Geçen gün güneş yaramaz bir çocuk gibi dolanıyordu penceremin önünde.Beni baharın geldiğine iyice inandırmak, sıcaklığıyla bu ülkede bile mutlu olunabileceğini düşündürerek kandırmak istiyordu sanki. Oysa dışarısı buz gibiydi.Güneşe kanıp çıkarsanız dışarı, neredeyse bir kış günü gibi soğuktan titriyordunuz aslında...Ama bir yanda da güneşe kanmaya da korkmayalım artık ne olur yani biraz üşüsek diye aklımdan geçiyordu... Gerçekten mevsimlere bile temkinle yaklaşılması gereken bir zamandan geçiyoruz.Üşümek bile bizi korkutuyor sanki artık, güneşin bile bizi kandırmasına tahammülümüz kalmamış gibi... Temkinli, kederli, ağırbaşlı ve uslu duruyoruz..Sokakları, aşkı, kadınları, erkekleri düşünmemeye çalışıyoruz.Deniz kenarındaki salaş lokantaları, baş başa yemekleri, ılık bir rüzgârla müziğin ritmine bıraktığımız bedenleri, gülüşmeleri aklımıza getirmemek için uğraşıyoruz... Ama düşünüyoruz...Öyle değil mi?Ne mutlu ki, öyle görünse de tek derdimiz bu ülkenin nereye gittiği değil!Ben düşünüyorum doğrusu.Sokakları, kahkahaları, rüzgârı, çıplak ayaklarla dolaşmayı, deniz kokusunu...Bahar tüm haşmetiyle şehre yerleşti...Havada kışkırtıcı bir şeyler var.Ağırbaşlı ve uslu olamıyorum ben artık.Olmak istiyorum, seçimleri, memleketin durumunu, kutuplaşmayı, sıkıcı daha birçok şeyi düşünüyorum ama olmuyor.Ben bahara da güneşe de kanmak istiyorum.William Wordsworth’un sevdiğim bir dizesi var :“Bırakın da doğa size dadılık etsin.”Ben bırakıyorum...Kanıyorum bu serin güneşe ve Çeşme’ye Alaçatı Ot Festivali’ne gidiyorum...Bu yıl beşincisi yapılıyor...Bu bir ot toplama ve topladığınız otlarla yemek yapma festivali aslında...Doğayı seven, doğaya düşkün insanların toplanıp eğlendiği iki gün...Efsaneye göre Alaçatı çevresinde 1001 çeşit ot yetişiyormuş...En çok çeşit kim toplarsa yarışması...Dönüşte size, doğa bize ne diyor, hangi sırları veriyor, hepsini anlatacağım... Herhâlde memleket biz bahara inandık, doğanın uyanışını seyretmeye gittik diye batmaz.Nasılsa daha geride bahara kanmayan pek çok ‘akıllı’ var...
Sanki artık sadece insanlar değil hayatlar da ölüyor bu ülkede… Havai fişekler gibi patlıyor yalanlar, sahtekârlıklar, aldırmazlıklar bayrak direklerine çekiliyor görmeyen kalmasın diye…Bir yerlerde kiraz çiçekleri açsa da biz hep diğer yanda kalıyoruz sanki… Siz yaşıyorum zannediyorsunuz ama aslında hayatınız ölüyor…***Geçtiğimiz hafta sonu Antalya’ya gittim.Bu pörsümüş, buruşmuş, solmuş bir hayattan sağlıklı ve renkli bir hayata geçtim.Sanki başka bir âleme yolculuk ettim…Çocukların çok kolay öldüğü bu topraklarda, yaşayan, yaşatılan çocuklar gördüm.Belek National Golf Club’da golf öğrenen Antalya’nın köylerinden gelmiş 60 çocuk…***Bu cümleye şaşırdıysanız eğer bir de benim gördüğümü görseydiniz ne hissederdiniz acaba?Hayatın tüm zorluklarını o ürkek bakışlarında taşıyan, çekingen gülümsemeleri olan, içinde bulunduğu hâli yadırgasa da gelecekten umutlu yaşları 7 ile 18 arasında değişen 60 çocuk…O çocukları sırtlarında golf çantaları heyecanla top vurmaya giderken gördüğünüzde ne kadar zorlasalar da tüm hayatları öldüremediklerini görüyorsunuz…Yüzünüze tıpkı o çocuklar gibi çekingen ama umutlu bir gülümseme yerleşiyor sonra.Kimse duymasa da dudaklarınızdan ‘olabilir’ lafı dökülüyor, ‘Evet bu çocuklar kurtulabilir…’***Çocukların pek çoğu Antalya Yetiştirme Yurdu’ndan.Golften, İngilizceden, nasıl yemek yenirden, ne zaman ne giyilirden, nasıl mutlu olunura kadar pek çok şey öğreniyorlarmış burada. İşte ben o ‘burada’ya gittim geçtiğimiz hafta sonu…Belek National Golf Club Junior Akademi. Uzun zamandır bu kadar etkilenmemiştim sanırım hayattan.O yaralı gözlerle, sırtlarında asılı çantalarda golf sopaları taşıyan çocuklar bana hayatın yokuşunun çok dik olduğunu ama hayatın ölmediğini fısıldadı.***Sonra sizin merak ettiğiniz şeyleri merak ettim ben de tabii…Bütün bunları kim yapıyor?Turgut Özal’ın da yatırım konusunda danışmanlığını yapmış yatırımcı Bülent Göktuna... National Golf Club’ın sahibi, uluslararası yatırım şirketi Mineks’in ve İstanbul Cerrahi Hastanesi’nin Yönetim Kurulu Başkanı, şimdilerde de antiaging üzerine Ageless isimli bir klinik açmakta olan bir doktor… Ve tabii bir golfçü.Çocukları çok sevdiği ve onların iyi birer golfçü olmasını istediği her hâlinden belli olan biri Göktuna.Hayatın bir yanı çürüyüp kokuşurken diğer yanında çocukların gülümsediğini görmek bana iyi geldi doğrusu…Geldiğim karanlığı unuttum çocukları izlerken.***Sonra beni düşündüren bir şey daha oldu; AK Parti Antalya Milletvekili, AB Bakanı ve Başmüzakereci Mevlüt Çavuşoğlu ile tanıştım orada. Golf oynuyormuş o da…Sabahları altı buçukta, hatta beşte bile oynadığı oluyormuş.Sohbet ettik bir süre.Açıkçası, o yanıma gelmeseydi sanırım ben onunla sohbet etmeyi pek de aklımdan geçirmezdim.Siyasetin hepimizi karanlığa hapsettiği, özgürlüklerin yok olduğu, siyasetin hayata cevap veremediği şu günlerde bir siyasetçiyle konuşmayı sanırım pek de cazip bulmazdım… Ama golf mü insanı başka biri yapıyor, Mevlüt Çavuşoğlu mu zaten ‘başka’ biri bilmiyorum ama AK Partili bir bakana rastladım gibi hissetmedim onunla konuşurken.Uygar ve yumuşak bir üslupla konuşan, iyi yetişmiş bir adamdı karşımdaki.***Hayat tamamen ölmemiş bu ülkede.Hâlâ sevindirici, şaşırtıcı küçük vahalar yeşeriyor bu çölün içinde.O vahalardan birine rastladım işte Antalya’daki golf akademisinde, çocukları izledim, onlar için umutlandım.Nefes aldım biraz.Bu ülkenin aslında ne kadar güzel ve mutlu bir yer olabileceğini bir kez daha fark ettim ve bir gün hak ettiği mutluluğa kavuşacağını hayal ettim o çocukları izlerken.
Alphonse Daudet’nin o oymalı uslubuyla anlattığı çocukluk hikayeleri, hem biraz hüzünlü hem biraz hergelece hem de epeyce çocuksudur.O hikayelerden birinde, okuldan kaçan küçük bir çocuğun macerasını anlatır.Oğlan, okuldan kaçıp nehirde kayıkla gezmeyi çok sever.Okulun sıkıntılı koridorlarında dolaşıp sınıflarda bunaltıcı dersler dinlemek yerine, üstüne salkımsöğütlerin sarktığı ıssız nehirde tek başına dolaşmayı yeğler.Gene birgün okuldan kaçıp kayığına biner, kendini yaşadığı o büyük maceraya bırakır.Kaptırır kendini, yaşadıklarına... Her havaya kalktığında uçlarından damlaların döküldüğü küreklere, küreklerin bir örümcek ağı gibi suda bıraktığı izlere, suya dokunan dallara, kenardaki sazlıklara...Her zamankinden daha uzağa gider bu sefer.Dönüş saati geldiğinde yetişemez eve zamanında...Ancak karanlık çökerken eve varır.Annesi, babası, büyükannesi, büyükbabası merakla küçük çocuğu beklemektedirler.Heyecanlı ve endişelidirler.Eve girince bütün gözler üzerine çevrilir.Biraz önceki endişeli bekleyiş, çocuk sağ salim gelince yerini öfkeye bırakır.Çocuk bu durumdan kurtulmak için bir yalan söyler.Hiç düşünmeden, tasarlamadan, aniden...“Papa öldü” der.Çok dindar olan aile, bu haberi duyunca çocuğu unutur.Ağlamaya başlarlar.Çocuk da durumu pek anlayamasa da, paçayı kurtardığına sevinir.***Okuldan, işten, evden arada bir kaçıp nehirlerde, kitapçılarda, kahvelerde, sokaklarda, sinemalarda dolaşıp sere serpe serserilik etmek çok genç yaşımdan beri çekici gelir bana.Tıpkı baharın kokusu sarmışken şehri, hepimizin hissettiği gibi...Ya da pek çocuğumuzun...Belki de azımızın bilemiyorum...En olmadı, sadece sizin ve benim hissettiğimiz gibi insanın herşeyden kaçası geliyor bazen...O kimsenin olmadığı nehirde salkımsöğütlerin gölgesinde tek başına durmak istiyor insan...Çocukken de böyleydim ben...Her zaman, bir kuytuda kitap okumayı, tek başına sinemaya gitmeyi, deniz kenarında çay içmeyi, Beyoğlu’nda yürümeyi, okula gitmeye tercih etmiştim.O yüzden de zaten bir kız çocuğuna, hocalara göre yakışmayacak bir haylazlığım vardı.Bahçe demirlerinden atlayarak kaçardık okuldan.Sahaflarda dolanırdık, vapur kenarlarından denize sarkardık, sinemaya giderdik bolca, bazen bir kafede oturup büyükleri taklit eder, siyasi tartışmalar yapardık. Ama bundan çok hızlı sıkılırdık.Ben hocaların bana yakıştıramadığı haylazlığı çok severdim.Hayat, okuldan her zaman daha zevkliydi benim için...Üstelik benim “Papa öldü” hikayelerim de oldukça iyiydi.Ya da belki de hep inanmış gibi yaptı annem...İnsan ancak anne ya da baba olduğunda yalanın komik birşey olduğunu anlıyor.Her anne her baba çocuğu yalan söylediğinde anlar çünkü...Ama çocukken nasıl da tasarlanmış, ‘akıl’ dolu çok müthiş yalanlar söylediğimize inanırdık değil mi? Gerçi artık büyükler de ‘akıl dolu’ yalanlar söylediklerine inanıyor…Dün gazeteleri okurken, baharın da güzelliği çökmüşken şehre, gene içimden tüyme isteği geldi herşeyden bu yüzden... Politikadan, Kılıçdaroğlu’ndan, Başbakan’dan, İlker Başbuğ’dan, seçimden sonuçlarından büyüklerden, küçüklerden, trafik kazalarından, Genelkurmay’dan, başlayacak dizilerin reklamlarından...O ağaçların dalları suya değen nehirlere kaçmak istedim.Üstelik şimdi, geri döndüğümde bana öfkeli gözlerle bakanlara iyi bir yalanım da var.İster inansınlar... İster inanmasınlar...Papa öldü!
Bir bakın çevrenize.Durun ve yaşadığınız hayata bir bakın.Gördüklerinizden hangisi gerçek?İktidar mı, devlet mi, dindarı mı, milliyetçisi mi, işçisi mi, zengini mi, liberali mi, gazetecisi mi, polisi mi, yargıcı mı, ordusu mu, generali mi?Hangisi, kendi mesleğiyle ya da konumuyla ilgili evrensel tarife uyuyor?Hangisi, dünyanın gelişmiş bir ülkesinde bugünkü haliyle var olabilir, kabul görebilir?***Anayasa Mahkemesi Twitter’ın açılması gerektiğini, insanların ifade özgürlüğünün kısıtlandığını söylüyor…Hükümet bunu dinlemiyor.Gerçek bir Anayasa Mahkemesi’nden ya da gerçek bir hükümetten söz edilebilir mi şimdi bu ülkede?Kararı “yok sayılan” bir Anayasa Mahkemesi olabilir mi?Anayasa Mahkemesi’nin kararını dinlemeyen bir hükümet olabilir mi?Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulamayan bir hükümet meşru ve gerçek bir hükümet olabilir mi?***Sanki bir devlet yok, onun yerine parodisi var.Gerçek bir devlette “güçler ayrılığı” vardır, yargı karşısında sınırları belirlenmiş bir hükümet vardır, mahkeme kararlarına saygılı bir devlet çarkı vardır.Mahkeme kararlarını uygulamayan, mahkeme emirlerini yok sayan kim olursa olsun yargılanır.Yargının emirlerini dinlemeyen bir “yürütme” meşruiyetini neye dayandıracak?Hukuksuz bir meşruiyet olabilir mi?Yargısı etkisizleştirmiş, yürütmesi meşruiyet dayanağını kaybetmiş bir toplumda hukuk düzeni nasıl sağlanacak?Bir toplum varlığını hukuksuz bir şekilde sürdürebilir mi?***Ya medya? Peki medya gerçek mi?Bütün sahtekarlıkları tek tek ortaya çıkarmayı amaçlamayan, haksızlıklara, hukuksuzluklara, yalanlara, hırsızlıklara gözlerini kapayan bir medya gerçek olabilir mi?Gerçekleri söylemeyen bir medya ne işe yarar?Toplumun çıkarlarını ve hukukun gerekliliğini korumayan bir medya görevini nasıl yapar?***CHP gerçek mi ya da MHP?Demokrasiye, insan haklarına, Kürt sorununa, üretimin nasıl artacağına aldırmayan, kendini yenilemeyen bir parti gerçekten sosyal demokrat olabilir mi?Ya da başkalarının anadilde konuşmasını istemeyen, kendi anadilinde de kendisi doğru dürüst konuşamayan, tarihini, şiirini, kültürünü bilmeyen bir milliyetçi olabilir mi?Zenginliklerini kendi yaratıcılıklarına değil devletten aldığı işlere, kredilere, ihalelere borçlu olan işverenler olabilir mi?Çalmayı mubah gören memurlar olabilir mi?Hükümeti desteklemeyenlerin düşman olduğuna inanan, kendi çıkarları için onurlarını satmaktan çekinmeyen, savaşı, haksızlığı destekleyen “liberal” olabilir mi?Haksızlıklara susan, başkasının hakkını çalan, yalan söyleyen, kibirlenen dindar olabilir mi?Peki bütün bu sahtekarlıkları sineye çeken, benimseyen bir toplum gerçek bir toplum olabilir mi?***Neredeyse ülkede gerçek tek bir şey yok.Ne toplum gerçek bir toplum, ne devlet gerçek bir devlet.Artık değil bir devlet, “devlet görüntüsü” bile kalmadı.Bir bütün halinde hukuksuzluğun dibine çöktük.Bir toplum, bu “sahteliklerle”, devletsiz bir kaosla yoluna çok fazla devam edemez.Ya dağılır gider ya da silkinip yeniden kendini inşa eder.Hangisi olacağını göreceğiz.Hangisinin olacağına da biz karar vereceğiz.Bizden başkası değil.
Yazının başına, ‘seçimlerle ilgili bir şey yazmayacağım, hatta kendimi tutabilirsem baharın gelişinden, çiçeklenen ağaçlardan, hayatın inceliklerinden, zevklerinden söz edeceğim bundan sonra, bir daha siyaset yazmayacağım’ diye oturuyorum.Zaten, konuyu iyi bilenler, iyi bilmeyenler, muhalifler, militanlar, yandaşlar, herkes, hepimiz yazıyoruz, uzunca bir süredir üstelik.Bir süre ne siyaset duymak, ne yazmak, ne okumak istiyorum aslına bakarsanız…Baharın gelişine tutunarak buralardan gitmek istiyorum hatta, size başka şeyler yazmak istiyorum…Türkiye’yle beraber çürüsün istemiyorum hayatım ve harflerim.Çürüyormuş gibi hissediyorum çünkü…***Bu isteğin aslında bir “yenilgi” duygusundan kaynaklandığını da biliyorum elbette. Kuşak kuşak süren bir mücadelenin çaresizlik ve yenilgi duraklarından birini yaşıyoruz yine işte.Adalet, ahlak, özgürlük, eşitlik çığlıklarının toplumun duvarlarına çarpıp eridiğini görmek çok da kolay değil tabii.Bu, sadece AKP’nin oylarının yüzde 45 olmasıyla ilgili de değil.Geriye kalan yüzde 55’in de bu değerlere çok sahip çıkmadığını görmekten de kaynaklanıyor biraz.O yüzde 55 bu değerlere gerçekten sahip çıksaydı, yüzde 45’lik bir oyla AKP bu baskı iklimini gene de yaratamazdı…***Türkiye kendi sorunlarından alabildiğince korkuyor.Seçimlerin sonucu bu ülkenin sorunlarını çözmeye cesaretinin yetmeyeceğinin, bu cesaretsizliğin de koca bir şaşkınlığa dönüştüğünün işareti…Seçimlerde kavga eden partilerle bu ülkenin hangi sorununu çözebilirsiniz aslında düşünsenize…Hiçbirini…Sorunları çözebilecek bir siyasal örgütlenmeyi de bu toplum henüz kendi bünyesinden çıkartamıyor ne yazık ki…***Şimdi bunlar için mi erguvanlara, dışarda oynaşan şıkır şıkır sabahlara ihanet edeceğiz?Toplum kilitlendi bana sorarsanız, çökmüş bir devlet yapısı ve iflas etmiş bir siyasal sistemle yaşamaya çalışıyoruz…‘Sandıklara sahip çıkın’ mesajlarının atıldığı seçimler yaşıyoruz.Başbakan, muhalif olmayı vatan hainliğine sokacak kadar eleştiriye düşman.Onu alkışlayan milyonlar…Nazım Hikmet herhalde, “akrep gibisin kardeşim” şiirini böyle bir çaresizlik zamanında yazdı.***Dışarda insanı alabildiğine kışkırtan, yaşamaya çağıran bir bahar…İçinde “bir hayat burada, bu saçmalıklarla kayboluyor” kederi.O acı veren “değer mi” sorusu?“Burası kolay kolay düzelmez, burası yüzyıllardır süren baskılarla, yasaklarla sakatlanmış, iyileşmesi çok uzun sürecek” düşüncesi.Osmanlı’nın yaptığı hataları aynen tekrarlayan cumhuriyetin demokrasiden bu kadar kopuk bir şekilde kitleleri yönetmesinin derin hasarlar yarattığını bilmenin ümitsizliği…***Dışarda bahar var.Ağaçlar çiçek içinde.Ben buranın çocuğuyum, bu gerçeğin, bu kederin, bu yenilginin çocuğum.Her yenilgiyle düşer, yeniden kalkarım.Büyük dedemi idamla yargıladılar, dedem yıllarca hapis yattı, babam yüzlerce davadan geçti, ben bir yenilgiyle yıkılmam.***Çiçeklerin, ağaçların, bu çılgın baharın ortasında, bir daha, derinden ve aşkla yeniden başlamanın vakti şimdi…“Adalet, eşitlik, özgürlük istiyoruz ve hep isteyeceğiz.”Yenilmek ayıp değil ama yenilginin altında ezilmek ayıp.Ümit etmekten vazgeçtiğinde biter bu hayat, ağaçları görmezsin, çiçeklerle neşelenmesin.Ben vazgeçmem, biz vazgeçmeyiz.Bu ağaçlara, bu bahara, bu hayata bir borcumuz var.O borcumuzu öderiz.
İnsan içine çöken acılarla yaşamayı öğreniyor…İnsan canını acıtanlarla yaşamayı ögreniyor…İnsan, olsa yaşayamayacağını zannettiği ne varsa, olduğu zaman ölmediğini öğreniyor…İnsan kendisi hakkında zannettiği her şeyin öyle olmadığını bu ülkede istemese de öğreniyor…Bu ülke insana kendi hakkında pek çok fikir veriyor…Bu ülke size kim olduğunuzusöylüyor.***Bu ülkenin yüzümüze kim olduğumuzu haykırdığını düşünüyorum.Alçaklıkları, hainlikleri, yalanları, riyaları, anlamsızlıkları, kötülükleri bu kadar net olan başka bir ülke var mı bilmiyorum.Kendi kendimizin turnusol kağıdı gibiyiz…Önümüzde hep basit seçenekler var, bir alçak olabilirsiniz ya da alçak olmayı hayatınız pahasınareddedersiniz…Yalancı olabilirsiniz, ya da sadece sevdiklerinizin gözünde sizinle ilgili görebileceğiniz en ufak bir hayal kırıklığı için bile yalan söylemezsiniz…Hain olabilirsiniz ya da hain olarak zengin yaşamaktansa onurlu bir adam olarak aç yaşamayı tercih edersiniz.Basit yani yaşam bu ülkede…Seçenekleri keskin, belirgin.***Hiç tanımadığın insanların ölümüyle yaşaması arasında bir seçim yapacaksın.Alçaklıkla dürüstlük arasında bir seçim yapacaksın.Savaşla barış arasında bir seçim yapacaksın.Yalanla doğru arasında bir seçim yapacaksın.Dalkavuklukla dik durmak arasında bir seçim yapacaksın.Haksızlıkla adalet arasında bir seçim yapacaksın.Birkaç kuruş için haysiyetini satmakla, haysiyetini hiç bir paranın alamayacağı bir servet gibi sahiplenmek arasında bir seçim yapacaksın.***Ne garip, bu ülke seçimlerinizle size kim olduğunuzu söylerken yaşattığı acılarla da kim olduğunuzuunutturuyor…Karşılaştığınız kederin içinde ezilip yok oluyorsunuz sanki.Gününüz istediğiniz, aklınızdan geçtiği gibi değil o ülkenin kaderi neyse öyle geçiyor.***Bu ülke hepimizi bir seçimezorluyor.Keskin bir seçime.Hayat mı, ölüm mü?Haysiyet mi, haysiyetsizlik mi?Alçaklık mı, dürüstlük mü?Neyi seçtiğinizi kimse bilmese siz bileceksiniz.Her sabah olmayı seçtiğiniz o insanın yüzüne aynada siz bakacaksınız çünkü…PS: Bugünün önemi nedeniyle eski bir yazıdan… Hepinize iyi seçimler…
Meydana geldikleri anda çok önemli gözükmeyen ya da önemi çok anlaşılamayan birçok olay eğer şartlar olgunlaşmışsa kendi boyutlarını aşan çok büyük bir olayın başlangıcı olabilir... Birinci Dünya Savaşı’nın patlayan tek bir tabancayla başlaması gibi…Pazar günü yerel seçim var.Neredeyse hepimizin hayatını belirleyecek kocaman bir siyasal çatışmaya dönüştü bu seçim.Bütün bu çatışmanın taşlarını döşeyen başlangıç noktası, nasıl da hükümetin çok önemli bulmadığı bir olaydı kim bilir…Başbakanın hangi düşüncesi, hangi planı, ağzından çıkan hangi cümlesiyle kendisinin ve bizim kaderimiz değişti acaba?Kim bilir başbakan ne dediği, ne düşündüğü gün hem kendisinin, hem hepimizin, hem Türkiye’nin kaderini değiştirdi.Türkiye’de herkesin onu alkışlamasını sağlayacak bir medya düzeni kurmanın iyi olacağını düşündüğü gün mü?Her şeyi yapabileceğine kani olduğu gün mü?Artık hiç kimsenin, hiçbir gücün karşısında duramayacağına inandığı gün mü?Böyle bir gün, bir karar verdi ve her şey değişti mi?***Pazar günü seçim var, Başbakan kaderin değiştiği o anı geriye dönüp yeniden değiştirmek ister mi acaba?Yoksa gelişmelerden çok mu memnun?Bütün bu olanlara, yolsuzluklara, iddianamelere, fezlekelere, tapelere, ortaya dökülen suçlara rağmen seçimi kazanabileceğini anlaması onun kendine güvenini daha mı artırdı?“Yolum açık” diye mi düşünüyor?Bu çatışmaların, kutuplaşmaların, bilenen nefretlerin işine yaradığına mı inanıyor?***Başbakan bir gün bir karar verdi ve her şey değişti.Anlaşılan o ki biz bu değişimin daha başlangıcındayız.Birbirinden neredeyse ölesiye nefret eden, birbirinin varlığına tahammül edemeyen iki büyük kitle var.... Başbakan, bu kesimlerden birinin “başbakanı”, diğer kesimi, o kesimi oluşturan bütün parçaları ise “düşman” olarak görüyor.Böyle bir ülke yönetilebilir mi?Başbakan böyle bir ülkeyi bu şartlarda yönetebilir mi?Kendisine “ayakkabı kutuları” gösteren milyonlarca insanın saygısını yeniden kazanabilir mi?Korkunç tapeler dökülüyor ortalığa.İnsan sadece ürküyor doğrusu bu kaosdan…***Pazar günü seçim var, o seçimden sonra bu ülke nasıl yönetilebilecek?Demokrasi sürecek mi, sürebilecek mi?Yolsuzluklar ne olacak?Birbirinden nefret eden ve bir tanesinin üstündeki baskı gittikçe artan iki kesimin çatışması nasıl önlenecek?Önlenebilecek mi?***Başbakan, bir gün kendisine gayet “anlamlı” gözüken bir karar verdi ve kaderimiz değişti.O “kaderin” getireceklerinden ürküyorum ben.Hem de çok ürküyorum.