Alphonse Daudet’nin o oymalı uslubuyla anlattığı çocukluk hikayeleri, hem biraz hüzünlü hem biraz hergelece hem de epeyce çocuksudur.
O hikayelerden birinde, okuldan kaçan küçük bir çocuğun macerasını anlatır.
Oğlan, okuldan kaçıp nehirde kayıkla gezmeyi çok sever.
Okulun sıkıntılı koridorlarında dolaşıp sınıflarda bunaltıcı dersler dinlemek yerine, üstüne salkımsöğütlerin sarktığı ıssız nehirde tek başına dolaşmayı yeğler.
Gene birgün okuldan kaçıp kayığına biner, kendini yaşadığı o büyük maceraya bırakır.
Kaptırır kendini, yaşadıklarına... Her havaya kalktığında uçlarından damlaların döküldüğü küreklere, küreklerin bir örümcek ağı gibi suda bıraktığı izlere, suya dokunan dallara, kenardaki sazlıklara...
Her zamankinden daha uzağa gider bu sefer.
Dönüş saati geldiğinde yetişemez eve zamanında...
Ancak karanlık çökerken eve varır.
Annesi, babası, büyükannesi, büyükbabası merakla küçük çocuğu beklemektedirler.
Heyecanlı ve endişelidirler.
Eve girince bütün gözler üzerine çevrilir.
Biraz önceki endişeli bekleyiş, çocuk sağ salim gelince yerini öfkeye bırakır.
Çocuk bu durumdan kurtulmak için bir yalan söyler.
Hiç düşünmeden, tasarlamadan, aniden...
“Papa öldü” der.
Çok dindar olan aile, bu haberi duyunca çocuğu unutur.
Ağlamaya başlarlar.
Çocuk da durumu pek anlayamasa da, paçayı kurtardığına sevinir.
Okuldan, işten, evden arada bir kaçıp nehirlerde, kitapçılarda, kahvelerde, sokaklarda, sinemalarda dolaşıp sere serpe serserilik etmek çok genç yaşımdan beri çekici gelir bana.
Tıpkı baharın kokusu sarmışken şehri, hepimizin hissettiği gibi...
Ya da pek çocuğumuzun...
Belki de azımızın bilemiyorum...
En olmadı, sadece sizin ve benim hissettiğimiz gibi insanın herşeyden kaçası geliyor bazen...
O kimsenin olmadığı nehirde salkımsöğütlerin gölgesinde tek başına durmak istiyor insan...
Çocukken de böyleydim ben...
Her zaman, bir kuytuda kitap okumayı, tek başına sinemaya gitmeyi, deniz kenarında çay içmeyi, Beyoğlu’nda yürümeyi, okula gitmeye tercih etmiştim.
O yüzden de zaten bir kız çocuğuna, hocalara göre yakışmayacak bir haylazlığım vardı.
Bahçe demirlerinden atlayarak kaçardık okuldan.
Sahaflarda dolanırdık, vapur kenarlarından denize sarkardık, sinemaya giderdik bolca, bazen bir kafede oturup büyükleri taklit eder, siyasi tartışmalar yapardık. Ama bundan çok hızlı sıkılırdık.
Ben hocaların bana yakıştıramadığı haylazlığı çok severdim.
Hayat, okuldan her zaman daha zevkliydi benim için...
Üstelik benim “Papa öldü” hikayelerim de oldukça iyiydi.
Ya da belki de hep inanmış gibi yaptı annem...
İnsan ancak anne ya da baba olduğunda yalanın komik birşey olduğunu anlıyor.
Her anne her baba çocuğu yalan söylediğinde anlar çünkü...
Ama çocukken nasıl da tasarlanmış, ‘akıl’ dolu çok müthiş yalanlar söylediğimize inanırdık değil mi?
Gerçi artık büyükler de ‘akıl dolu’ yalanlar söylediklerine inanıyor…
Dün gazeteleri okurken, baharın da güzelliği çökmüşken şehre, gene içimden tüyme isteği geldi herşeyden bu yüzden...
Politikadan, Kılıçdaroğlu’ndan, Başbakan’dan, İlker Başbuğ’dan, seçimden sonuçlarından büyüklerden, küçüklerden, trafik kazalarından, Genelkurmay’dan, başlayacak dizilerin reklamlarından...
O ağaçların dalları suya değen nehirlere kaçmak istedim.
Üstelik şimdi, geri döndüğümde bana öfkeli gözlerle bakanlara iyi bir yalanım da var.
İster inansınlar... İster inanmasınlar...
Papa öldü!