Göbeklitepe uzun zamandır görmek istediğim bir yerdi.Urfa’nın tepelerinde 12 bin yıl önce kurulmuş dünyanın ilk tapınağı…İnsan bu cümlenin önce hangi bilgisine şaşıracağını, ilgi duyacağını bilemiyor değil mi?Beni insanlığın ilk izlerinin Anadolu’da, burnumuzun dibinde olması çok etkilemişti, duyduğum andan beri orada ‘bana’ ait birşeyler bulacağımı biliyordum…Göbeklitepe, pek çok arkeoloğa göre son yılların en önemli arkeolojik keşiflerinden biri…İnanç tarihinin en eski buluntusu.Üstelik de insanlık tarihiyle ilgili bugüne kadar bilinen tüm gerçekleri değiştirecek bilgilerin mabedi…Neolitik dönemin en önemli yerleşim merkezi.Cilalı taş devri insanının bıraktığı izler…Ve insan Göbeklitepe’yi gördüğü andan itibaren hep aynı şeyi düşünüp duruyor; bu insanlar yaptıkları bu şekiller ve çizimlerle bize ne anlatmak istediler acaba?***Gördüğünüzde, insanı derinden sarsacak bir bilinçle karşılaştığınızı hemen anlıyorsunuz …12 bin yıl öncesinden bugünü aşan izler var orada…Üzeri genellikle hayvan figürleriyle süslenmiş T biçimli, ki bu form insanı anlatıyormuş, anıtsal dikilitaşlardan oluşuyor Göbeklitepe.Göbeklitepe kazı başkanı Klaus Schmidt, bu tapınağı yapan insanlar için “Evren nedir, biz neden buradayız sorusunu soran ilk kişilerdi” diyor.Bunun doğru olduğunu hissetmek hiç zor olmuyor…Kadınlar erkekler beraber ibadet ediyor.Toplumda hiyerarşik bir düzen var.Ve avcı insanın ilk kez tarımı keşfettiği, buğdayı kullandığı dönem… Sonra da yerleşik düzene geçiyor zaten insanlık, mevsimlerin döngüsüne göre yaşamaya başlıyor tarımı keşfettiği için.***Yapılan kazılarda bugüne kadar ulaşılan katmanlar 12 bin yıl öncesinin izlerini taşıyor ama daha altlara inildiğinde tarih insanı ürkütecek kadar geriye gidebilir diyorlar.80 bin dönümlük Göbeklitepe’nin şu ana kadar ancak %10’u açılmış ve geride kalan kazı alanının tamamımın açılması için 80 yıl daha gerekliymiş.Yapılan araştırmaya göre 20 adet tapınak var ama şu ana kadar sadece 6 tanesi açılmış durumda.Her yıl nisan-mayıs ve eylül-ekim arasında 10 hafta kazı yapılıyormuş sadece…***İlk bulunma hikayesini de çok sevdim ben Göbeklitepe’nin.1983 yılında tarlasını sürerken oymalı bir taş bulup onu Urfa müzesine götüren Şavak Yıldız’la başlıyor her şey.Sonra o taşı orada gören Alman arkeolog Klaus Schmidt, taşın nerede bulunduğunu merak ediyor ve insanlık tarihiyle ilgili bilgilerimizi değiştirecek macera başlıyor.İnsanoğlunun avcı ve göçebe topluluklardan yerleşik düzene geçmesinde, insanlığın bu dönüşümünde Anadolu’nun rolü çok büyük, bu ortaya çıkıyor…Yerleşik düzene geçmesiyle korkuyu, sığınma duygusunu keşfeden insan, inanç kavramını da bu dönemde buluyor işte…Yerleşince korkuyor, korkunca inanıyor.Medeniyet ve inanç Anadolu topraklarında böylece doğuyor.Medeniyet ve inanç…Neredeyse bugün yitirdiğimiz değerler meğerse Anadolu’da doğmuş…***Daha önce duyduğum ama doğrusu ya önemini çok da kavramadığım Göbeklitepe’yi görmemi ve önemini kavramamı sağlayan Ece Vahapoğlu’na da bir teşekkür borçluyum.Ece, Göbeklitepe’yi ilk duyduğunda bir proje hazırlayıp Doğuş Grubu’na götürmüş ve Doğuş da Göbeklitepe Tanıtım projesi ana sponsoru olmuş.Onların ısrarı ve kararlılığı sayesinde insanlığın en eski mabedini, 12 bin yıl önce bu topraklarda yaşayan insanların bıraktığı izleri, o etkileyici T biçimindeki sütunları, sütunların üstündeki resimleri, karşılıklı duran kadın ve erkek figürlerini gördüm.İnsanlık macerasının bilinen “ilk mabedini” görmek tahmin edemeyeceğim kadar çok etkiledi beni.***İnsanlık uzun bir macera…Binlerce yılı kapsıyor.Arada bir gidip o maceranın izlerine bakmak, bugünün zavallılığından ve sığlığından kurtarıyor insanı.Bir arınma hissediyorsunuz.Gerçek bir arınma üstelik…
- Küçük bir not: Bu yazıyı Elvis Presley’den Love me Tender’ı dinleyerek okuyun…İstanbul’un tüm sevdiğim sokaklarında dolaşıyorum bu aralar.Bahar erken geldiği için portakal ağaçlarına, mimozalara, bahar dallarına rastlıyorum sokaklarda. Mimoza kokuyor dolaştığım yerler. Ve o kokuyu duydukça şunu düşünüyorum farkında olmadan, yalnız bir hayatın içinde gezinmek beni ne kadar heyecanlandırıyorsa, ağaçlara yalnız bakmak da o kadar hüzünlendiriyor… Çünkü biliyorum ki, mimoza ağacına baktığında bir ağaçtan daha fazla bir şeyler görecek birine ihtiyaç var, heyecanla “mimozalara bak” diyebilmek için. Ağaçlara rastladığımda onları birine anlatmak istiyor içim her defasında. Bu artık o kadar kolay olmuyor sanki… Ağaçları paylaşmak bazen birbirini sevmekten bile zor oluyor… Heyecanla “mimozalara bak” diyebilmek, “seni seviyorum” demekten bile daha zorlaşıyor giderek. Yalnızlaşıyor insan yalnızlığa alıştıkça.Oysa eskiden insanlara çok hızlı alışıyorum diye kızardım kendime, şimdilerde yalnızlığa alıştım sanki… Şimdi de aklım buna takılıyor biraz. Yalnızlaştıkça seni unuturum diye korkuyorum… Seni unutmayı sevmiyorum… Ama ağaçlar var, onlar ruhumun ‘canavarları’ gibi, ne zaman bütün ihtişamıyla bir ağaçla karşılaşsam kafeslere koyduğum bütün duygularım taşıyor…Dizginleyemiyorum. Duyduğum aşkı, özlemi, acıyı, bütün bunlaı duymaktan duyduğum korkuyu nasıl sakladığımı fark ediyorum ağaçları gördüğümde. Sokaklarda dolaşırken bu içimden geçenlerden bir iz taşımıyor yüzüm genellikle, daha mesafeli duruyorum hayata… Sen yokken ben hep mesafeli oldum hayata… Ama ağaçlara rastladığımda, gülümsüyorum önce… Sana rastlamışım gibi gülümsüyorum. Sonra o mimoza kokan gölgeli sokakta seninle karşılaştığımı hayal ediyorum… Şakalar yapacağım, hatırını soracağım sıradan cümleler kuracağım, kendimi olabildiğince güvenle saklayacağım... Aptalca bir korkuyla sana içimden geçenleri söylemeyeceğim… Ama senin beni anlamanı isteyeceğim, hatta bunu çok isteyeceğim. Senin o soğuk halime aldırmadan ve mimozalardan bahsederek usulca gülümsemeni bekleyeceğim. Sadece ağaçlar, sadece o ihtişamlı yalnız ağaçlar benim duygularımın kilidini açıyor sanki… Ağaçlarla dolu bir bahçe hayal ediyorum. Bazen içine seni de koyuyorum… Bazense unutuyorum. Ağaçları bu kadar sevdiğimi hiç bilmiyorsun, değil mi? Ama zaten bu yüzden ayrılmamış mıydık? Birbirimizi sevdiğimiz ama birbirimizi hiç bilmediğimiz için…Her yer mimoza kokuyor… Seni özledim... Ama sen kimsin? Bunu hâlâ bilemiyorum…
İki gün şehirden uzaklaştım, uzunca bir süre gündemden uzaklaşmışım kadar berraklaştı zihnim… Urfa ve Antep’e gittim… Göbeklitepe’yi ve Zeugma müzesini gördüm… İnsanlık tarihinin 12 bin yıl önce yapılmış ilk tapınağını gezdim. Urfa sokaklarına, Antep çarşısına hayran kaldım. İçimde akan zaman değişti oralarda… Üç boyutlu bir fotoğrafa bakar gibi oldum, resim aralandı ve bir başka görüntü çıktı ortaya… Dünyanın ilk inanç merkezi Göbeklitepe’yi uzun uzun anlatacağım ilerki günlerde, Urfa’nın tepesinde 12 bin yıl önce kurulan bu tapınakta yapılan kazılarda ortaya çıkan bilgiler, bugüne kadar bilinen insanlık tarihini tümden sarsacak nitelikte… Medeniyetin doğduğu, insanın ilk defa tarımı, mevsimsel döngüye göre yaşamayı keşfettiği neolitik dönem…Gerçekten etkileyici…12 bin yıl öncesinin insanı bıraktığı izlerde acaba ne anlattı?Cilalı taş devri insanı…İnsan, zamanı kavramakta zorlanıyor bazen.***İşte o ‘zamansızlığın’ içinden tüm olup bitene baktığımda kirliliğin patlamış borudan taşan sular gibi üstümüze geldiğini gördüm.Bu ülkede bir gazetecinin, bir gazete yöneticisinin hele de adı Fatih Altaylı’ysa yaptıklarına şaşırmayı uzunca bir süre önce bıraktım ama toplumun önünde bu kadar ağır suç işleyip bunu ciddiye almamasına, gevşekliğine, pişkinliğine şaşırmadan edemedim.Toplumu şiddetin, yalanın, riyanın, yolsuzluğun, iki yüzlülüğün, haksızlığın kendisi ürkütmüyor belki, artık fazla alıştık ama bunları önleyebilecek bir toplumsal örgütlenmenin olmaması, hukuk kuralları içinde çözümü bulabilecek kurumların işlememesi insanı ümitsizliğe sevk ediyor doğrusu…Bir toplumun hem politikacısı, hem gazetecisi aynı çamurda dolaşıp beraber kirlendiklerinde insan gerçekten bir duralıyor…Hayata 12 bin yıllık geçmişten bakan bu topraklarda, insanın bunca zaman içinde ulaştığı düzey bu mu gerçekten diye soruyor kendisine.***Siyasetçilerin ve gazetecilerin beraberce içine yuvarlandıkları bu tuhaf bataklık, sadece onların “ahlaki değerlerini” değil bu toplumun ahlaki değerlerini de sorgulamak gerektiğini düşündürüyor bana.Net bir soru aslında anlatmak istediğimi daha rahat anlatacak.Bu yaşadığımız basın skandalı Amerika’da yaşansaydı, kamu oyu araştırmalarıyla oynayan bir gazete yöneticisi ve muhaliflerinin sözlerinin kısılmasını isteyen bir siyasetçi koltuğunda kalabilir miydi?Kalamazdı…Nasıl kalamadığının örnekleri var yakın geçmişte.Niye Amerika’da kalamıyor da Türkiye’de kalıyor peki?Bu, sadece iki ülke arasındaki hukuk sisteminden, yasalardan, kurumlardan kaynaklanmıyor, bu iki toplumun ahlaki değerlerinden ve tepkilerinden de kaynaklanıyor bence.Türkiye, ahlaksızlıklara gerektiği gibi tepki gösteren bir ülke değil.Ahlaksızlığı çok fazla yadırgamıyor, ahlaksızlığa çok fazla isyan etmiyor.***İsimler değişecek, Fatih Altaylı gidecek onun yerine onun yaptığı işleri yapmaya razı başka bir Altaylı gelecek, Erdoğan gidecek onun yerine yolsuzluk yapan başka bir Erdoğan gelecek.Toplum kendi ahlaki değerlerini oluşturana kadar bu devam edecek ama her skandalda, yaşanan her rezillikte bu toplum da ahlakın ve ortak değerlerin biraz daha fazla farkına varacak.On iki bin yılda geldiğimiz yer burası.Ne yazık ki…Umarım gelecekte dürüstlüğü ve ahlakı keşfetmemiz daha kısa sürecek…
Geçen gece Muhteşem Yüzyıl’ı seyrederken talihimizin ve tarihimizin nasıl değiştiğini düşünüyordum…Sarı Selim değil de Şehzade Mustafa tahta geçseydi bu toplumun kaderi nasıl etkilenecekti?Kanuni dönemini seyrettiğimiz için bu örneği veriyorum yoksa 600 yıllık Osmanlının neredeyse tamamı böyle.Merak ediyorum doğrusu öldürülen şehzadeler tahta çıksaydı Osmanlı daha farklı olur muydu acaba diye?***Ama o kadar geri gitmeyelim dersek yakın geçmişimizle ilgili sorular da sorabiliriz.Hukuku yok sayan üç ayda Kürt sorununu bitireceğini sanan birkaç generalle birkaç politikacının Güneydoğudaki olayları ‘iç savaşa’ çevirmesi yerine demokratik bir çözüm arayan bir kadro yönetimde olsaydı bugün bambaşka bir ülke olabilir miydik?Kürt meselesinin barış içinde halledilmesi nasıl bir geleceğin yolunu açardı acaba bize?***Tabii bugünlere de gelebiliriz.Başbakan Erdoğan, 12 Eylül referandumundan sonra “balkon konuşması” yapan adam olarak kalsaydı, Avrupa Birliği ilkelerinden vazgeçmeseydi, kendisinin hukukun da üstünde olduğuna inanacak bir hale gelmeseydi... Kısacası şu son üç yıldaki tuhaflıkları yaşamasaydı Türkiye bugün nasıl bir ülke olurdu?Bu krizleri yaşar mıydık?Bu kadar çok yolsuzluk olur muydu?Hukuksuzluk hayatın bir parçası haline gelir miydi?Çok soru var merak edenlere…***Ama bu sorular hep yönetenlerle ilgili sorular…Ama belki de asıl soru yönetilenlerle, bizzat toplumun kendisiyle ilgili.Ne dersiniz?Neden bu toplum baştakilerin yaptığı hatalara hiç ses çıkaramıyor ya da hiç ses çıkarmıyor sizce?Oğlunu boğduran padişahın cinayetine tepki göstermemekten gelen bir gelenek mi bu?Çok mümkün değil mi?Altı yüz yıllık bir padişahlığın toplumu ezip sindirmesinden belki de bu sessizlik…Neden mesela toplum Kürt meselesinin barış içinde halledilmesinin kendisi için olumlu bir sonuç verebileceğini, binlerce çocuğunu ölümden kurtarabileceğini hiç yüksek sesle tartışmadı bu ülkede?Daha beteri, neden bunu hiç düşünmedi?Neden düşmanlığı böylesine rahat benimsedi ve bunun bedelini ödemeyi göze aldı?Bugün de aynı şeyler oluyor…Neden Başbakan Erdoğan’ın yaptıklarına karşı hukuku destekleyen ortak bir ses çıkmıyor?Neden yolsuzluklar “toplumsal ahlak” adına eleştirilmiyor?Neden kurnazlık devreye giriyor hemen…***Bu soruların herhalde çok çeşitli cevapları vardır… Ben sanatın, felsefenin, özgür düşüncenin gelişmediği bir toplumda “ahlakın” da çok gelişmediğini, hukuk bilincinin içselleştirilemediğini düşünüyorum.Buna bir de “siyasi merkezin” çıkar dağıtma gücünü ekleyin.Bunların hepsi bir araya gelince o zaman ezik ve sessiz bir toplum oluyorsunuz işte.İktidara kim gelirse gelsin, bu “sessiz eziklikten” etkileniyor ve sonunda her hatayı yapabileceği büyük bir özgürlüğe sahip olduğuna inanıyor.*** Bizim ağacın dalları, yaprakları, çiçekleri hastalanmış ama sanırım hastalığın sebebi ağacın kökünde yatıyor.Biz hep şehzadeleri, padişahları, yöneticileri konuştuk.Konuşuyoruz…Bir vakit bulduğumuzda, niye bunların hepsi sonunda hata yapıyor deyip ağacın köklerine de bakmalıyız sanırım… Bunca hatanın bir bir kökü olmalı değil mi?
Zeka, mantık, akıl yolundan yürüyen her öngörü, her tahlil, öyle uzun boylu yol alamadan gelip kör bir çıkmazda tıkanıyor bu ülkede.Burada çoğu davranış, zekayla, akılla, mantıkla bağdaşmıyor çünkü.“Günlük çıkarlar” genellikle insanların gözünü öylesine karartıyor ki o çıkar için yaptıkları karşılığında bütün geleceklerinden, kişiliklerinden, isimlerinden vazgeçtiklerini kavrayamıyorlar. Günlük çıkar sağlamak için aklın, mantığın yolundan uzaklaşmakta, zekasızlığın çıkmazlarına sapmakta bir sakınca görmüyorlar.***Pazartesi günü Taraf Gazetesi’nde “Kullanışlı Aptallar” başlıklı yazıyı okuduğumda ilk aklımdan geçenler bunlar oldu…Bir insan kendisi hakkında böyle bir yazı yazdıracak işler yapmamalı diye düşündüm.“Kullanışlı Aptallar” başlıklı yazı şöyle başlıyordu:“Bu ağır hakaret sözlerini söyleyen biz değiliz. Bizzat kendileri, bu tanımlamayı kendilerine yakıştırdılar.‘Biz kullanışlı aptallardık’ diye yazdılar.Siyasi iktidar, yolsuzluk işlerinin tam ortasında kuş gibi yakalanınca, hukuktan kurtulabilmek için kendine bir sığınak aradı. O sığınağı da, askerin kışlasında buldu. Şimdi darbeci askerlerle kader ortaklığı sesleri çıkarıyorlar. ‘Milli orduya ve kendilerine aynı güç tarafından kumpas’ kurulduğunu söylüyorlar. Çünkü ‘hırsızlık suçlamasından kurtulmaları için, askerlerin de darbecilik suçlarından’ kurtulması gerekiyor.Oysa bir zamanlar, ordunun ‘vesayetinden’ şikayet ediyor, sayfa sayfa darbe planlarını yazıyorlardı. Şimdi ise hükümete yaranabilmek için, ‘Biz o zaman aldatıldık, kafeslendik. Biz kullanışlı aptallar olduk’ diyorlar.”***Yazı şöyle devam ediyor:“Zekaları, yıllarca kandırılmaya müsait olacak kadar kıt... Karakterleri de, her isteyenin kullanacağı kadar zayıf olunca... ‘Kullanışlı aptal’ olmak, onlar için kaçınılmaz bir alın yazısı oluyor tabii.Yıldıray Oğur, beş yıl boyunca Taraf’ta, askeri vesayeti, darbeleri ve internet andıçı haberlerini yazdı. Şimdi, ‘Beni kafeslediler’ diyor. Beş yıl boyunca kafeslenmiş çocuk... Kafeslenmeye ne kadar yatkın bir yapısı varmış. Suratına çarpılacak onlarca, yüzlerce yazı yazmış biri, eğer bugün hükümetin gözüne girebilmek için ‘kafeslendiğini ve kullanışlı bir aptal’ olduğunu söylemekten çekinmiyorsa, şu soruyu da cevaplamak ona düşüyor:Sen, belki de bugün kafesleniyorsun. Kullanışlı bir aptal olarak bugün kullanılıyorsun! Olayları kavrayacak bir zekaya sahip olmadığın anlaşıldığına göre, bugün kandırılmadığını sen nasıl anlayabileceksin ki?”***Oğur’un yanında Fehmi Koru’yu da değerlendiriyor yazı:“Tek aptalla bahar gelmediği için, daha tecrübeli olanları da göreve çağırdılar. Fehmi Koru da koşarak saflara katıldı. O dönemde Genelkurmay açıklaması hakkında, ‘Yalnız bir dakika! Açıklamada, ‘dış tehdide ilişkin bir plan’ denildiği halde, yayımlanan senaryo ve hemen ardından seminere katılan subayların yaptığı değerlendirmelerin deşifresinde ‘iç düşman’ kavramı sıkça geçiyor. Hazırlığı yaptıran komutan da, ekranda kendisini savunurken, yapılan çalışmanın ‘iç düşman’ algılamasıyla ilgili olduğunu söylemişti” diye yazan da aynı Fehmi Koru... Bugün Balyoz’a çok şaşan ‘kullanışlı’ da aynı Fehmi Koru.Hatta, ‘İç veya dış düşmana karşı yapılan askeri hazırlıklar, ne zamandan beri bir bakanlar kurulu listesi ve hükümet programı da içeriyor?’ sorusunu soran da aynı adam. Anlaşılan, durum değişince sorular da değişiyor. Kullanışlı olmak böyle bir şey işte.”***Yazının tümünü internette bulabilirsiniz, uzunluğu nedeniyle hepsini almam mümkün olmadı.İnsanların kendilerini bu hallere düşürmeleri, iktidara yaranmak için geçmişlerini inkar etmeleri, kendilerini “kullanışlı” ve “aptal” ilan etmeleri doğrusu ya içimi acıttı.Bugünkü çıkarları için her aşağılanmaya razılar.Halbuki akıl ve mantık onlara “önünde daha uzun bir yol var, hayatın boyunca taşıyacağın bir lekeyi alnına böylesine iştahla sürme” demeliydi.Dememiş. Demiyor…Bir ülkede çöküntü başlayınca orada çürümekten, lekelenmekten çekinmeyen bireyler de çoğalıyor demek ki…
“Anneler babalar çocuklarının iyi olmasını ister…İster elbet…Ne var ki, nasıl iyi olunabileceğini bilseler, önce kendileri olur…Ayrıca durmadan tekrarlanan bu söze çok da kulak asmayın.Şayet annelerle babalar çocuklarının iyi olmasını isteseler, onlara süper bir yaşam düzeyi sağlayacak hiçbir olanak yokken kalkıp da onları dünyaya getirmezler…Evet anneler babalar çocuklarının iyi olmasını ister.Çocuklar onların yaşadıklarından daha ötede bir yaşam başarısı avuçlamaya başlasınlar da bakın görün siz, nasıl bir duygu sıkışıklığına düşerler.Yaşamında doyumsuzluğa uğramış insan, çocuğunu da kendi bencilliğine payanda olduğu kadar sever.Ben ilk yazı denememi babama gösterdiğim zaman, yazının tadına varma yerine yazının devamını sayfanın arkasına değil de ikinci bir sayfaya yazmamı eleştirmişti.Donup kalmıştım…Bu satırlar, dedemin çocukluğunu anlattığı Kavak Yelleri ve Kasırgalar kitabından…***Cuma gecesi dedemle beraberdim.Leyla 6,5 yıllık hayatının ilk karnesini aldı, biz de dedelerini görmeye gittik.‘Bütün hayat bir yalan…’ diye başladı anlatmaya…Yine o bildiğim, tutkunu olduğum, olmadığında özlediğim duygu yerleşti içime; tek bir adam bazen bütün hayata bakış açınızı değiştirebiliyor… Ve o tek adam bunu her defasında yapabiliyor…Takvimler 87 yaş için yaşlı diyor…Dedem de kendine yaşlı diyor. Ama anlattıkları hiç yaşlanmıyor…‘İhtiyar’ olduğunu söyleyen bir adamla geçirdiğim bir gece yine beni değiştiriyor en içimden.‘Hayatın yalan olduğu ortaya çıktı, her şey yalanmış’ diye devam etti sonra… Çoğumuz o sıradan yakınmalarından birini duyacağımızı zannederiz değil mi, öyle dinlemeye devam ederiz böyle başlayan bir cümleyi…Ama o şöyle devam etti o muzip gülümsemesiyle, ‘Doğa kanunlarının geçerliliği bitti. Dünyada geçerli hiçbir fizik kuralı uzayda geçerli değil, Mısırdaki piramitlerin aynısını Güney Amerika’da yerin altında buldular, hayat uzaya ve yerin altına doğru genişledi, dünyada geçerli hiçbir kural uzayda geçerli değil.’“Doğa yasaları dediğimiz şey yalnızca dünyada geçerli yasalar, uzayın fizik yasaları çok farklı.”***İnsanlık tarihine baktığımızda, gücü elinde tutmak isteyen insanın bu savaşı kazanmak için yirminci yüzyılın sonunda bu mücadeleyi uzaya taşıması gerektiği ortaya çıktı…Başka türlü istediği gücü elde edemeyecekti çünkü.Ve bütün insanlığın gelişimini değiştirdi uzay yarışları gerçekten…Teknoloji hayatımıza girdi…Hayatın bütün basit kuralları değişti insanın kullandığı aletler değişince…Aletler değişince duygular değişti…Duyguları değişen insanlar dünyayı tekrar keşfetmeye başladı.Ve şimdi 87 yaşındaki Çetin Altan bana diyordu ki ‘dünyada geçerli fizik kuralları uzayda geçerli değil. Dünyadaki doğa yasalarına göre insan uçamaz ama atmosferin dışına çıktın mı uçarsın, boşlukta yer çekimi yok.’***Anneler babalar çocuklarının iyi olmalarını ister…‘Bu söze çok aldırmayın’ diye yazmış dedem 63 yaşında.87 yaşında ihtiyar olduğunu düşündüğü günlerde bana dünyada geçerli olan fizik yasaları uzayda geçerli değil diyor…Kafamın içindeki ‘uzayı’ biz bunları konuşurken etrafta koşturan Leyla’ya bakarak dindirmeye çalışıyorum.Doğa dediğimizde sadece dünyayı kast ettiğimizi, o sonsuz uzayın doğanın “kendisi” olduğunu unuttuğumuzu fark ediyorum.Bilim insanları bu gerçeği bilse de bizim gibi insanlar için bütün hayat aslında bir yanılsamayla geçiyor diye düşünüyorum...***Bazen tek bir adam bütün bakış açınızı, hayatı algılayış biçiminizi tek bir konuşmayla değiştirebiliyor işte.Ben bir gün hayatımı, anılarımı yazarsam, herhalde söze “dedem” diye başlayacağım.“Dedeler insanın hayatını değiştirir,” diyeceğim.Biz uzaydan söz ederken etrafımızda dolaşıp duran Leyla da sanırım bu görüşüme gülümseyerek katılacak…
Bugünlerde Tayyip Erdoğan’ı dinledikçe aklıma hep aynı düşünce geliyor, insanlar işlerini kötü yaptıkça vatan sevgisine daha çok abanıyorlar…‘Sen işini iyi yapmıyorsun’ diyene, ‘ben vatanımı seviyorum’ diyorlar.Doğrusu bu “kurumsal” sevgiler beni hep kuşkulandırıyor.İnsanların birbirlerine duydukları “sevgi” ne kadar çekici ise bu kurumsal sevgiler de o kadar kuşkulu bence.Ülkenin yöneticileri işleri batırdıkça “vatan sevgileri” artıyor, herhangi bir takımın yöneticisi takımının başını derde soktukça “takımına olan aşkı” daha da büyüyor.“Sevgileri” daha görünür oluyor.İşlerini kötü yapanlar neredeyse her gün o sevgiyi insanların burnuna sokuyorlar, “bakın çok seviyoruz” diye…***Ama şunu hiç anlayamıyorlar, işini kötü yapan birinin vatanını, takımını, şirketini çok sevmesi hiçbir işe yaramıyor, bu tür sevgilerin bir yararı dokunmuyor kimseye…Bunca yıl Osmanlı’dan beri vatanını çok seven adamlar gördünüz değil mi, niye vatan bu hale düştü peki?Eğer işlerini sevmeye, vatan sevgisi nutku atmaya harcadıkları kadar çaba harcasalardı bu ülke böyle mi olurdu?Vatan sevgisi hatta bugünlerde Allah sevgisi, hataları ve suçları gizlemeye dönük birer dekora dönüştü.İşlerini kötü yapan adamların sığınağı oldu bu sevgiler.Öyle değil mi?*** Hep aynı şeyi söylüyorlar bugünlerde, “biz ülkemizi seviyoruz, biz insanımızı seviyoruz, biz Allah’ımızı seviyoruz,”O kadar çok seviyorlar ki insan korkuyor…Niye bu kadar çok seviyorlar ve niye bu sevgilerini bize anlatıp duruyorlar?Onlardan başka seven kimse olmadığını mı söylemek istiyorlar, bu kadar çok sevdikleri için bütün suçlarının yok sayılması gerektiğimi mi söylemek istiyorlar?Ne söylemek istiyorlar acaba?***Bu sözleri duydukça sanki bana bir fatura uzatıyorlarmış duygusuna kapılıyorum.Sanki onlar bir şeyleri çok sevdikleri için biz bazı bedeller ödemek zorundaymışız gibi.“Biraz daha az sevin ama işinizi yapın” demek istiyor insan.Vatanınızı seviyorsanız çalmayın.Allah’ı seviyorsanız dürüst olun.O zaman zaten sevgiden bu kadar söz etmek zorunda kalmazsınız.Bu ülke işlerini iyi yapmadıkları için vatanımı çok seviyorum diye bağıran insanların kirli sevgileri yüzünden böyle…Bügünlerde olanlar da bunun başka bir örneği…***Dinden bu kadar çok söz edilen bir ülkede yolsuzluk bu kadar yaygın olabilir mi?Dindar biri yolsuzluk yapar mı?Dindar biri yolsuzluk yapanı destekler mi?“Allah korkusu” olan insanlar “Allah’ı çok seviyoruz” diye bağırarak günah işler mi?Gerçekten de işini iyi yapan hatta işini iyi yapan bir dindar neden birşeyleri çok sevmek zorunda kalır ki?***Vatanlarını, milletlerini, dinlerini sevdiklerini duymak istemiyorum.Görmek istiyorum ben artık.O sevgilerinin gereğini yaptıklarını görmek istiyorum.O sevgilerin gereği de belli.Dürüst olacaksın, hak yemeyeceksin, hakkından fazlasını istemeyeceksin, yalan söylemeyeceksin, sözünde duracaksın.Görmüyoruz, sadece duyuyoruz.“Çok seviyoruz” diyorlar.Bağırıyorlar hatta.Sesleri çoğaldıkça işler kötüye gidiyor, daha doğrusu işler kötüye gittikçe sesleri çoğalıyor.Bu kadar çok seveni olup da bu kadar kötü durumda olan kaç ülke var acaba?***Oscar Wilde’ın bir mısraını hatırlıyorum, “insan sevdiğini öldürür.”Bizim durumumuzda biraz değişiyor bu söz.“İnsan öldürdükçe, sevdiğini daha çok söyler.”Belki de bu yüzden bu sevgi çığlıkları bu kadar çoğalıyor işte.