumluyorsa, bu ülkede yargı, yürütme ve yasama nasıl güvenilir olacaktır?Peki, yargıyla taban tabana zıt kararlar alabilen bir futbol sistemi güvenilir midir?Bu ülkede futbola ve kurumlarına güvenir misiniz siz?***UEFA “suç oluşmuştur” diyor, devlet mahkemeleri “evet oluşmuştur” diyor ve ceza veriyor, TFF “hayır, suç yoktur bizim için” diyor.Aziz Yıldırım’ın masumiyet iddiası, Federasyonun “bize göre sorun yoktur” tavrı yanında nasıl daha masum kalıyorsa, Federasyon da yargının yanında küçük bir çocuk gibi …Aziz Yıldırım suçu sabit değilken bir yıl hapiste yattı. Hatırlarsınız, şike ve çete suçlarından 6 yıl 3 ay hüküm giydiği gün tahliye oldu.Suçluluğu “kesin” değilken niye hapis yatırdınız, suçluluğu mahkeme tarafından sabit görülünce niye serbest bıraktınız?Sadece bu çelişki bile yargının da kafasının karışık olduğunu göstermiyor mu?***İnsanın aklına ve vicdanına takılan pek çok soru var Türk spor tarihinin en önemli soruşturmasında.Mahkemenin “suçlu” dediğine federasyon nasıl suçsuz diyor?Başbakan nasıl bu kararı “paralel devlete” bağlayarak yargıyı tümden “güvenilmez” ilan ediyor?Aziz Yıldırım, nasıl yargı kararını tanımadığını söyleyebiliyor?Şike varsa nasıl başbakan ve Federasyon şikeyi destekleyen bir tavır alabiliyor, şike yoksa mahkeme nasıl bir “masumu” mahkum edebiliyor?***Polisin haftalarca dinleme yaptığı, bütün istihbarat birimlerini kullanarak delil topladığı bir davada, yargı sürecinin daha en başından Türkiye’yi iki kampa bölmeyi başardılar.Şimdi ,siyasi iktidar polisi hallaç pamuğu gibi dağıtıp, “davalarda kumpas var” havası yarattıktan sonra artık kimse hiçbir şeyden emin olamıyor zaten.Bugünlerde ülke geleneğinin özünü oluşturan ‘zamanlama manidar’ fikri de meselenin tam ortasına yerleşince işin içinden çıkmak mümkün olmuyor.Şike yoksa İlhan Ekşioğlu’nun, Cemil Turanlı’nın ve diğerlerinin yaptığı konuşmalar ne anlatıyor? Sicili bozuk bazı insanların rakip takım kamplarında, maçlarında, yöneticilerinin evinde ne işleri var? Ve neden bu görüşmelerle ilgili sürekli Aziz Yıldırım’ı bilgilendiriyorlar?Neden bazı maçlarda şike olduğuna UEFA inanıyor?Şike varsa, Başbakan ve Federasyon, yargı kararını nasıl yok sayıyor?***Sadece bu Fenerbahçe olayına bakmak bile Türkiye’de devletin bittiğini, ortada güvenilecek tek bir kurum bile kalmadığını gösteriyor.Bir çöküş başlayınca her şey birden çöküyor.Tarih bu dönemi nasıl yazacak acaba?“Cumhuriyet’in yıkılış dönemi” olarak mı?
‘Hep uzun bir yoldan geldiğimi hissettim bu hayata’ derdi…Hayat onun için biraz önce trenden indiği, büyük gürültülü eğlenceli bir şehir gibiydi… Eğlenceyi görüyordu eğlenenleri görüyordu ama birlikte eğleneceği kimseyi tanımıyordu sanki…Çocukluğundan beri yaşadığı hiçbir yere ait hissetmezdi kendisini…Bu tuhaf his nereden bulaşmıştı ona bilmiyordu ama doğduğu büyüdüğü yere yabancı gibiydi. Herkes biraz yabancıydı ona o da herkese biraz yabancı…Korkardı aslında yaşadığı hayattan.Onu ayakta tutan şey, şehrin gürültüsü ve cesarete olan merakıydı.Korkmayı sevmeyen bir korkaktı o…Ne cesur olmayı ne de korkmayı becerebiliyordu istediği gibi…*** Hayatı kendi yarattığı acılarla doluydu. Ve kimse onu onun yarattığı acılardan koruyamıyordu… Bir simyacı gibi yeni acılar yaratıyordu sürekli, zehiriyle onu yakan ve onu yaşatan acılar. Yaratttığı acılarla eğleniyordu… Böyle yapmasının, böyle yaşamasının sebebini bilmiyordu. Herşeyin sebebini bilenlerden hoşlanmıyordu zaten. ‘yeryüzünde her şeyin bir sebebi var’ diyenlere ‘yeryüzünün var olmasının sebebi ne peki’ diyordu… En ciddi tartışmaların ortasında birdenbire ‘peki yeryüzü niye var’ diye sorar, aniden beliren sessizliğin içinde gülümserdi… Onu gülümsetip eğlendiren bu saçmalıklardı… Saint Exupery’nin Küçük Prens’i gibi ciddi ciddi konuşan ‘büyüklere’ rastladığında hep aynı soruyu sorardı; ‘Peki yeryüzü niye var?’ Belki de bu soru yüzünden hiç büyümedi… Büyük bir kadına benzeyen küçük bir kız olarak kaldı.*** Küçük bir kız gibi sürekli birşeyler karalardı. Eğilip baksanız karaladığı sayfalara şöyle cümleler görürdünüz büyük bir ihtmalle ‘Uzak kalmalı hayattan bazen, hiçbir şey hiçbir şey ifade etmemeli, herşeyin bir anlamı var belki de ama ben bilmiyorum. Peki sen nasıl biliyorsun?’ Ama ben, her şeye rağmen bildiği bir şey olduğuna eminim. Kimselerin bilmediği bir şey biliyordu. Susukunluğu alaycılığı aldırmazlığı ondandı, ondandı kendine çektirdi acı. *** Erkekleri severdi… Erkekler de onu…Çok sevdiğini kaybetmişti, tenine işleyen acısıyla yeni adamlar sevmişti.Erkeklerle olan maceraları kahramanının adı değişen aynı kitabı defalarca okumaya benziyordu aslında.Aşık olurlar, acı çekerler, çok severler, sonra daha çok acı çekerler, daha çok severler ve sonunda da onu parçalayarak yok etmek isterlerdi… Hepsi bunu denemişti.O aldırmadıkça parçalanırdı.Parçalanmaya da aldırmazdı.Her seferinde kitabın böyle biteceğini her seferinde bütün parçalarını toplayıp yeniden kitabın başına döneceğini bilirdi.Ama yine de korkardı.Bunun niye böyle olduğunu bilmezdi yalnızca. ‘Peki yeryüzü niye var’ diye sorardı kendisini parçalamak isteyenlere.Cevap veremediklerinde parçalanmanın da acısı kalmazdı…*** Kağıttan gemi yapar gibi erkeklerden kahramanlar yapardı.Onları suya bıraktığında bir zaman yüzerlerdi ve o ‘bir zaman’ onların gerçekten gemi olduğuna inanırdı. Sonra suyun kağıda yayıldığını onu ıslatıp yumuşatarak ağırlaştığını sonunda da kağıttan küçük kağıdın battığını görürdü. Görürdü ve gerçekten büyük bir gemi batmış gibi üzülürdü. Ağlardı… Ağlamaktan korkmazdı…Ama aslında neye ağladığını saklardı hep. Gülümsemeyi, gülümsemeleri severdi. Her gülümseme ona, şehirde ‘yabancı’ olduğunu unutturuyordu çünkü. Büyük bir zaafı vardı, çok iyi bildiği ama iyileştiremediği bir zaaf. O çok sevdiği sorusunu hiçbir zaman kağıttan gemisi yüzerken soramıyordu, ancak kağıt ıslanıp erimeye başladığında eğilip usulca sorabiliyordu; ‘peki yeryüzü niye var?’ Sonra da yürüyüp gidiyordu…*: 27 yaşında bir düelloda ölen Lermontov’un tek romanı olan Zamanımızın Bir Kahramanı’ndan ödünç aldım başlığı…
Yıllardır birbirine değmeden, yan yana sonsuza kadar uzanan iki çizgi gibi iki hayat akar bu toplumun içinde…Biri siyasetçilerin birbirleriyle o tuhaf didişmeleri, sıradan hayatların çocuk büyütme sorunları, aşkları, geçim sıkıntıları, dedikoduları, kıskançlıkları, düşmanlıklarıyla bildiğimiz gördüğümüz, içinde dolaştığımız hayat…Diğeri ise uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, yolsuzluklar, cinayetler, casuslarla ortada görünmeyen gizli hayat.İki hayat da birbirinden haberdardır ama çok özel bir durum olmadıkça birbirine sokulmazlar.Ayrı ayrı yaşarlar.Ama artık öyle olmuyor.Kendi küçük hayatlarımızda da gizli hiçbir şey kalmadığı gibi ortak yaşadığımız hayatın içine de o “saklı” ve karanlık hayat giriyor.Dallanıp budaklanarak yaşadığımız sıradan hayata sarmaşıklar gibi dolanıyor.Artık her gün kendi sıradan hayatımızla beraber gizli hayatın da o gününü yaşıyoruz.Top mermileri gibi patlıyor yalanlar, sahtekarlıklar, yolsuzluklar... Hukuksuzluk bayrak direklerine çekiliyor. Her şeyi görüyor, her şeyi biliyoruz.O “gizli” hayat bizim bildik, sıradan hayatımızı boğup öldürüyor.Gördüğümüze kızıyorduk bir süre öncesine kadar ama ben artık gördüğümden utanır oldum…Eleştirmekten, kızmaktan, şaşırmaktan sıkıldım, sadece tuhaf bir iğrenme duygusuyla beraber utanıyorum gördüklerimden.***HSYK kanununu değiştiriyorlar şimdi.Yargıyı hükümete bağlamak istiyorlar açıkça bu yasa tasarısıyla.Bu, 12 Eylül Anayasa’sına bile aykırı.Ama iktidar hukuka darbe yaparak bunu gerçekleştirebileceğine inanıyor.Ve yeni bir soru giriyor hayatımıza:Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ne yapacak?Anayasaya aykırı olan bir tasarıyı sessizce imzalayacak mı? Ki böyle yaparsa bütün güvenilirliğini yok edecek.Yoksa Başbakan Erdoğan ve yandaşları tarafından “hain” diye etiketlenmek pahasına anayasaya ve hukuka mı sahip çıkacak?Zor bir seçim Gül için.Ama insanlar kimliklerini ve geleceklerini böyle zor dönemeçlerde inşa ediyorlar.***Tabii bir de AKP’nin milletvekilleri ve yöneticileri var.Onlar ne yapacak?Sıcak paranın girişi hızla dururken, dolar patlayıp giderken, ekonomi tepetaklak olurken, bu anayasaya aykırı girişimi destekleyip siyasi istikrarsızlığı daha derinleştirecekler mi?Siyasetle birlikte ekonomiyi de altüst edecekler mi?Ederlerse seçimlerde seçmenlerine ne diyecekler?Etmezlerse Başbakan Erdoğan onlara ne yapacak?***Yolsuzluğun infilak ettiği, “görünmez” hayatın patlayıp bizim sıradan hayatımızı esir aldığı, polisin mahkeme emrini dinlemediği, hukukun fiilen yok olduğu, ekonominin uçuruma sürüklendiği bu günlerde Cumhurbaşkanı Gül’ün ve AKP’lilerin yapacakları hayati bir önem kazanıyor.Bakalım neyi tercih edecekler? Bir ülkenin batmasında suç ortaklığı mı yapacaklar yoksa memleketi kurtarmak için “durun biraz” mı diyecekler?Yolsuzluk ve hukuksuzluk sarmalında en heyecanlı dönemeç…Endişeyle bekleyip göreceğiz.
Bazı sabahlar kendi hayatımın tüm gerçeklerinden arınmış uyanıyorum.İçinde yaşadığım olayların kahramanı değilmişim gibi sanki…Başka bir ülkede, başka bir hayatta, başka bir kimlikte hissediyorum kendimi…İşte dün de o sabahlardan biriydi…Mutlu uyanmıştım.Bu kirli siyasetin yazı yazarak bile parçası olmak istemiyordum.***Umut veren, hayatı, kadını erkeği anlatan yazılar yazmak istiyordum.“Neyi kaybedersen kaybet hayallerini kaybetmeyeceksin, neyi aradığını unutmayacaksın, sevinçleri ne kadar hatırlarsan acının derinliğini o kadar kavrayacaksın” diyen yazılar.Ne yazık ki bu mutlu, umut dolu dakikalar çok da uzun sürmedi.O mutluluk bir sis gibi dağıldı ve günlerdir aklımda dolaşıp duran Kader’in görüntüsü çıktı ortaya.12 yaşında evlenen, 13 yaşında çocuğu olan, 14 yaşında kendini öldüren Kader.İnsan aklı tuhaf çalışıyor, Kader’in hikayesini okuyorsun, üzülüyorsun, sonra onu içinde bir yere koyup saklıyorsun ve bir sabah kendini mutlu hissederken birden Kader’in görüntüsü onu sakladığın yerden çıkıp geliyor.Çünkü o gerçek.Ne kadar “ben ben değilim bu sabah, bu ülkede yaşamıyorum, sizi de tanımıyorum, yalanlarınızla ilgilenmiyorum” desem de, o küçük çocukların, o çocuk gelinlerin acıları, o kahredeci gerçek bazen sana bile sezdirmeden ruhuna yerleşiyor ve ona bakmanı, onu düşünmeni istiyor.***Bu ülkede kızlar “alınır, verilir” hatta “satılır” evlilik adı altında.Kızlar evlenmez, evlendirilir.Kendisi evlenmeye kalkanı, kocasını ailesine rağmen seçeni vurup öldürürler.Berdel usulü “evlendirilen” Kader’in de bu evlilikteki tek “iradesi” , kendini görmeye gelen erkeğe gülümsemek olmuş.Gülümsedi diye vermişler.Söz hakkı bu kadar.Gelen adamı tanımıyor, bilmiyor, konuşmamış, huyunu suyunu, aklını, bilgisini anlamamış, üç dakika göstermişler, o da gülümsemiş, gülümseyince de evlendirip göndermişler.Gülümsemekle başlayan maceranın sonucunda Kader av tüfeğiyle vurulmuş olarak ölü bulunmuş.***Kızların, söz hakkının olmamasının, evleneceği erkeği tanıma hakkına sahip olmamasının görünürdeki “açıklaması” Anadolu’nun ahlaki değerleri.Tümüyle yalan tabii.Kızlara söz hakkı tanımıyorlar çünkü kızları bir kazanç kapısı olarak görüyorlar, kızı kendi istedikleriyle evlendirip bazen güçlü bir akraba, bazen de düpedüz para kazanıyorlar.Kızı, para karşılığında evlendirmek geleneğimizde var.Kendi istediği erkekle evlenen kızları vuruyorlar çünkü o kızlar para kazandıran “sistemi” bozuyor.***Kader’in niye öldüğünü bilmiyoruz.Vurdular mı, intihar mı etti henüz tam belli değil.Ama on dört yaşında olduğunu, anne olduğunu ve öldüğünü biliyoruz.Onu kurtaramadığımızı, onun gibi çok sayıda genç kızı ve kadını da kurtaramadığımızı biliyoruz.Onlarla çok fazla ilgilenmediğimizi de, bu ilgisizliğimizle suç ortağı olduğumuzu da biliyoruz.***Bazı sabahlar burada yaşamıyormuşum gibi mutlu uyanıyorum.Ama o mutluluğu hak etmeyen bir toplumun parçası olduğumu anlamam çok da fazla sürmüyor.Bu ülkede mutlu olmak zor diye düşünüyorum.Çok zor…