Panik, karşılaştığı tehlikenin boyutlarını saptama yeteneğini kaybederek, akıllı bir çözüm aramadan akıldışı aşırı tepkiler vermeye başlamaktır.Paniğe kapıldığınız andan itibaren bütün kontrolünüz yok olur. Kaybedersiniz onu.Suda batıyorsanız sizi kurtarmaya geleni de boğmaya çalışırsınız istemeden…Kuşatıldığınızı düşündüğünüz ıssız bir karanlıktaysanız duyduğunuz her sese ateş etmeye başlarsınız.Şu anda daha önce hiç rastlamadığım bir şekilde panikte başbakan ve onunla beraber bizler de…Karanlıkta her sese ateş ediyor gerçekten ve onunla beraber bizler de…Patlayan silah sesinden ürkmüş bufalo sürüsü gibi otları çiğneyip, çitleri devirip, evleri kırıp, insanları ezerek koşuyor başbakan ve onunla birlikte bizler de…Nereye koştuğunu bilmiyor ama durursa ölecekmiş gibi geliyor ve onunla birlikte bize de…***Bu paniği durdurmak giderek zorlaşıyor. Paniği akıllı bir yolla durdurmak için karşısına çıksanız sizi de ezeceği neredeyse yüzde yüz…Başbakanın tepkileri her türlü sağlıklı ölçüyü aşmış durumda…Ama bizlerin tepkileri de öyle.Başbakan yalanlarından, hukuksuzluğundan, yolsuzluklarından, haksızlıklarından korkuyor, açığa çıksın istemiyor gerçeği…Biz de o bu kadar yalanla, yolsuzlukla, haksızlıkla, hukuksuzlukla yeniden kazansın istemiyoruz. Kandırılmak, ezilmek, kendi vatanımızda siyasetle seçilmiş biri tarafından çaresiz bırakılmak istemiyoruz.Ama giderek ona benziyoruz.Zalimle mazlum arasındaki en mesafesiz zamandayız.***Başbakanın yaptıklarının dozunu anlamamız için oğlunun sevgilisiyle konuşmasını dinlemeye ihtiyacımız var mı?Bir babayı oğluyla cezalandırmak mı bizim bizi yönetmesini istemediğimiz bir siyasetçiden kurtulma yöntemimiz?Karşımızdaki her türlü hukuksuzluğu yapacak kadar kendini kaybetmişken, bizler de aynı vahşilikle, aynı kötülük şehvetiyle özel hayatlarına kadar izlemek mi istiyoruz?***Biz de başbakan gibi karşımızdaki herkesi düşman zannedecek kadar kontrolümüzü kaybediyoruz bana sorarsanız.Dün Facebook’ta eski bir lise arkadaşımın şöyle bir şey yazdığı gördüm biri hakkında, ‘Ak Parti meclis üyesi adayı olmuş artık ondan domates, sebze, meyve almayalım.’Bunu okuduğumda kontrolümü kaybetme noktasına gelecek kadar korktum Türkiye’den.Ülkedeki ötekileştirme vahşetini durduracak soğukkanlı eleştiri gölgesi bile kalmamış bizde.Ak Partili ise ‘ölsün’ diyoruz…Artık bizler de niye koştuğumuzu unutarak çılgınca koşuyor ve koştukça kendimizi daha çok akıllı buluyoruz anlaşılan.Boğaların sadece kırmızıyı algılaması gibi bizler de sadece Ak Parti işaretini gördüğümüzde kendimizden geçiyoruz.***Bana sorarsanız domatesçiden Ak Partili diye vazgeçmek gücümüzü değil, kendi gücümüzden duyduğumuz kuşkuyu gösteriyor… Bizler de böylesine korkup, tıpkı başbakan gibi korkuyu cesaretmiş gibi göstermeye çalışarak kendi kendimizi aşağılıyoruz.Kendimizi bu kadar aşağılamaya hakkımız olmadığını düşünüyorum.Bırakın domatesçi sizin gibi düşünmesin, bırakın hiç tanımadığınız insanlar hayatlarını nasıl istiyorsa öyle yaşasın, verdiğimiz kavga bu değil çünkü.Biz demokrasi, hukuk, özgürlük istiyoruz.Bunlara ulaşmanın çaresi insafsızlaşmak, düşmanlaşmak, kötüleşmek değil herhalde.***Başbakan kendini kaybetti.Biz bari akıllı ve vicdanlı kalalım.
Ne çok ayaklanmış, birbiriyle çelişen duygu var içimizde…Öfke, aşk, heyecan, bıkkınlık içiçe.Ülkenin sığ ve ağır siyaseti ve baharın hayata uyanışı…Hepsini beraber yaşıyoruz.Ayazlarla kuşatılmış bahar dalları gibiyiz…Baskıların ıstırap yarattığı bir ülkede yaşıyoruz baharı.Hatta baharın ıstırap yarattığı bir ülkede yaşıyoruz baharı…***Dün deniz kenarında yürüyüş yaparken insanları izledim.Ve Steve Jobs’un o cümlesi geldi aklıma ‘ölüm hayatın en iyi icadıdır.’Bir bahar günü hatırlanacak laf değil belki ama içten içe bir keder böyle sözler hatırlatıyor işte.Hayatı ölüm üzerinden değerlendirdiğinde hayatla ilgili tüm anlamsızlıklar kayboluyor çünkü.Tüm beklentiler, endişeler, gurur, korku, utanca ve başarısızlığa dair kaygılar ölümün karşısında yok oluyor.***Steve Jobs demiş ki ‘hayatınız sınırlı onun için başka birinin hayatını yaşayarak onu ziyan etmeyin… Başkalarının düşüncelerinin sonuçları ile yaşayan doğmaların tuzağına düşmeyin. İç sesinize harici seslerin karışmasına izin vermeyin…Kendi yüreğinizi ve iç sesinizi takip etme cesaretine sahip olun. O size ne olmak istediğinizi söyleyecektir.’Bunu yapmak ne zor aslında değil mi?Hele bizim ülkemizde daha da zor.Burada kendi hayatımızı yaşamamıza izin yok ki, hep başkalarının hayatını yaşıyoruz, hep başkalarının baskıları ve diretmeleriyle yaşıyoruz.Ama içsesimiz bize ne yapmamız gerektiğini söylüyor.Ruhumuz bir ayaklanmayla çalkalanıyor...O içimizdeki sesi takip etmemizi sağlayacak cesaretimiz de öfkemizle çoğalıyor.***Hayata cesaretle yürümemiz için ölümü, yok oluşu, bu hayatın bir armağan olduğunu hatırlamamız gerekiyor.Başkalarının kaprisleri, ihtirasları, yolsuzlukları, arsızlıkları için kaybetmeye razı olacağımız bir şey değil hayat.Çok kısıtlı bir zaman parçası var elimizde.Her baskı, her yasak, her anlamsız zorbalık o değerli saniyeleri çalıp götürüyor bizden.Buna isyan etmek, cesaretimizi toplamak için hayatın sonsuz olmadığını hep kendimize söylememiz gerekiyor.***Bahar geliyor, gözlerimiz dallardaki o tomurcukları görüyor, bedenimiz güneşin ve rüzgarın dansını hissediyor ama derin bir kasvet tütüyor içimizde.Hiç bir şeyin tadını çıkartamıyoruz.Doğanın çevremizde yarattığı neşe bize yaşatılanların anlamsızlığını daha da çok vurguluyor.Biz böyle bir hayat yaşamaya mecbur muyuz?Neden böyle bir hayatı kabul edelim?***İçsesimiz ne diyor bize?Benim içsesim, “özgür olma hakkına sahipsin, bu özgürlük için sonuna kadar mücadele et” diyor.Sanırım birçok insan kendi içinde bu sesi duyuyor.Bıktık çünkü artık.Bıktık bu saçmalıklardan, yasaklardan, baskılardan.Ölüm var...Ve biz ölene kadar yaşamak istiyoruz, yasaklara gömülmüş salyangozlar gibi sürünmek değil.Yaşayacağız da, yaşamamıza engel olmak isteyenler görecek bunu.Unutmayın ölüm hayatın en iyi icadı…
Toprağı insandan çok severseniz buna vatanseverlik denir mi?Benim sevdiğim sorulardan biridir…Geçen gün 18 Mart Çanakkale Zaferinin yıldönümüydü.Ben de hep aklıma takılan bu soruyla ilgili yazdığım eski bir yazımı, soru güncelliğini hala koruduğu için facebook ve twitterda tekrar yayınladım. ‘18 Mart Çanakkale Zaferi mi Çanakkale faciası mı?’ydı yazının başlığı, iki sene önce yazmışım.Çok alışıldık ezber kızgınlıklarla dolu mailler yorumlar aldım.Tepkiler, bu sorunun hala güncel olduğunu ortaya koyduğundan, yazının bazı bölümlerini bir daha yayınlamaya karar verdim…***“Çanakkale savaşının ya da zaferinin ya da korkmadan söylersek faciasının 97. Yılı.Tarih, belki de hiçbir toplumda olmadığı kadar önemlidir bizim için.Çünkü bizde tarih, bugünkü siyasi kavgaların hiç bitmeyen malzemesidir. Onun için yalanlarla ve saptırmacalarla doludur.İki yüz elli günde Osmanlı cephesinde doksan yedi bin çocuğun öldüğü Çanakkale savaşları, bir askeri facia olarak değil de büyük bir askeri başarı olarak anlatılır bu ülkede mesela. Mustafa Kemal henüz daha Atatürk olmamıştı, sadece yarbay rütbesinde tümen komutanıydı bu savaşta… Ama Çanakkale’nin adı geçtiği her yerde Atatürk’ten bahsedilir. - Çanakkale’de Osmanlı güçlerinin başında kim vardı? Osmanlı ordusunun başında kim vardı? - Niye o kadar büyük zayiat verdik?- O zayiatı vermek gerçekten askeri açıdan gerekli miydi?Bunlardan hiç konuşulmaz.‘Çanakkale Zaferi ile Atatürk’ denir ve konu kapatılır. Ya Enver Paşa kimdi?Sarıkamış’ta insanların ölümüne neden olan, Almanlarla gizlice anlaşarak bizi hazırlıksız olduğumuz bir savaşa sokan ama hep büyük komutanmış gibi anlatılan biri.Hep merak ederim tek bir savaş bile kazanmadığı halde nasıl olup da Osmanlı İmparatorluğu’nu ele geçirmiştir ve bu nasıl hiç sorgulanmamıştır…Gençliğinde Abdülhamit’i deviren hareketi dağa çıkarak başlatan, cesur, gözü kara bir yüzbaşı ama yeteneksiz bir general. Enver Paşa, özetle yabancı bir ülke ile işbirliği yaparak Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına yol açmış ihtiraslı ama yeteneksiz bir paşa… 18 Mart yine bunlardan bahsetmediğimiz, Atatürk’ü yücelttiğimiz, o kadar insanın niye öldüğünü sorgulamadığımız bir gün olacak.Böyle yalanlar söylediğimiz, kendi yalanlarımızla kahramanlar yaratabildiğimiz için de bizim başımızdaki ‘kahramanlar’ ve içi gencecik çocuk dolu tabutlarımız hiç bitmeyecek. Geçmişimizdeki yalanlar, değil bugünle geçmişle bile yüzleşmeye cesaret edemeyen korkaklığımız, bizi hep aynı acılı maceranın içinde oyuncak yapacak.”***Durum hala aynı, değil mi?Gerçeklerle yüzleşmeye cesaret edemeyen korkaklığımız da… Başımızdaki “kahramanlarla” içi gencecik çocuk dolu tabutlarımız da hiç bitmiyor… Çünkü insan önemli değil bizim için, biz ya toprağa, ya bayrağa, ya çıkarımıza, ya paraya, ya koltuğa, ya dine tapıyoruz.Onun için zaten çocuklarımız öldükçe reklamlardaki bayraklarla, “kahraman” resimleri böyle büyüyor.Yanılıyor muyum?
Hayatın hiçbir gerçeğine dokunmadan nasıl yaşıyorlar acaba diye düşünüyorum sürekli. Kimler mi? Politikacılar, gazeteciler, yazarlar, yorumcular... Gerçeklerden kaçan herkes. Baskıyı, yaklaşan ekonomik krizi, acıyı, fakirliği, yalanı, riyayı, alçalmayı görmezden gelerek, sadece siyasi kompozisyonları, çıkarlarını ve kendilerini önemli bularak yaşayanlar. Gerçekten çok şaşırıyorum. Neredeyse öfkemi bile yeniyor bu şaşkınlık. Her defasında soruyorum kendime ve karşılaştığım herkese ‘gerçekten mi görmüyorlar?’***Geçen gün yine o bildik şaşkınlıkla aynı soruyu sordum ‘başbakanı destekleyen gazeteciler, başbakanı, çıkarlarını, onurlardan bile önemli bulanlar yok saydıkları ama varolan bu gerçeklerle nasıl yaşayabiliyorlar?’ Bir arkadaşım ‘dumandan heykeller yapmaya çalışıyorlar, zavallı bir durum artık bu ama daha da zavallısı dumandan heykele inananlar var’ dedi.Bir an duraksadım ne dediğini anlamadan, sonra kavradım neden söz ettiğini.Dünya mizah edebiyatının şaheserlerinden olan Gog’daki bir bölümdü gönderme yaptığı ‘dumandan heykeller’.Çılgın bir milyarder olan Gog, dünyanın en büyük yaratıcılarıyla tanışmaktan ve konuşmaktan hoşlanır, bunun için büyük paralar harcar.Bir gün bir yerlerde eşi benzeri bulunmayan bir heykeltraş olduğunu söylerler.Milyarder heykeltraşı bulur, randevu alır ve atölyesine gider.Heykeltraş milyarderi büyük bir sevinçle karşılar.Atölyesinin bir köşesine oturdur ve ortaya odunları yerleştirip üzerine biraz benzin döker ve kibriti çakar.İki eline de iki kalın tahta alır.Dumanlar kalınlaşmaya başladıktan sonra hızlı hareketlerle tahtaları dumanlar arasından geçirmeye başlar.Deli milyarder adamı bir müddet seyrettikten sonra ‘ne yapıyorsun’ diye sorar.Heykeltraş ‘bu benim yarattığım bir sanat, dumandan heykeller yapıyorum’ der.Milyarder ‘heykelleri’ almadan çıkar oradan.Milyarder çılgındır ama o kadar da çılgın değildir…***Gerçekten bize de ‘dumandan heykeller’ satmaya çalışıyorlar son zamanlarda.Memleket yanıyor, onlar ellerinde iki tahta, yangının dumanlarını yelpazeleyerek heykeller yapmaya uğraşıyorlar.Ortada hukuk kalmamış, yargı bağımsızlığı hak getire, siyasi iktidarın yolsuzluklarını soruşturmaya kalkışan her savcı görevinden alınmış, onlar bize ‘adaleti ancak böyle bulacağımızı’ söylüyorlar.Ortalık soygun ve baskı tapelerinden geçilmiyor, onlar bunların hepsinin ‘montaj’ olduğunu ileri sürüyorlar.Nefret toplumda hiç olmadığı kadar yaygın bir şekilde kökleşmiş, onlar bize ‘barışı böyle bulacağımızı’ anlatıyorlar.Çocuklar öldürülüyor, onlar ölen çocukların kabahatli olduğunu kanıtlama peşinde.Başbakan bütün gazetelerin haberlerinden yazılarına kadar her şeyine karışıyor, insanları işlerinden attırıyor, onlar bize bunun ‘özgürlük’ olduğunu inandırmaya çabalıyor.‘Hırsızlık” için fetva veren ‘din alimleri’ çıkıyor, onlar bize ‘Müslümanlık budur’ diyorlar.***Onur, ahlak, vicdan, din kalmadı, bu insanlar hala Türkiye’nin böyle kalkınıp gelişeceğini anlatma çabasındalar. Memleket yanıyor, onlar bize ‘dumandan heykeller’ satma derdinde. Bunlar yangının büyüdüğünü ne zaman anlayacaklar, bilmiyorum. Herhalde hepimizin tutuşup duman olmamızı bekliyorlar. Bizim dumanımızdan heykel yapıp satacaklar, alacak biri kalırsa tabii.Ama unuttukları bieşey var deli milyarder bile dumandan heykellere inanmıyor… Biz mi inanacağız?
Recep Tayyip Erdoğan’ı yenecek bir siyasi lider yok Türkiye’de diyorlardı.Nihayet o lider bulundu...Recep Tayyip Erdoğan.Çünkü Erdoğan başka hiç kimsenin yapamayacağını yapıyor kendisine, yıllarca itinayla oluşturduğu imajını her gün, her davranışıyla, her konuşmasıyla parçalıyor.***Bu siyasetçi, referandumda yüzde 58 oy almıştı.Toplumun çok büyük bir kesimi onu destekliyordu, karşı olanlar bile yaptıklarının hakkını teslim ediyordu.Avrupa Birliği yolunda yürüyordu.Hem Batı, hem Doğu ona hayrandı.Avrupalılara kendini kabul ettiren, evrensel değerleri ülkesine taşıyan bir Müslüman lider olarak bütün dünyadan alkış alıyordu.İçerde “laik-dindar”, dünyada Müslüman Hıristiyan barışını sağlayacak, “medeniyetler çatışmasını” bitirecek bir lider olarak görülüyor, gittiği her yerde saygıyla karşılanıyordu.***O günden bu yana sadece üç buçuk yıl geçti.O adamdan geriye ne kaldı?Hem Batı’da hem doğuda “zorba” diye aşağılanan, “Ortadoğu imparatoru” olma hayalleriyle alay edilen, ülkesinde bir “iç savaş” çıkartmaya yaklaşan, halkını nefret etrafında kutuplaştıran çaresiz ve saldırgan bir siyasetçi.Adı yolsuzluklarla ve baskılarla anılan bir yönetici.***Bunu Recep Tayyip Erdoğan’a kimse yapmadı, kendisi yaptı.Tarihi bir lider olmanın eşiğinden Ortadoğu tarzı tipik bir diktatör olma yoluna kendisi saptı.Bir insan kendisine ve ülkesine bunu niye yapar?Dünyadaki Müslümanların imparatoru olma hayali mi, “halife” olma isteği mi, para tutkusu mu, güç sarhoşluğu mu, tarihin kendisine biçtiği muhteşem rolün içini dolduracak entelektüel kapasiteye sahip olmamak mı?Bilmiyorum... Belki hepsi birden.***İktidarı kaybetme korkusundan mı, yargılanma endişesinden mi, henüz hepsini bilmediğimiz suçlarının ortaya çıkacağı kaygısından mı bilinmez ama Erdoğan’ın savruluşu akıl ve vicdan sınırlarının dışına taşıyor artık.En son, on beş yaşında polisler tarafından vurularak öldürülen bir çocuğun annesini yuhalattı kalabalıklara.Bunun bir benzeri dünya siyaset tarihinde görülmemiştir herhalde, polis tarafından öldürülen bir çocukla annesini “düşman” ilan etmek ne demek?Hangi dinde, hangi gelenekte, hangi kültürde böyle bir davranış biçimi var?***Acaba çevresindeki onu seven kadınlar, ne düşünüyor yitirilen çocuklar için?Ne düşünüyorlar acaba başbakanın tavırları için?Ya başbakanı mitinglerde alkışlayan kadınlar?Başbakanı oldukça tuhaf buluyorum ama onu destekleyen evlat sahibi dindar kadınlar varsa onları çok daha fazla tuhaf bulurum…Kadın olmak tek başına evlat hassasiyeti demektir zaten başka hiçbir anlama gelmese bile.***Erdoğan bu toplumu çıldırtıyor.Bu çılgınlık anne olan ya da olmayan ama bütün hücrelerinde “çocuk sevgisi” barındıran kadınları da mı içine aldı?Bir toplumda kadınlar da “çocuk sevgisini” unutacak kadar çıldırdıysa, o toplumun geleceği yoktur.Kan ve karanlık vardır sadece.Allah hepimizin yardımcısı olsun…
Devletin en tepesine tırmanabilmek için kendi halkına arkasını dönen bir başbakan… Bir özür dilemeyen, bir başsağlığı dilemeyen bir başbakan…İkna olmuş düşman olduğumuza bir kere…İkna olmuş düşmanlığın onun hayatı için iyi bir şey olduğuna...Muhalif olmakla düşman olmak arasında bir ayrım görmüyor artık.Bu toptancılık da gerçekten karşılıklı düşmanlığı artırıyor.Karşılıklı nefreti artırıyor.Bir toplum böyle nefretle ikiye bölünürse bunun sonu ne olur?Bu düşmanlık, ülkeyi nereye taşır?Kaç kuşak daha harcanır, kaç çocuk daha gömülür? ***Biz, hepimiz bu ülkenin insanlarıyız.İsteklerimiz, acılarımız, öfkelerimiz var.Bu duyguları, şiddetle, baskıları artırarak yok etmek mümkün değil, şiddetten medet ummak çare değil.Ölen her çocukla birlikte tepkiler artıyor.Her vicdansızlık, her ahlaksızlık, her hukuksuzluk bu ülkeyi yaralıyor…Her yerini kanatıyor.Mutlu tek bir insana rastlayamıyorum artık…Herkes öfkeli bezgin ve yaralı…***İki sene önce aynı başbakanın yönettiği devlet bu ülkenin 35 çocuğunu bombaladı.Kimin emir verdiği hâlâ bilinmiyor.Aynı başbakan bir özür dilemedi...Aynı başbakan bir başsağlığı dilemedi...Aynı başbakan suçluyu ortaya çıkarmadı.Bir kaç gür çıkan ses dışında pek bir baskı da gelmedi başbakana bunun için…“Uludere’nin hesabını ver” diyen kalabalıklar yürüseydi, bugün pek çok şey farklı olurdu bu ülkede…Gezinin çocukları kadar Uludere’nin çocuklarına sahip çıksaydı insanlar, bugün yaşamak zorunda kaldığımız birçok şeyi yaşamaz, belki yeni kurbanları toprağa vermezdik.***“O insanların ölüm emrini kim verdi” diye duvarlara yazılar yazılsaydı...“Niye verdi” diye çığlıklar atılsaydı..“Hesap verin” diye bağırsaydı muhalefet...Bugün pek çok şey farklı olacaktı.Kimse bağırmadı.Gezi’de ölen çocuklarımız o sessizliğin de kurbanı...Cinayetler karşısındaki her sessizlik yeni cinayetlere yol açıyor.“Benden değil” diye ölenlere aldırmazsan, gün geliyor “senden olanlar” da ölüyor.Bu gerçeği ölen çocuklarımızı gömerek öğrenmek aslında hepimizin utancı, he-pimizin günahı.***Bugün Berkin’in ekmeği kadar, Roboski’deki çocukların ekmek savaşı da başbakanın hesap vermesi gereken en önemli olaylardan…Ve sessiz kalan herkesin.Ölen çocuklar hepimizin çocuğu.Hep aynı çocuk ölüyor aslında,bizim çocuğumuz…Uludere’de sessiz kalanlar şimdi Berkin’i toprağa verirken herhalde gördüler sessiz kalmanın acıları nasıl büyüttüğünü.Bugün Berkin’in öldürülmesi karşısında seslerini çıkarmayanlar da yarın yaşanabilecek yeni acılara giden yolların taşlarını döşüyorlar sessizlikleriyle.***Ölen çocukların nerede öldükleri, kim oldukları, kimin çocukları oldukları hiç önemli değil... Çocuk onlar.Ölen her çocuk için sesimizi çıkarmazsak, ölecek çocukların sorumlusu da biz oluruz.Ülkenin bir yanında cenaze varken öbür yanında türküler, şarkılar söyleniyorsa, nefret çocuk ölümleri karşısında bile bizi böylesine duyarsız ve aldırmaz kılıyorsa, bunun bedeli çok büyük olur.Çocukları öldüren nefret, o çocuklarla birlikte bütün ülkeyi öldürür.
Kendi ülkemizde çaresiz bırakıyorlar bizi…Sanırım en büyük öfkeyi buna duyuyorum; kendimizi çaresiz hissetmemize. Çocukları öldürüyorlar… Ve bizi o utançlarla yaşamaya mahkum ediyorlar. Acıları unutmayı öğütlüyorlar… Acılara aldırmamayı söylüyorlar.*** Geçtiğimiz gece sabaha karşı, bazılarımız uyurken, bazılarımız hayata başlamışken dünyada pek çok insan öldü, bazıları henüz çocuktu… Bu, hayatın bize sunduğu en hakiki gerçek…Hepimiz öleğeğiz. Ama bizim gibi ülkelerde çocukların öldüğü sabahlara uyanma ihtimali diğer ülkelere göre hep daha fazla. Ne kadar uzun zamandır farkında mısınız, bir alçağı bile utandıracak alçaklıklarla uyanıyoruz sabahlara… Yaşamamış oldukları hayatları biz uyurken bir çatışmada, bir trafik kazasında, kör bir kurşunla, polis fişeğiyle, donarak, aç kalarak bırakıp gitmek zorunda kalan o çocuklar bu ülkenin çocukları. Ne garip, ne utandırıcı bir acı... Çocukları ölen bir ülkede yaşamaya çalışmak.*** Niye ölüyor bu çocuklar? Gencecik insanların bizler uykudayken ölmesi bu çağda hala nasıl bir ülkenin kaderi olabilir? Biz yatarken yaşayanlar, biz uyandığımızda birer genç ölü oluyorlarsa hala bu ülkede, bunun hesabını sormayacak mıyız? Hesabı sorulmayan her ölüm yeni ölümleri getiriyor.Ölen bu kaçıncı çocuk?Nasıl bir vahşi hayvan dolaşıyor bu ülkenin damarlarında? Ceylan’ı havanla vurdular… Ali İsmail’i sopalarla öldürdüler… Berkin’i bir gaz bombası fişeğiyle kurban ettiler…Annesine “sen koşamazsın” deyip ekmek almaya koşarken öldürülen minicik bir çocuk.Komada eriyerek ölen bir çocuk…*** Hangi insan, sırf tuttuğu partiye bir eleştiri gelmesin diye böyle bir cinayetin karşısında sessiz kalabilir ki? Bu sessizliği kendisine nasıl açıklar, çocuğuna nasıl açıklar? Dindar olduğu söylenen bir iktidarın zamanında nasıl böylesine çoğaldı “dilsiz şeytanlar”? O “Müslüman vicdan” hangi menfaatin peşinde eriyip gitti? Hırsızlıklar ayyuka çıktı, cinayetler çocukların yolunu kesiyor.... Bu nasıl bir din, nasıl bir iman, nasıl bir vicdan ki böyle kör ve sağır durabiliyor? “Dindar nesil” dedikleri kardeşlerinin ölümü karşısında hiç acı duymayan bir nesil mi? Bu mu yaratmak istedikleri insan türü?*** Çocukları öldürüyorlar, kılları bile kıpırdamıyor, bir “rahmet” bile dilemiyorlar inandıkları tanrılarından. Ekmek almaya koşan çocukları vuruyorlar. Öldü işte Berkin. Öfke doluyum bu acıları bize yaşattıkları için.Milyonlarca insan da duyuyor aynı öfkeyi, aynı acıyı.Acıyı paylaşmak çaresizliği azaltıyor, hayır, çaresiz kalmayacağız, katillere bunun hesabı sorulana, hukuk karşısına çıkarılana kadar susmayacağız.Susanlar, konuşamayanlar, binbir türlü hesapla dili kilitlenenler, çocuklar ölürken başlarını çevirenler, hesap soramayanlar, korkaklar, çıkarcılar...Çaresiz olan sizsiniz. Biz katillerden hesap soracağız.Siz ömrünüz boyunca bu suç ortaklığının gölgesinde yaşayacaksınız, ömrünüz boyunca ölen çocukların adını duyduğunuzda titreyeceksiniz.Bugünler geçecek.Ama siz bu sessizliğinizin utancını hep içinizde taşıyacaksınız…
En etkileyici öykülerden biridir… Geçen yüzyılın başında Fransa’da yaşanmış gerçek bir öykü bu…Hani Fransız yazar Zola’nın o meşhur ‘suçluyorum’ yazısını yazdığı olay.Fransız ajanları, Paris’teki Alman askeri ateşesinin çöplerini karıştırırken, Fransız generallerden birinin yaveri olduğu anlaşılan bir subayın ateşeye yazdığı mektubu bulurlar.Ve Yahudi asıllı yüzbaşı Dresfus’u ‘bu el yazısı onundur’ diye tutuklarlar.Dresfus yargılanıp mahkum olur ama ortada sağlam bir delil yoktur.O sırada Fransız ordusunun en parlak subaylarından biri olan Albay Picar istihbarat servisinin başına getirilir.Ve generallerden biri ondan Dresfus meselesini bir araştırmasını ister.‘Dreyfus’un niye casusuluk yaptğını anlayamadık, bir araştır’ der…Albay bulduğu tüm belgeleri inceler, Alman ateşesini takip ettirir, asıl casusun başkası olduğunu, Dresfus’un sadece Yahudi olduğu için mahkum edildiğini anlar.Kendisini göreve getiren generale her şeyi anlatır, ‘Dresfus’un serbest bırakılması gerekiyor’ der.Ama generaller ‘biz Dresfus’u casus diye mahkum ettik, şimdi onun gerçek casus olmadığını söylersek ordunun güvenirliliği ve prestiji sarsılır, sen bu olayı unut’ derler.Albay ise gerçek şuçlu dışardayken suçsuz bir adamın hapse atılmasını içine sindiremez, bunu hem kendi hem de ordunun onuruna yediremez ve konuşmaya karar verir.Ülkesi ve ordusu için alçaklık etmesi istenmektedir ama vicdanı buna razı olmaz.Zola da işin içine karışır, ‘suçluyorum’ başlıklı yazısını yazar ve halka Dresfus’un masum olduğunu açıklar.Halk ikiye bölünür, Dresfus’un masum olduğuna inanan ‘hainler’ ve Dreyfus’un suçlu olduğunu savunan ‘vatanseverler’.Albay Picar’ı hapse atarlar.Ama Fransa işin ucunu bırakmaz…Generallerin kendi çıkarlarıyla, ordunun ve ülkenin çıkarlarını birbirine karıştıkları anlaşılır ve Dresfus’la albay serbest kalır.O albay daha sonra savunma bakanı olur.Nereden mi aklıma geldi bu böyle?Bilmem… sanırım çağrışım dünyasının parlaklığından.‘Masum bir asker bırakılıyor’ denince aklıma gerçekten ‘masum’ asker Dreyfus geldi sanırım.***Mahkemeler İlker Başbuğ’u bırakınca askerleri, hükümeti, cemaati düşündüm.İçlerinden hangisi ya da hangileri ülke çıkarlarıyla kendi çıkarlarını karıştırıp masum insanları yok etmiştir acaba diye aklımdan geçti. Galiba cevap ‘hepsi’, değil mi?Hepsi birbirinin aynıyken, birbirlerine düşman olabiliyor ya da düşmanımın düşmanı dostumdur diye ilişkiler kurabiliyorlar. İlker Başbuğ ‘Cemaatin orduya sızmasını engellediğim için intikam gerekçesiyle beni hapse attılar’ demişti, yattığı Silivri’den.O halde şimdi ne olacak?İlker Başbuğ ve hükümet beraber mi intikam alacaklar cemaatten?Ya da ‘AKP ve ordu, cemaat düşmanlığını bahane ederek işbirliği mi yapacaklar?’Ordu, AKP’nin yanında siyasete mi girecek?Eski günlere mi döneceğiz?***Türkiye’nin kendi Dreyfuslar’ı oldu, suçsuz çok insan hapse atıldı.Ama Türkiye’nin bir başka özelliği daha var.Devletle ilişkili olan suçluları hapse atmıyor, atarsa da bir süre sonra bırakıyor.Şimdi yeni bir “bırakılma” dalgası yaşıyoruz.İlker Başbuğ serbest kalırken, Hrant Dink cinayetinini sanıklarından Erhan Tuncel de, Zirve katliamının sanıkları da serbest kaldı.Daha birçoğu da serbest kalacak.Dreyfus gibi haksızlığa uğradıkları için mi serbest kalıyorlar yoksa AKP’nin orduyla elele vererek yeni bir “vesayet sistemi” kurmasının başlangıcını mı izliyoruz?AKP’ye karşı daha önce darbe girişimleri hiç yapılmadı mı, o darbe girişimlerinin suçluları yok muydu?Ergenekon bağlantılı cinayetler hiç işlenmedi mi, Hrant Dink’i, Zirve yayınevindeki Hrıstiyanları öldürenler ‘birkaç öfkeli çocuk’ muydu?***Cemaatin ‘kurbanı’ olan Dreyfuslar’ı mı serbest bırakıyoruz?Yoksa AKP-Ergenekon ittifakı mı oluşturuyoruz?Sizce hangisi?