19 Mayıs’ta İzmir’deydim. İzmir’in nasıl koyu bir Atatürk fanatizmi taşıyan, Ak Parti ‘düşmanı’ bir şehir olduğunu anlatmama gerek yok sanırım...Ve aynı İzmir, insanların büyük bir sükûnetle hareket ettiği, kimsenin kimseye karışmadığı, huzurlu, mutlu bir şehirdir aynı zamanda...İstanbul’un gerginliği İzmir’de yoktur.İzmirliler çimenlere yayılmayı, bira içmeyi, mutlu olmayı sever.Ama eğer yanlarında Atatürk ya da Ak Parti’yle ilgili bir şey söylerseniz o yumuşak şehrin insanının nasıl sizi ısıra ısıra öldürmek istediğini de görürsünüz.İzmirli arkadaşlarımla ben politika konuşmam.Onları severim çünkü ama arada dalga geçmeyi de ihmal etmem ‘İzmir Tayyip Erdoğan’a benziyor’ derim, çok kızarlar.‘E siz de farklı fikirleri sevmiyorsunuz, o da sevmiyor. İki uçta olanlar birbirleri için aynı türde suçlamalar yapıyor, birbirleriyle benzeşiyorlar yani. Bence benziyorsunuz’ deyince kavga etmeyiz ama gözlerindeki kızgınlığı fark ederim.O yüzden az konuşuruz bunları.Ama Yılmaz Özdil’in ‘Soma vakası‘nı ne kadar dirensek de konuşmak zorunda kaldık doğrusu.***Aralarında daha aklı başında olanlar Yılmaz Özdil’in o nobran dilini sevmediklerini söylediler; bir kısmı o nobranlıktaki zekâya hayran olduğunu söyledi, bir kısmı da ‘kim olursa olsun, ne olursa olsun Tayyip Erdoğan’a kafa tutan herkes benim için büyük insandır’ dedi.Siz ne düşünüyorsunuz bilmem, gerçi araya da tatil girdi ama benim için konu henüz eskimedi.Başbakan’ın en keskin ya da en keskin gözükmeyi seven “muhaliflerinden” biri Yılmaz Özdil.Soma’da hayatını kaybedenlerle ilgili bence kendi çevresine bile açıklamakta zorlanacağı şeyler söylediği iddia edildi.Her ne kadar kendisi o sözleri söylemediğinde ısrar etse de, bende ince bir sızı ve kuşku bıraktı o sözler...Hatta Twitter’da ‘Yılmaz Özdil bunu hep yapıyor’ diyerek Uludere katliamından sonra yazdığı o tuhaf, insafsız, çirkin yazıyı koyanlar oldu.***Ama benim ilgimi bunlardan daha çok, Başbakan’la en keskin muhalifinin birbirine benzemesi çekiyor.Biri yüzlerce insanın öldüğü Soma’da adam dövebiliyor, öteki de ölenlerin ‘verdikleri oylardan’ dolayı ölümü hak ettiklerini söylüyor.İzmirli dostlar bu yazdıklarıma çok kızıyorlar işte... ‘Başbakan iktidarı bıraksa, ülkeyi Özdil gibiler yönetse ne değişir?’ diye sorunca sinirleniyorlar.‘Bu ülkedeki bütün çarpıklıkları, yalanları, gizli kararları, kirli-puslu karanlık işleri sadece Tayyip Erdoğan’ın yaptığı hatalar mı yaratıyor sizce’ diyorum, ‘sistemin, o sistemi besleyenlerin, o sistemden çıkarı olanların hiç mi suçu yok’ diyorum öfkeleniyorlar.***‘Bu ülke Erdoğan’dan önce güllük gülistanlık bir yer miydi?’‘Hatalara karşı bu kadar duyarlıysak, niye Erdoğan’ın yaptıklarından başka hiçbir hataya ‘hata’ diyemiyoruz?’ ‘Neden hükümet karşıtı olmak bizi ‘tanrısallaştırıyor’ düşündünüz mü hiç?’Ama öyle değil mi?Niye Balyoz’a Balyoz, Ergenekon’a Ergenekon, ajana ajan, onurunu satan gazeteciye alçak diyemiyoruz da, Ak Parti düşmanı olmayı kahramanlık sayıyoruz.Dürüst olmadan etkili olmak mümkün mü?***Şu sıralarda Erdoğan’a yapacağınız en büyük iyilik, onun yaptığı her kötülüğü daha büyük bir kötülükle eleştirmek herhâlde...Her şeyi haince bir dille eleştirmek, hiçbir şeyi gerçekten eleştirmemekle aynı anlama geliyor bana sorarsanız.Bu ‘kahramanlığı’ bırakır, gerçekleri görür, gerekeni över, gerekeni yererseniz, toplumsal sorunların çözümü için önerilerde bulunursanız, hem kendinize, hem ülkenize yardım edersiniz bence.Aksi takdirde sürekli aynı adamı kötüleyen, hep aynı lafları tekrarlayan, gerçek sorunlardan hiç söz etmeyen, uyuşturucuyla algıları bulanmış tinerci çocuklara dönersiniz.Bunun da sizin ‘kahraman’laştırması dışında insanlara hiçbir yararı olmaz.Öyle değil mi ama!
Günlerdir acının kavurduğu ruhlarımızla yaşıyoruz bu garip hayatı. Hayat tabii ki Soma’yla beraber durmadı, akıyor... Üstelik de tüm güzelliğiyle. Ama insanın içi acıyor, o güzelliği fark edemiyor. Tüm güzel şeyler Soma’yla beraber gömülüyor sanki... Canım acıyor benim de... Anlatamadığım, tarifsiz bir sızıyla akıyor hayat... *** Düşünüyorum... Düşüncelerimiz mi yoksa bilemediğimiz bir güç mü hayat? Gerçekten onu kontrol etme gücümüz hiç mi yok? O aksini istediği taktirde hiçbir şey bizim istediğimiz gibi olamaz mı? Bu soruların cevabının hepsinin “evet” olma ihtimali insanı nasıl da ürkütüyor, değil mi? Yaşıyoruz, yönetiyoruz, üzülüyoruz, seviniyoruz, her birimiz ötekini ondan daha ‘büyük’ olduğumuzu düşündüğümüz için eziyoruz, hırslanıyoruz, her defasında daha fazlası için kavga ediyoruz ama aslında hayatımızı biz yönetmiyoruz... Hayat ne isterse öyle oluyor. Öyle mi? *** Bunları günlerdir Soma’yı ve acılarını soluk soluğa izlerken, sıralı kazılmış mezarların fotoğrafına bakarken düşünüyorum. Hayat, bir kader mi? Her şey baştan belirlenmiş mi? Bizim söz hakkımız, olayları belirleyecek irademiz hiç mi yok? Sadece sürüklenmek mi bizim dünyadaki rolümüz? ***Bu böyle olamaz. Eğer Tanrı varsa ve hayat “bir imtihansa” nasıl bizim irademize hiç yer tanımaz? Bizim irademiz olmadan hayat nasıl bir “imtihan” olur? Tanrı bizim irademize geniş bir yer ayırmış olmalı yoksa kimin cennete kimin cehenneme gideceği belli olmazdı, hepimizin yaptıklarından, hepimizden daha büyük bir güç sorumlu olurdu. Yaşadıklarımızı sadece Tanrı’yla ve kaderle açıklayamayız, bu Tanrı’ya karşı haksızlık olur. Eğer Tanrı yoksa, o zaman zaten kaderden söz edemeyiz, her şey bizim irademize kalır. Hangi yandan baksanız bizim bu hayatta bir sözümüz, bir gücümüz olduğu görülüyor. Kendi sorumluluğumuzdan kaçmanın yolu yok. ***Böyle baktığımızda, “başımıza geleninin sorumlusu” biziz. Peki Soma’daki işçileri mi sorumlu tutacağız o korkunç akıbetlerinden dolayı. Bu da ağır bir insafsızlık olur. Ortak irademizin kurbanları onlar. Aynı hataları sürekli yapıyor ve sürekli aramızdan birilerini kurban veriyoruz. Ve hiç sormuyoruz, “hangi hatalarımızla kendi parçalarımızı ölüme ve acıya kaptırıyoruz” diye. ***Bedelini ödeyeceğimizi, öleceğimizi, acı çekeceğimizi bile bile nasıl hep aynı hataları tekrarlıyoruz? Nasıl böyle korkunç bir aldırmazlığımız var? Bunun sorumlusu ne Tanrı, ne kader. Bunun sorumlusu biziz, yanlış insanları seçtiğimiz, hayatı denetlemek için hiç bir çaba göstermediğimiz, yanlışları gördüğümüz halde onları düzeltmediğimiz, düzeltmek için kılımızı kıpırdatmadığımız, bütün hatalarımızın sorumluluğunu “kadere” yükleyerek içimizi rahatlattığımız için biziz. ***Yüzlerce yıldır aynı hataları yapıp, aynı bedelleri ödüyoruz. İnsanlarımızı kaybediyoruz. “Biz nerede hata yapıyoruz” diye sormadığımız, o hataları düzeltmediğimiz sürece de kaybedeceğiz. Bir gün o soruyu soracağız elbet... Ama ne zaman? Ve o zamana dek daha ne kadar kurban vereceğiz?
Kaskların ön taraflarına bağlanmış lambaların her harekette kıpırdayan bir damla ışığı, kaygan, kara, yağlı kömür kitlelerinin üzerinde dolaşır.Yeryüzü metrelerce yukarıdadır.Gökyüzü ondan da uzak.Kısa saplı çelik kazmalarla kömür kazarlar.Alışkın burunları hep aynı ölümü koklar:“Grizu nereden gelecek?” Bu bildik tedirginlik hep hazır bekler içlerinde...Onları sevenler hep aynı endişeyi taşırlar içlerinde:“Bugün de ölmeden gelecek mi?”Kömür madenleri yer altında karanlık ve tehlikeli dünyalardır.Bunu herkes bilir.Rutubetli, ürkütücü, ışıksız dehlizler uzayıp gider içlerinde.Ölümün adı anılmayan kokusu kaygan duvarların kuytusunda dolaşıp durur.Ve sonunda bir gün korkulan da olur, korkunç bir patlama duyulur.Dehlizler alevlerle aydınlanır.Ölüm oradadır şimdi, yeryüzü ise metrelerce yukarıda.***Ben bunları yazarken Soma’da kaç madencimizin daha cansız bedenleri sevenlerine teslim edildi acaba?Biraz sonra kim bilir kaç tane daha.***Ama ölmeden de madenci olunabilir.Ölüm bildik bir endişedir onlar için ama ölmemek de vardır siz üzerine düşeni yaparsanız.Hatırlar mısınız? 2010 yılının Ağustos ayında Şili’de altın ve bakır madeninde 700 metre aşağıda 33 madenci mahsur kalmıştı.Aylarca yerin altında kurtarılmayı beklemişlerdi.Yeryüzünün 700 metre altında bir sığınakta yaşamışlardı.Maden çökünce onlar sığınağa saklanarak hayata tutunmaya devam etmişlerdi.Kurtarılmak içinse dört ay daha beklemek zorunda kalmışlardı bulundukları o sığınakta.Dışarıdan beslemişlerdi onları.İhtiyaçları olan şeyler ‘güvercin’ denen küçük kapsüllerle, diğer ucu 700 metre aşağıda olan daracık bir borudan gönderilmişti onlara.***Hayatla ilişkileri kopmasın diye dünyada neler oluyor, düzenli haberler okunmuştu.Maç sonuçları, hava durumu, dünyada yaşanan tüm gelişmeler.Hatırlar mısınız o madencileri?Onlar da madenciydi ama ölüm onların kaderi değildi!Madenlerin, yer altında acil durumlar için sığınaklar yapması bir mucize mi gerçekten?Bizim gibi ülkelerde kesinlikle mucize!***Peki, biz bunları neden yapmıyoruz?Neden insanların ölmesine izin veriyoruz?Neden ölümü bu kadar rahat kabulleniyoruz?Neden yaşamak değil de ölmek bizim kaderimiz oluyor?***“Devletini” sevenlerin bunca çok olduğu ülkede, “insansever” çok az olduğu için sanırım.Hepimizin başı sağolsun.
Artık siyaset yazmak istemiyorum, neredeyse Türkiye gündemine sırtımı döndüm, ruhumu dinlendiriyorum desem yeridir gerçekten.Ama siyasetin tüm manevralarına çok meraklı bir arkadaşım, ‘bunu mutlaka izlemelisin’ deyince bir gece yarısı hemen televizyonu açtım...Gördüğüm şey gerçekten hayli komikti.Ve insanın gözlerinin fal taşı gibi açılmasına neden oluyordu...Kürsüde konuşma yapan siyah cübbeli birine, Başbakan ayağa kalkmış ‘edepsiz’ diye bağırıyordu.Koltuklarda kırmızı yakaları olan siyah cübbeler giymiş insanlar oturuyordu.İnsan ekranı izlerken eşi görülmemiş bir şey seyrettiğini hissediyordu.Ama ben bütün bu olağanüstülük içinde sadece bir tek kişiye bakıyordum.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, benim ilgimi her şeyden daha çok çekmişti.O, salondaki herkesin üstündeydi devlet hiyerarşisine göre.Herkesin saygı göstermesi gereken oydu.Ama durum öyle değildi.Başbakan’ın öfkesini, sınıfta yan yana oturduğu arkadaşını sakinleştirir gibi ‘oğlum yapma boş ver, sakin ol, boş ver’ yaklaşımıyla dindirmeye çalışıyordu Cumhurbaşkanı...Bir cumhurbaşkanlığı görkemi görmedim ben o davranışlarda.Daha barışçı, daha sakin ama Başbakan’a göre daha güçsüz.Başbakan onun yanında bağırmaktan çekinmiyor mesela; Başbakan o varken yürüyüp gidebiliyor.Olayların gelişiminde Gül’ün bir belirleyiciliği yok.Her an, her davranış, Başbakan’ın asıl lider olduğunu gösteriyor.Biri daha atak, daha fevri, diğeri daha yumuşak ve barışçı olduğu için mi liderlik daha atak olana düşüyor bilmiyorum...Sükûnet ve liderlik acaba bir arada olamıyor mu?Ya da bizim topraklarda olamıyor mu?Lider olabilmek için sert, saldırgan, kural tanımaz olmak mı gerekiyor?Herhâlde tam olarak böyle söyleyemeyiz.Ecevit örneği var ortada.Çok kibar, çok sakin duran ama çok etkileyici bir liderdi.Özal da çok önemli bir liderdi ve “Tonton” lakabını almıştı.Böyle baktığımızda, liderlik sertlikten yumuşaklıktan başka özellikler gerektiriyor.Sanırım en önemlisi “kendine güven” bir lider için.Erdoğan kuralları yıkarken de kendine güvenerek yıkıyordu ama Gül’ün davranışları kararsızdı.Ne yapması gerektiğine karar veremiyordu.Sanki ne yaparsa doğru olur diye düşünüyordu bir yandan.Bu da bütün davranışlarına bir güçsüzlük olarak yansıyordu.Erdoğan saldırgan ama kararlıydı.Gül barışçı ama kararsızdı.Erdoğan bütün o olay boyunca asıl lider olarak göründü.Gül yaptıklarını kararlı bir şekilde yapsaydı, kararlı bir şekilde otursaydı ya da kararlı bir şekilde kalkıp yürüseydi herhâlde çok daha etkileyici olurdu.Ama o Erdoğan’ın peşinden sürüklendi.Birkaç dakikalık bir sahnede bile Erdoğan’ın liderliği çok açık görüldü.Bütün olanları seyrederken itiraf edeyim, çok güldüm; kahkaha attığım yerler oldu.Ama Gül için de çok üzüldüm.Nedense onun iyi bir insan olduğunu ve bunları hak etmediğini düşünüyorum.O iki üç dakika içinde yaşadıklarını yaşamamalıydı.O kadar kahkaha attıran bir sahnede o kadar üzücü bir hâlde kalmamalıydı.
Ev arıyorum bu aralar. İstanbul’un sevdiğim semtlerinde dolaşıyorum, evlere bakıyorum, önlerinden geçerken içlerinde insanlar gördüğüm evler daha çok ilgimi çekiyor. Akşama doğru ışığı yanan evlerde kimlerin yaşadığını tahmin etmeye çalışıyorum ışıklarından…Sarı ışıklı, ağaçların arasından gözüken evleri çok seviyorum...Onlara daha uzun bakıyorum. Daha uzun hayaller kuruyorum haklarında...Geçen gün Kandilli’de dolaştım.Çok güzel köşkler gördüm…Çok güzel bahçeli evlerin önünden geçtim.Bana evleri gösteren emlakçı, ‘hikayeleri evlerden çok seviyorsunuz, size hikayesi olan bir ev nasıl bulacağız bilmiyorum, nasıl anlıyorsunuz ki evleri sevip sevmediğinizi, içine bile bakmıyorsunuz” dedi söylenerek. Doğru söylüyordu, pek alışmadığı bir şekilde evlere bakıyordum…Dışarıdan.Dışarıdan sevmediğim hiçbir evin içini görmedim, merak bile etmedim, tüm sevdiğim evleri de böyle buldum.Emlakçı benden hoşlanmadı haklı olarak.O tam söylene söylene“içlerine bile girmiyorsunuz” dediğinde, ben ağaçların arasından gözüken bir salon duvarında bir Mona Lisa röprodüksiyonuna bakıyordum...Kısacık, anlık bir bakıştı o ağaçlara doğru yaptığım aslında, o aradan gözüken sürpriz beklenmedik bir hediyeydi.Orada bir ev olduğunu anlamamıştım bile ilk baktığımda.“Burada oturmak isterim” diye içimden geçti, emlakçının cümlesi biter bitmez de ‘burada boş daire var mıdır’ dedim ‘varsa görmek isterim.’O Mona Lisa röprodüksiyonu bana bir işaret gibi gelmişti. Leonardo da Vinci, benim hakkında bulduğum hemen hemen her kitabı, her broşürü, her yazıyı okuduğum bir kahraman.Hepimizin sebepsiz merakları, takıntıları vardır , benimki de Da Vinci.Hayatını, annesini, eserlerini, ruh halini neredeyse onu yakından tanıyormuş gibi biliyorum diyebilirim.Eserlerinin çoğunu gördüm. Dünya üzerinde ne zaman bir sergisi açılsa o sergiye gitmek için hayaller kurarım...Ve gidebilirsem giderim.Bunu bir iki sefer yapabildim...Ama bütün sergilerini görme hayalini hiç bırakmadım.Ağaçların arasından gördüğüm o Mona Lisa da, devamını görmeden o evi merak etmeme, sevmeme neden oldu bu yüzden.O tanıdık duygu geçti içimden…İnsan sevdiği şeylere rastladığında, o bildik güveni duyar ya, öyle oldu.Emlakçı tuhaf biri olduğumu düşünüyordu, bu ani kararımla da sanırım bundan iyice emin oldu…Ve sert bir şekilde ‘burada daire yok’ dedi.Aklım takılmıştı o eve, içini, kimlerin yaşadığını merak ettim, bahçeye bile girememiş olmaktan dolayı emlakçıya sinirlendim.Ve emlakçıyla orada, o sokakta ‘ayrıldık.’Ben biraz daha durdum evin önünde…Mona Lisa’nın o yüzyıldır süren esrarını düşündüm, ‘O esrarengiz gülümsemesinin’ sırrını.Nerde rastlarsan rastla o gülümseme hep aynı şeyi düşündürüyor insana...Kesin bir şekilde cevaplanamamış her soru gibi bu sorunun da birçok cevabı var aslında diye aklımdan geçti sonra.O tebessümün etkileyiciliğinin, neşeli bir kahkahaya mı yoksa bir ağlamaya mı dönüşeceği kestirilemeyen bir anın yakalanmasında yattığını düşünüyorum ben, müstehzi mi, neşeli mi, kederli mi kestiremiyorsunuz.Sanki siz o gün Mona Lisa’ya hangi duygularla bakarsanız, o duyguların yansımasını onun yüzünde de görüyorsunuz...Onun esrarı ve gücü, bakanı yansıtabilmesinde…İnsanlığın neredeyse bütün duygularını bir tebessüme sığdırabilmesinde.Deha diye de bunu becerebilmeye diyorlar herhalde.Bunu becerebildiğinde de insanların hayatlarına sızıyorsun, hiç beklenmedik zamanlarda karşılarına çıkabiliyorsun.Ağaçların arasından görünen bir resim gibi birden bütün duyguları ve düşünceleri değiştirebiliyorsun.Sanırım bir süre daha Kandilli’de ev aramaya devam edeceğim.Emlakçılar arasında ‘tuhaf’ bir kadının ev aradığı yayılmadan ,o aradığım sarı ışıklı evi bulurum...
Dedem 82 yaşını bitirdiğinde, “Bir daha hiçbir yaşımı tekrar yaşamak istemem” demişti.Düşündürmüştü bu laf beni.Gelen her yeni yaştan memnun olduğu için mi yoksa hayatı geçmişe doğru düşünmeyi sıkıcı bulduğu için mi bunu söylemişti... Bilmiyorum.Babam da, ‘genç olmayı istemem hatta hiç istemem, böyle çok iyi’ der, ne zaman gençlikten bahsetsek yüzünü buruşturarak.Şaşırırım gençliğe bu muameleyi yapmasına...Evet gençlik aptallık barındırır arkanı dönüp baktığında ama iyi bir tadı da vardır doğrusu...Ya gençliklerinden benim söz ettiğim ‘tadı’ almadılar ya da ‘gençlik sonrasında’ gençliğinkini de aşan bir tat buldular.Galiba ikinci şık onlara daha uygun.***Bugün benim doğum günüm.Epeyce büyüdüğümü kolayca kanıtlayabilecek bir yaşa geldim artık, kırklarımın başındayım.Bugünkü duygularımla, düşüncelerimle, en sıradan anlatımıyla aklımla, otuzlarımı yeniden yaşamak iyi olurdu diye düşünüyorum.Kırkların aklıyla otuzlarında olmak.***“Gençken insan genç olmaktan mutlu olmuyor...Ama kırklarına gelince seviyor insan kırk olmayı.Büyümenin en güzel tarafı da bu zaten, artık gençliğinde olduğu kadar huzursuz olmuyor insan.Bir sürü eksiğiyle güzel bir kırk yaş başlangıcı yaşıyorum.Kendimi keşfediyorum...Nasıl hassas bir kadın olduğumu ama koca bir gençliği nasıl güçlü, mükemmel ve babamın beğeneceği bir kadın olmak için geçirdiğimi fark ediyorum.Hassasiyeti zayıflık zannetmekle nasıl bir hata yaptığımı görüyorum.Hassasiyetimle güçlü bir kadın olduğumu kırkların başında öğreniyorum ancak.Gençken üzüldüklerime gülüyorum şimdilerde...Gençken güldüklerim ise sızlatıyor içimi düşündükçe.Hâlâ korkuyorum ama korkunun da korkak bir şey olduğunu görerek...En hızlı, korkmaktan vazgeçiyor insan kırklarına gelince.İnsanın kendi gibi olma özgürlüğü kırk yaş.Bana öyle geliyor ki hayata kendim olarak başladığım yaştayım.“***Geçen sene böyle yazmışım...Tam da bugün hissettiğim gibi, tam da otuzları da böyle yaşamak isterdim dediğim duyguyu anlatmışım.***Her yeni gelen yaştan memnun oldukça, arkada bıraktığım bir iki sevdiğim yaşı baştan yaşamak istiyorum ben, yeni öğrendiğim duygularla...Bu fikri eğlenceli buluyorum.Otuzlarımı kırkların ‘sakinliğinde’ yaşamak hayatı nasıl değiştirirdi merak ediyorum.Hayat Tanrı’nın bana sunduğu en büyük oyuncak...Her yanından evirip çevirip bakmaya bayılıyorum...Gençliğimde önümde açılıp kapanan kapıların hangilerinden, nasıl geçseydim neler olurdu diye dönüp bakmayı oyunun en eğlenceli yanı olarak görüyorum.***Gülüyor arkadaşlarım bana ‘ben Tanrı’nın yerinde olsaydım kırklarla otuzların yerini değiştirirdim’ dediğimde...Kırklar önce olsa, yirmilerin şaşkınlığından hayatı anlama evresine geçsek ve ardından otuzların heyecanı, enerjisi, gençliği gelse, kapılarımızı açıp kolayca kurduğumuz hayatlardan çıkıp yenilerini kursak.Böyle anlatınca fena durmuyor aslında.Ama öyle olunca da ‘bilmemenin’, ‘cehaletin’ hatta ‘aptallığın’ hayata kattıklarından vazgeçmiş oluyorsun... Halbuki seni sen yapan hayatın içinde onların da çok önemli rolleri var.***Artık kırklarımın başında yürüyorum.Hayatın, baştan sonra akılla yürünecek bir yol olmadığını, yapılan her aptallığın da bir tecrübe olarak senin varlığına katılıp ‘akıllanmana’ yardım ettiğini biliyorum.Yolun buraya kadar olan kısmında yaşananlar, bundan sonra yaşayacaklarıma da pusula olacak.O pusulayı iyi kullanmak herhâlde önemli olan.***Son sözüm şu:Geçmişi şefkatle anıyor ama özlemiyorum...Geleceği özlüyorum.Ve bugün için şükrediyorum.
Bizim ülkemizde mazlum oldun mu haklı da olmuş sayılırsın ya, işte bu duygu ocakta unutulmuş süt gibi taşmaya, her yana bulaşmaya başladı. “Mazlum” sıfatını ele geçiren artık her türlü haksızlığı, arsızlığı kendine hak görür oldu.İş o hâle geldi ki bir mazlumun vıcık vıcık sızlanmalarına karışan kötülüğünü görmektense bir zalimin açık, net zulmünü görmeyi tercih edeceğiz neredeyse...En azından ben böyle hissediyorum.O kadar sıkıldım ki zulme uğradığını söyleyen mazlum-zalimlerden...Mazlum-zalim...Ben uydurdum bu deyimi ama bence istediğimi anlatan bir deyim oldu.Her kendini mazlum hisseden, hissettiği kederin arkasında saklı duran şu soruyu es geçiyor:‘Zulüm görenler sırf ezildikleri için haklı konumuna geçerler mi? Hem mazlum, hem haksız olmak mümkün değil mi?’Belki bir başka ülkede yaşasaydım bu sorunun cevabını biraz düşünmek isteyebilirdim ama Türkiye’de bu sorunun cevabı çok net, ‘hem mazlum, hem haksız’ olunabilir ki Türkiye bunun cenneti bana sorarsanız.Her mazlum, kendi kirini mazlumluğuyla örtüyor...Her mazlum, zalimliğini mazlumluğuyla saklıyor.***Bu karmaşık durumu ‘hayali’ bir örnekle açıklamaya çalışayım...Diyelim ki bir gazetecisin, polis haberleri peşinde koşarken polisle fazla yakınlaştın, ‘polisin adamı’ oldun... Orada kalmadın, polisin kendi içindeki iktidar kavgasına karıştın, ‘adamı’ olduğun polisler adına kavgaya girdin.Kavga ettiğin polisler intikam almak için seni hukuksuz bir şekilde suçlayıp tutukladılar.Hukuksuz bir şekilde tutuklandığın için sen ‘mazlumsun.’Ama sen aynı zamanda ‘polisin adamısın’, bir başka zulmün parçasısın.Sen ‘mazlum’ olduğun gerçeğini öne çıkartıp, bunu en sonuna kadar kullanıp diğerlerini suçluyor ve gerçeğin diğer yüzünü saklıyorsun.Haksızlığa uğradığın için ‘mazlum’, gerçeği saklayıp‘mazlum” kisvesi altında başkalarına haksızlık ettiğin için zalimsin.Şimdi böyle birini nasıl tanımlayacağız?Mazlumluğuna mazlum ama işin öbür yanı ne olacak?‘Mazlumiyetini” kullanarak, ‘sistemle’ mücadele edenlere karşı bir ‘Truva atı’ gibi sürdürdüğü saldırıya ne diyeceğiz?***Eline güç geçirenin diğerine alabildiğine zulmettiği bir ülkede yaşadığımız için buna benzer örnekler hayatın her yanında karşımıza çıkıyor, bir yanından bakıyorsun adam mazlum, öbür yanını çeviriyorsun adam zalim.Mazlumla zalim iç içe geçiyor.Etraf ‘ben hapse girdim hakiki gazeteci benim, hakiki politikacı benim, hakiki dindar benim’ diyenlerle dolu.Siyaset sahnesinde de aynı garip yapıyı görmüyor muyuz?Bir zamanlar gerçekten zulme uğramış, ‘mazlum’ olmuş insanlar, bugün gücü ele geçirince zalim olmuyorlar mı?Bir zamanlar mazlum oldukları doğru, bugün zalim oldukları da doğru.Nasıl tanımlayacağız şimdi onları?Böyleleri istiyorlar ki sadece ‘mazlum’ oldukları görülsün, yaptıkları zulüm, geçmişte uğradıkları haksızlıklar adına görmezden gelinsin.‘Mazlum-zalim’ler bunlar işte.Gerçek ‘iki yüzlü’ bir hâle gelince, gerçeğin sadece bir yüzünün görülmesini isteyenler de propagandaya ağırlık veriyor.Bir ‘mazlumluk’ vaveylasıdır gidiyor.Tabii beni en çok üzen kısmı, zulüm görmüş gerçek mazlumların sesinin çok az çıkması, bu sistemin gerçek mazlumlara konuşma şansı vermemesi.Onların ‘kirlenmemiş’ haklılığının üstünün, ‘mazlum-zalimlerin’ kirli bağırışlarıyla örtülmesi.Bu kirli gürültü, bu ülkede ‘haklılığı’, ‘mazlum’ olmanın masumiyetini bile kirletmek için uğraşıyor.Her şeyin birbirine karıştığı bu dönemde sadece zalimlere karşı direnmek yetmiyor...Bir de ‘mazlum-zalimlerin’ sahtekârlığıyla uğraşmamız gerekiyor.
Dün sabah şehirde, tüm şehri olduğundan daha yeşil, daha parlak gösterecek, toprağın kokusunu kimsesiz ara sokaklara taşıyacak kadar coşkulu yağan bir yağmur vardı.Pencereden bakarken toprak kokan o yalnız sokakları düşündüm...Yağmur her defasında şehri, sokakları, insanları yalnızlaştırıyor sanki diye geçti içimden.Oysa ne zaman yağmur yağsa, ne zaman toprağın o tütsülü kokusunu duysam daha da kalabalıklaşıyorum ben.Toprağın kokusunu ne zaman duysam, çocukken ‘toprak kokusu çok güzeldir, içine çek’ diye beni yürüyüşlere çıkartıp, yağmuru, ağacı, toprağı, gökkuşağını anlatan babaannemi hatırlıyorum.Çocukluğum onun bahçesinde geçti; tepesine tırmandığımda kendimi gerçekten çok büyümüş, güçlü ve farklı hissettiğim ağaçlar vardı bahçede. Yıllar sonra büyüdüğümde o ‘büyük’ ağaçların ne kadar küçük olduğunu görmek beni çok şaşırtmıştı.Hâlâ da çocukluğumun geçtiği yerlerde dolaştığımda aynı şaşkınlığa düşerim, ‘bu park bu kadar küçük müydü?’***Dün çocukluğun bu masum şaşkınlığından çok farklı şaşırmalarla başladım güne.Toprağın kokusuyla çoğalıp, bazılarının zekâsız hainliğiyle azaldım.Yazıya başlamadan internette öylesine dolanırım, neler olmuş hayatta diye bakarım, ilgimi çeken yeni şeyler varsa heyecanla okurum...Dün de yağmur kokusu içime dolsun diye pencerelerimi açıp, çayımı yanıma alıp, bilgisayarın başına oturdum. Daha ilk baktığımda Ahmet Altan’ın bir gün önce yaptığı konuşmanın sarsıntıları devam ediyordu.‘Gazeteciliğin yüzde doksan dokuzu alçaklıktır’ dediği için ‘yüzde doksan dokuzun parçaları’ bundan incinmiş, ‘asıl alçak sensin’ diye bağırma yarışına girmişlerdi.Bir yanda yağmur ve toprak kokusu, bir yanda ‘askeri vesayet’ artıklarının alçaklık yarışı... Bir seçim yapmalıydım.Ve ben toprağı seçtim.***Hepimiz alçakları, mesleklerini satanlarını tanıyoruz... İsim isim yazmaya gerek var mı, nasılsa bütün hafta boyunca teker teker ortaya çıkışlarını beraberce izleyeceğiz.Onun yerine ben size T24’te rastladığım nefis bir yazıdan bahsedeceğim.Nurhayat Gül, sebze yemenin niye gerekli olduğunu harika istatistiklerle anlatmış, gel de toprağı seçme vesayetçilerin alçaklarına karşı.nationalgeographic.com’a göre vegan beslenen biri et veya peynir yiyen birine göre, (yeryüzünün kaynaklarından) günde 600 galon daha az su harcıyormuş.1 gram bitkisel protein üretmek için harcanan fosil yakıtı, hayvansal protein için harcanandan 11 kat daha düşükmüş. Bir çevresel çalışma grubunun incelemesine göre 1 kg et üretimi için 59,6 pound, (yaklaşık 120 kg/metreküp) 1 kg peynir üretimi için 30 pound karbondioksit atmosfere salınıyormuş.Yarım kilo biftek üretimi için 20 kilo tahıl, yarım kilo tavuk için 3 kg civarı tahıl gerekiyormuş.İngiliz açlıkla mücadele yardım kuruluşu Vegfam, 40 bin metrekare tarım alanında 60 kişiye yetecek kadar soya fasulyesi, 24 kişiye yetecek kadar buğday, 10 kişiye yetecek kadar mısır fakat sadece 2 kişiye yetecek kadar sığır yetiştirilebileceğini tahmin ediyormuş.California-Riverside Üniversitesi’ne göre sadece bir hamburger pişirmek, 18 tekerleğin 230 kilometre yol almasıyla ile aynı miktarda atmosfer kirlenmesine neden oluyormuş.Carnegie Mellon Üniversitesi’nden inşaat ve çevre mühendisi profesörü Chris Weber’e göre insanlar haftada sadece bir gün et ve süt ürünleri yemeyip yörelerinde yetişen yiyecekleri tüketmekle, küresel ısınma ve iklim değişikliği bakımından çok büyük bir etki yaratabiliyorlarmış.Birleşmiş Milletler’e göre et üretim çiftliklerindeki yetiştiricilik, dünyada ormansızlaştırmaya yol açıyormuş. 1,5 kg konserve ton balığı, 13,4 pound sera gazı üretimine neden oluyormuş. Balık çiftlikleri de çevreye dost bir seçenek değilmiş.BM raporuna göre tüm dünyanın vegan beslenmeye geçmesi dünyayı açlık sorunundan kurtaracak, orman yıkımını durduracak ve iklim değişikliğiyle mücadele edecek tek yolmuş.***Toprağın kokusunu duymayı sürdürebilmek, toprağı, hayatı, iklimleri koruyabilmek için sebze yemenin önemini öğrendim böylece.Öğrendiklerim, bu yağmurlu sabaha yayılan toprak ve çiçek kokusuna çok uygundu..Alçaklara gelince... Onlar ne yerlerse yesinler hep alçaklar, onları kurtarabilecek bir sebze ne yazık ki bu topraklarda yok!