“Demokrasi” sözcüğünü bile kelime dağarcığından çıkaran insanların “barış” merakı bana hiçbir zaman gerçek gelmedi. Gerçek bir barışseverlik gibi gözükmedi…Demokrasi olmadığı için bir ülkenin içinde, o ülkenin insanları arasında başlayan savaş, demokrasi yerleşmeden nasıl bitip, kalıcı bir barışa ulaşacak?İki tarafın yöneticileri anlaşıp “barıştık” diyebilir ama bu barışı kalıcı kılmaya yeter mi?Kürtler demokratik haklarına sahip olamazsa o insanların içindeki isyan bitmez.Bütün ülkeye yayılan bir demokrasiyi yerleştirmeden Kürtlerle yapılacak barış Türklerin içine de sinmez, bunu bir barış gibi değil bir “yenilgi” gibi algılarlar çünkü.Her iki tarafı da tatmin edecek, yenilmişlik duygusundan kurtaracak, içlerindeki isyanı dindirecek tek çözüm onun için demokrasidir.***Ama barış isteyenlerin bir kısmı nedense demokrasinin gerekliliğine inanmadı…Sanırım barış da bu yüzden hiç gelemedi bu ülkeye.Demokrasinin etrafından dolaşarak barış olmuyor.İki ülke arasında barış olması için demokrasi gerekmez ama bir ülkenin içinde barış olması için demokrasi bir zorunluluktur.Demokrasiyi inkar ederek barışa ulaşmaya kalkmak bir siyasi oyun olarak görülür herkes tarafından, kuşku ve güvensizlik yaratır, haksızlığa uğrama endişesini artırır.Bugün yaşanan da bu zaten.***Geçtiğimiz gün Diyarbakır’da yüzü maskeli biri Türk bayrağını indirip kaçtı...Ardından tartışmalar patladı.Konuşulanlara, edilen kavgalara, konulan postalara, savaş çığırtkanlığına bakıldığında bayrak provokasyonunu yapanların bizlerden daha akıllı olduğunu düşündüm çünkü istediği ortamı gerçekten yarattı.Bunu yarattı çünkü bunu yaratabileceği bir ortam vardı.Güvensizlik, kuşku, nefret vardı.Ülkedeki bu güvensizlik ortamını değiştirmeden kalıcı barışa ulaşmaya çalışmak hep provokasyona açık olmak anlamına geliyor.Bunun tek panzehiri ise demokrasi, herkesin hakkını alacağına olan inanç.***Türklerin bir kısmı “Kürtleri keselim” istiyor, büyük hayal kırıklığı benim için ama Geziciler de aynı söylemi tutturuyor ne yazık ki...Bu ülkede konu Kürtler olunca neredeyse bütün Türkler birbirine benziyor…Sizce bu ülkenin en cesur, en esprili, en özgürlükçü ekibi bile Kürtlerin demokratik haklarına sahip çıkmıyorsa bu sorun nasıl çözülecek?Benim görebildiğim tek bir cevabı var bunun....Türklerin ya da Kürtlerin değil herkesin sahip olacağı bir demokrasi.Herkesin birlikte özgürlüğe kavuşması, hakkını alması.“Sadece Kürtlere hakkını vereceğim” dediğinde buna Kürtler de inanmıyor, Türkler de... O zaman da düşmanlık ve güvensizlik bitmiyor.***Birileri ısrarla demokrasi ile barış kavramlarını birbirinden koparmaya uğraşıyor. Demokrasi ile barışı bir “takas” malına döndürmeye çabalıyor.“Barış mı istiyorsun o zaman demokrasiden vazgeçeceksin” diyor.Bunlar takas malı değil.Bunlar, birbirine kafasından bağlı bir Siyam ikizi. Birinden vazgeçince öbürü de olmuyor. Samimiyetle barış istiyorsan demokrasiyi de isteyeceksin.Yoksa düşmanlık ve öfke hiç bitmeyecek bu ülkede.
Uzun zamandır sabahları erkenden yürüyüşe çıkıyorum… Sabahları havanın, şehrin, hayatın serin sadeliği öyle çarpıcı ki.Geceyi nasıl geçirdiğini bilmediğim pek çok insana rastlıyorum sabahları.Çoğu mutlu değilse de hoşnut ve dingin gözüküyor.Asık yüzlü insanlar görmüyorum sabahları, akşamları gördüğüm kadar…Ve düşünüyorum , bu insanlara gün boyu ne oluyor diye… Neden günler bizi böylesine hırpalıyor acaba?İnsanlar neden anlaşamıyor?***Aslında her yaz başı aynı şeyi düşünüyorum ben:“İnsanlar niye anlaşamaz?”İnsanlar doğada bunca mucize varken neden anlaşamaz?Tüm kavgaların yalan olduğunu her bahar dallar çiçeklendiğinde her yaz başı meltemler estiğinde bir kez daha anlıyorum ben.Mevsimlerin değişimi bana geçiciliğimizi, milyarlarca yıllık doğanın içindeki önemsizliğimizi, kısa hayatlarımızın içindeki çatışmaların beyhudeliğini hatırlatıyor.Mevsim dönümlerini en sarsıcı ve ümitli biçimde baharlarda, yaz başlarında kavrıyorum. Sonra her sonbahar dallar kupkuru kaldığında da nedense ben de hepimiz gibi geçiciliğimizi unutup yeniden anlamsız çatışmaların parçası oluyorum.Kendimi ve hayatı gereğinden fazla ciddiye alıyorum ben de sizin gibi.Hayat ve insanlar ağır geliyor o zaman bana.Ben insanlardan vazgeçtikçe “yaz hayallerine” sığınıyorum galiba…O hayal sanki beni kendimden, insanlardan, hayattan ve çatışmalardan koruyor.“Yaz hayali” bana yaklaştıkça da bütün çatışmalar ve anlaşmazlıklar bana biraz anlamsız gözüküyor.Neden sakin ve huzurlu duramadığımızı merak ediyorum.Ve, aynı soru yeniden çınlıyor içimde.İnsanlar neden anlaşamıyor hayatla, birbirleriyle?***Yağmurlar bu ara dinmeden yağsa da, yeşil erikleri, kiraz çiçekleri, ılık geceleri, derin derin içimize çekeceğimiz sabah serinlikleri, patlıcan kızartmaları, uzun yemek molaları, deniz kenarları, kum tanecikleri, boş şezlong bulma teleşıyla yaz geldi. Her çölün kendi vahası vardır ya…Her adımda biraz daha yaklaşıldığına inanılan…Çölün tüm zorluklarına dayanma gücünü bulduğumuz, vahanın varlığına olan inanç…İşte yaz da tam öyle benim için…Hayatın zorluklarına karşı var olduğuna inandığım vaham.***Her yaz başı, bir kez daha açılıyorum hayata…Kendi içimdeki vahaya belki bu yaz rastlayacağımı umarak.Tüm savaşlara, didişmelere, haksızlıklara, kederlere, acılara hep aynı nedenle dayanıyorum, ‘bu yaz her şey çok güzel olacak.’Yaz mevsimine biraz fazla anlam yüklediğimi biliyorum.Sanırım bu çocukluktan, öğrencilik dönemlerinden kalan bir alışkanlık.Ama yakışmıyor mu sizce de yaza bu hayal?Bunu, ılık rüzgarları, soğuk denizleri, sıcak geceleriyle yazdan başka ne yapabilir?Duyguları keşfetmenin en güzel mevsimi. Çıplak ayaklı olmanın, sarhoş olmanın, dans etmenin, kahkahanın en yakıştığı mevsim…***Yaz geldi bunca yağan sert yağmura rağmen… Her şey daha iyi olacak.Gerçek böyle olmasa bile bana umut veren bu hayali taşımaktan hiç vazgeçmiyorum.Bu hayalin varlığı bile bana yetiyor bazen. Siz de sizi bu hayatın sert yağmurlarından koruyacak hayallerinize sığının… Çünkü gerçek oluyorlar biliyor musunuz?
Eğitimpedia diye bir fikir platformu var, bilmiyorum duydunuz mu hiç?Eğitimin daha iyi bir noktaya evrilmesi için fikirler üreten, makaleler yayınlayan bir site… Sizin de bir fikriniz varsa oraya bir yazınızı gönderebilirsiniz mesela… Gerçekten ilgi çekici yazılar okuyorum orada, geçenlerde büyük bir heyecanla gerisini merak ettiğim bir başlığa rastladım. ‘Silikon vadisi yöneticilerinin çocukları neden teknoloji girmeyen bir okula gidiyor?’ Çarpıcı bir başlık, değil mi? Leyla 7 yaşında, bu sene birinci sınıfı bitiriyor.Henüz ana sınıfına yazılırken okulun müdürü bana ‘sınav odaklı bir veli burada mutlu olmaz. Biz sınavlara hazırlamıyoruz çocukları, mutlu olmalarını, iyi dil öğrenmelerini, yeteneklerini keşfetmelerini esas alıyoruz’ demişti, ben de çok etkilenmiş ‘işte aradığım okul’ demiştim… Sonra bunu babama anlattığımda ve ödediğimiz okul parasını söylediğimde, babam benim akılsız olduğumu Leyla’yı da bu akılsızlıkla mahvedeceğimi düşündü sanırım. Bir ilkokulun bu kadar pahalı olmasının ‘görgüsüzlük’ olduğunu söyledi.Açıkçası, düşününce ona hak veriyorum… Ödediğimiz para, kızım için gerekli fedakarlığı yaptığım duygusunu tatmin ediyor ve bu parayla iyi bir eğitim alacağına inanmamı sağlıyor, galiba. O parayı Leyla’nın eğitimi için mi kendimizin rahatı için mi ödüyoruz gibi bir kuşkuya da düşüyorum düşündükçe. Şimdi ne zaman Leyla bir şey yapmakta zorlansa, ‘ne var canım okul baştan bunu söylemiş zaten, burada eğitim pek iyi değildir demiş, çocuğun doğru dürüst okumasına gerek yok, ama okulda bir müzik odası var görsen muhteşem,’ diye benimle alay ediyor babam. İşte o zamandan beri çocuklar nasıl bir okula gitmeli diye gerçekten merak ediyorum, araştırıyorum,eğitimpedia’yı da böyle keşfettim. Demet Sunar’ın yazdığı yazıya da bayıldım. Teknolojinin devleri çocuklarını teknolojik olmayan bir okula gönderiyor. Bu makale New York Times’da yayınlanmış ve tabii ki çok büyük ses getirmiş. Okulun adı Waldorf School of thePeninsula. Bu okulda hiç teknoloji yok. E-Bay, Google, Apple, Yahoo, Hewlet-Packard gibi teknolojinin devlerinin çocuklarını gönderdikleri okul bu. Bilgisayar, akıllı tahtalar yok, bildiğiniz karatahta, tebeşir, kağıt kalem… Örgü, dikiş, elişi çamuru öğrenmenin diğer malzemeleri. Oyun ve hikaye anlatma var bir de… Google’ın üst düzey yöneticisi Alan Eagle, ‘beşinci sınıfa giden kızım henüz Google kullanmayı bilmiyor, bunu yerine dikiş biliyor’ demiş… Hedefleri bir gün kendi çoraplarını dikebilmekmiş. Waldorf eğitim sistemine göre problem çözme ve matematik becerisi, örgü örmek, makas ya da bıçak kullanmak gibi el becerileriyle gelişen birşeymiş. El becerileri, atlama, zıplama, tırmanma gibi hareket becerileri 7 yaşından sonra zekaya dönüşüyormuş. İnsanı sarsan ve düşündüren bir yaklaşım. Öyle değil mi? Teknoloji, zeka ve el becerisi arasındaki doğru ilişki nedir acaba gerçekten? Açıkcası ben sevdim bu fikri yine… Çocukların teknoloji yerine toprakla, doğal hayatla iç içe büyümesinin zekalarının daha da artması için doğru zemin olduğuna neredeyse eminim…Hatırlarsanız iki büyük bilgisayar devi de Steve Jobs ve Bill Gates de büyük başarılarına okullarını yarıda bırakarak ulaşmışlardı. Kızımın okuluyla konuşmayı planlıyorum, onlara doğa, toprak, tarım alanında ders koymalarını hatta bunun sorumluluğunu da almayı önereceğim… Sonra bir bakarsınız tüm okullarda yayılmış zorunlu ders haline gelir, tarım, dikiş, örgü…Belki bu anlayışı teknolojiyle birleştirmek daha da başarılı bir sonuç verebilir.Eğitimcilerin bu konudaki tartışmalarını arıyorum şimdi.Bu ülkenin bunları tartışmayıp politikacıların, üstelik zevksiz tatavalarını tartışmalarını anlamak da zorlanıyorum…Ama her şeyden önemlisi, babam bakalım bu fikre ne diyecek…
Çok sevdiğim bir dostum,Türk medyasının dünyaya açılan penceresi haline gelen P24 sitesinde her gün medya izleme köşesini hazırlıyor.Yani her gün en az 15 gazete okuyor... Gazeteler haberleri nasıl gördü, kim hangi haberi kullandı, hangi gazete ülke gerçeklerine uzak, hangisi olayları çarpıtabiliyor…hepsini biliyor…O yüzden ne zaman Türkiye veya gazetecilikle ilgili bir şey yazmak istesem mutlaka onu arıyorum, ne de olsa gazetelerin ‘ciğerini’ biliyor gerçekten.Geçenlerde Abdullah Gül’ün Harvard üniversitesinde yaptığı konuşmada bir Türk akademisyenin sert üsluplu ama gerçek sorusuyla karşılaştığı anı izleyince yine hemen onu aradım tabii… ‘Sence bunu hangi gazeteler kullanır’ diye sordum. Ardından da ‘zaten yarın sabah senin gazete dökümlerine baktığımızda tabloyu görürürüz’ dedim.Ertesi sabah da gerçeği gördük.Taraf ve Cumhuriyet gazeteleri dışında kimse ilk sayfadan kullanmamıştı haberi…Diğerleri ya içerde küçük görmüşler ya da hiç görmemişlerdi.***Ülkemizde hiç bitmeyen bir basın özgürlüğü tartışması vardır biliyorsunuz.Gazetelere böyle bir arada baktığınızda ve haberleri veriş biçimlerini kıyasladığınızda medyanın durumunu net biçimde görürünüz hemen. Basın eskiden de özgür değildi, şimdi de değil. Bunun için ülkeyi yönetenleri suçlayabilirsiniz haklı olarak ama bence asıl suçlular bizzat ‘kurban’ durumunda olan gazetecilerin kendileri.Çünkü bu ülkede gerçek bir ‘basın özgürlüğü’ isteyen gazeteci hemen hemen hiç yok denecek kadar az.Kimse bütün basını kapsayan bir özgürlük istemiyor.Eğer gazeteleri dikkatle izlerseniz özgürlük isteyenlerin de bunu sadece kendileri için istediğini çarçabuk anlarsınız…Aynı fikirde olmadıkları gazetecilerin özgürlüklerinin kısıtlanmasına ise seslerini bile çıkarmazlar.***En yakın örneğini geçenlerde yaşadık. Savcılık, Taraf gazetesi yazarı Mehmet Baransu ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Murat Şevki Çoban için 26 yıldan 52 yıla kadar hapis istemiyle dava açtı.Gerekçe, 2004 yılı MGK toplantısıyla ilgili belgelerin yayınlanması… Galiba suç duyurusunu da, gazetedeki köşesinden eski mesai arkadaşlarından biri yapmış…Yazdığı bir yazıyla arkadaşını ihbar etmiş. İşini yapan gazeteciyi savcıya hedef gösteren bu ‘ihbarcılık’ midemi bulandırıyor doğrusu…Gazetelerin haber vermesine karşı olan gazetecilerle basın nasıl özgür olabilir ki?“Savcı bey, savcı bey, bakın gazetecilik yapıyorlar” diyen ihbar davulları çalan muhbirlerin yazardan sayıldığı bir medyadan bahsediyoruz, böyle bir medya özgürleşebilir mi?***Birçok nedenden dolayı ortalığı ayağa kaldırması gereken bu dava, ulusal basında sadece iki gazetenin birinci sayfasında kendine yer bulabilmiş.Taraf ve Sabah…Sabah bu gelişmeden tabii ki memnuniyet duymuş. Bunu da saklama gereği duymamış...Taraf da kararı sert biçimde eleştirmiş.Bu arada Taraf’ın hakkını da teslim etmek gerekir, sadece bu olayda değil birçok olayda gerçekleri yazmaktan, demokrat bir çizgide durmaktan vazgeçmiyorlar.Hürriyet’inden Zaman’ına, Sözcü’sünden Bugün’üne kadar basın özgürlüğünden konuşmaya bayılan hiçbir gazete de bu habere birinci sayfasında yer vermemiş.Tıpkı Abdullah Gül’ün haberine yer vermedikleri gibi… Radikal, Birgün, Cumhuriyet gibi gazeteler de haberi iç sayfalarında bile görmemişler.***Her sabah P24’deki kıyaslamalı gazete dökümlerini okuyorum artık.Gazeteciliği gazetecilerin nasıl öldürdüğünü izliyorum.Başkalarından şikayet etmeden önce gazeteciler kendilerine bir baksınlar bence.Meslektaşını ihbar eden yazarlarla, meslektaşlarına bile sahip çıkamayan gazetecilerle bu medya nasıl özgür olacak, bunu bir düşünsünler…
Muhteşem Yüzyıl dizisini seyrediyor musunuz... Ben rastladıkça izliyorum ama sanki ne zaman izlesem en önemli bölüm o izlediğim bölümmüş gibi geliyor bana. Bu da yapımcıların mahareti sanırım.Ama daha ilgi çekici olan geçen gece diziyi beraber izlediğim Bahar’ın “ne acaip, Muhteşem Yüzyıl gibi yüzyıllar öncesini anlatan bir dizi seyrediyoruz ve hiç şaşırmıyoruz... Her şey ama her şey aynı.. Ne zaman acaba Muhteşem Yüzyıl’ı seyredip çok şaşacağız. Ne zaman bunları izleyip ‘Ne tuhaf bir çağmış’ diyeceğiz” dedi.“Ne zaman o çağları çok tuhaf bulacak kadar normalleşeceğiz” sorusu beni derinden sarstı doğrusu, özellikle de Gezinin yıldönümünde. Osmanlı’da öldürülen insanlardan ne farkı var Gezi olaylarında öldürülen gençlerin?Devlet hep öldürüyor. Özgürlük ve adalet hiç yok, cinayet hep var.***Gerçekten özgür olmak mı istiyoruz, o zaman adil de olmalıyız.Adil olmayan bir ulus özgür de olamıyor çünkü...Bunu seyrediyoruz işte...Bunu yaşıyoruz işte...Kanuni Sultan Süleyman, oğulları, Hürrem Sultan, Osmanlı halkı...Gelişen dünya, yaşam koşullarını Osmanlı’nın hayal gücünün bile çok ötesinde değiştirmesine rağmen... Diziyi her seyrettiğimizde “aslında hiçbir şey değişmemiş” diye düşünüyoruz. Bugün yaşadığımız çok şey Osmanlı’da yaşananlara benziyor...Kadın erkek ilişkileri, aile örgüleri, yasaklar, günahlar, yalan, entrika, arkadan vurma, pusu, alçaklık, korkaklık, ihanet.***Burada halk hiçbir zaman özgür olmadı ki... Osmanlıdan beri.Dizide bu ne güzel anlatılıyor...Ülkenin, özgürlüğün, aşkın, seksin, hukukun, iyi kalpliliğin, kötü kalpliliğin, paranın, zevkin, acının tek sahibi var, o da hünkar...Bir de hünkarın kulları var.O kullardan hünkara yakın olanlara da biraz pay veriliyor.Bugün hünkarlar çoğalıyor ama farkındaysanız.. Her hünkarın başka ırktan, dinden, mezhepten kulları var.Her grup, ne isterse sadece kendi hünkarı ve kendi grubu için istiyor.Kimse yasaklara, tek adam yönetimine karşı değil... Sadece kendi hünkarı “tek adam” olsun istiyor. Başka hünkarların “tek adam” olmasına karşı.*** Kendi grubu için istediğini herkes için isteyenler çok az...Kimsenin, bütün insanları kapsayan ilkeleri yok sanki.Osmanlı gitti, hünkar gitti güya.Cumhuriyet dönemi başladı.Ne tek adamlık değişti, ne de kullar.Ardından çok partili dönem...Çok parti, çok fikir demek olmadı hiçbir zaman. Düşünce yasakları tüm hızıyla devam etti.***Sonra 12 Eylül dönemi... Askeri anayasa sadece düşünceyi değil, “düşünce yasakları var” demeyi bile yasakladı...Sonra Özal geldi... “Düşünce ve inanç yasakları kalkmalı” dedi...“Türkiye dünyaya açılmalı” dedi... “Kürt sorunu çözülmeli” dedi.“Hünkarcılar” Özal’a demediğini bırakmadılar ... Düşüncelerle inançları serbest bırakalım önerisine sahip çıkan pek olmadı.Askeri anayasanın değişmesine en başta sosyal demokratlar karşı çıktı.Gazeteler, bugünün özgür olmadığını söyleyen gazeteleri, o gün Özal’ın özgürlükten yana olan fikrine sahip çıkmıyorlardı.Hukukçular “en güzel yasa askeri yasa” çığlıkları atıyorlardı...Özgürlüğün lafına bile tahammül edemediler.***Şimdi herkes özgürlüklerden bahsediyor...Ama bence hala hiç kimse kendi dışında birinin özgür olmasını istemiyor bu ülkede...Gerçekten özgür bir ülkede yaşamak isteyenler... Herkesin eşit ve özgür olduğu, “hünkarsız” bir toplum isteyenler hep yalnız, yapayalnız aslında. Ama hep umutlu o insanlar.Zaman, özgürlüğün, eşitliğin, barışın lehine çalışıyor çünkü.Gün gelecek burada da herkesin eşit olduğu, kimsenin kulluğu kabul etmediği bir hayat kurulacak. Eminim…Gün gelecek Muhteşem Yüzyıl’a şaşacağız.Gün gelecek Gezi’de insanların öldürülmesine şaşacağız.Gün gelecek özgür ve adil olacağız.Gün gelecek...
Geçtiğimiz Pazar günü Murat Belge’nin anlatıcılığını üstlendiği Boğaz ve yalılar turuna katıldım.Üsküdar’dan Anadolu Kavağı’na, Anadolu Kavağı’ndan Kabataş’a Boğaz’ın iki yanından süzülerek İstanbul’un içine gizlenmiş o tarihinden geçtim…Bakıp da görmediğimiz, görüp de bilmediğimiz ne çok şey var şehrin kıyılarında, inanamazsınız…Arnavutköy’ün ve Kuzguncuk’un döneminin daha fakir orta halli semtleri olduğunu biliyor muydunuz?Toprak pahalı olduğu için evler bitişik nizammış.Ya da Büyükdere’nin şehrin yağmuru ilk ve en çok alan bölgesi olduğu için bütün büyük su havzalarının orada olduğunu…Ya da Hacıosman Bayırı’nda çevresi 40 metre, 7 köklü eşine rastlanmayacak bir çınarın 70’li yıllarda bahçıvanlık okulu kurmak için kesildiğini…Şirketi Hayriye kaptanlarının yalılarda yaşayan hanımlarla aşk yaşadığında ki sıklıkla yaşarlarmış, vapurları yalıların önünden neredeyse bir bardak çay uzatılsa alabilecek kadar yakın geçirdiğini…Ya da şimdinin en pahalı evlerinin olduğu Bebek semtinin havası temiz değil diye hiç rağbet edilmeyen bir semt olduğunu…Gerçekten de tarihi hiçbir dokusu yalısı camisi kilisesi türbesi olmayan bir semttir Bebek…Boğaz Turu, gördüğüm en iyi organizasyon değildi doğrusu.... Çok sıcak bir günde 6,5 saat gölgesi olmayan bir teknede olmak Murat Belge’nin anlattığı pek çok şeyi gölgeleme riski taşısa da ben duyduğum her hikayeye bayıldım.Murat Belge’nin bilgisi, meselelere yaklaşımı, incelikli mizahı geziyi gerçekten de unutulmaz bir gezi yapıyor her katılan için.İstinye ve Yeniköy sırtları için onca yapılan siteyi ve askeri bölgeleri kasdederek para kuvvetleriyle kara kuvvetlerinin savaş alanı demesi, beni gerçekten çok güldürdü…***Yalıların önünden geçtikçe hep aynı konuşmalar oluyor o teknelerde, bunda da oldu, ‘kimler yaşıyor buralarda acaba.’Ben de hep aynı şeyi merak ediyorum doğrusu çünkü yalılar ‘yaşamıyor.’Sayısız Boğaz turu yaptım, hiçbirinde evinin önünde, denizin kıyısında oturan mutlu bir aile görmedim…Ve hep merak ettim ‘niye yalı sahipleri deniz kıyısında oturmaz?’Tek tek her yalıyı, daha önce kimlerin oturduğunu, şimdi kimlerin yaşadığını insan bilmek istiyor gezerken ama ben yine de niye ‘yaşamadıklarını’ daha fazla merak ediyorum.***Bir de harika bir dialog duydum gelen misafirler arasında geçen.Bir beyefendi diyordu ki yanındaki iki hanıma Murat Belge’yi göstererek, ‘medyayı Murat Belge hoca gibi adamlar sanmayın, medya cahil, o yüzden hoca medyadan değildir ona göre.’Kimbilir konuşmanın başı nasıldı ama duyduğum cümle bana yetti doğrusu. Yaramı kanattı.Gerçekten de bizim medya, eskilerin anlatımıyla Babıali, büyük ve bulanık bir nehir gibi, kendi girdapları, anaforları ve pislikleriyle yıllardan beri akıp duruyor...Hiç temizlenme ve yenilenme ihtiyacı duymadan üstelik…Çünkü herkesin, hepimizin gözü sadece kendi ‘ihtişamımızın’ o bulanık nehre yansıyan yalancı aksine takılı…Sadece kendimizi seyrettiğimiz için nehrin sonu nereye akıyor, bizden önce bu nehirden kimler geçmiş, geçenlerin sonları ne olmuş merak bile etmiyoruz…Cahillik bu meraksızlıktan geliyor işte…İnsanın geçtiği yoldan, kendinden önce kimler geçmiş, neler yaşamış diye merak etmemesi yaptığı işi aslında hiç sevmediğini düşündürür bana hep.İste o yüzden gazeteciler yani biz yaptığı işi sevmeyen ama o işten dolayı kendini mühim bulan insanlar grubu gibiyiz…***Yaptığı işi sevmek başka bir şey çünkü.Murat Belge’nin İstanbul’u, bu şehrin hikayelerini, geçmişini, sırlarını sevdiğini hissediyorsunuz mesela.Onun sevgisi, onu dinleyenleri de etkiliyor.Ben İstanbul’u çok severim.Murat Belge’yle yaptığımız o turdan sonra İstanbul’un sevilmeyi ne kadar hak ettiğini bir kere daha gördüm.Ne kadar derin ve renkli bir geçmişi olduğunu bir kez daha fark ettim.Bu şehre bir kez daha tutuldum.Gazeteciler mi?İstanbul varken, onları bir daha düşünmedim…
Masal sever misiniz? Açıkçası ben severim, çocukluğumda da severdim.İşte bu yüzden karşıma çıkmış olmalı...Leyla da ben de masalı seviyoruz diye olmuş olmalı...Leyla’ya 7 yaşını bitirirken arkadaşlarını davet edeceği bir doğum günü yapmaya karar verdik...Aslında karar vermedik, Leyla bu kararı vermişti, biz uymak zorunda kaldık...Leyla gerçekten ne istediğini biliyordu...O yüzden nerede kutlayabiliriz doğum gününü diye etrafa dikkatle bakmaya başladım, insanlara sordum, internette dolandım ve bir arkadaşım “Kids Nook’u dene, seveceksin”dedi...Kids Nook bir çocuk kitapevi aslında... 10 bin çocuk kitabı var, İngilizce ve Türkçe.Kendilerine “masal akademisi” de diyorlar...Ve onlarla tanışmanız Jorge Bucay’ın şu sözüyle başlıyor:“Masallar çocuklara uyumaları, yetişkinlere de uyanmaları için anlatılır.”O yüzden karşıma çıkmış olmamalılar...Leyla da ben de masalı seviyoruz diye..***Kids Nook Çocuk Kitabevi ve Masal Atölyesi, İngilizce ve anaokulu öğretmeni iki kız kardeşin kurduğu harika bir yer.Sadece bahçelerindeki yaşlı ıhlamur ağacındaki ağaç ev bile yeterli orayı sevmeniz için aslında.İngilizce öğretmeni olan Ayşegül ise oraya bağlanma sebebiniz olabilir doğrusu... Çocukları ve kitapları böylesine seven uzun zamandır tanıştığım tek genç insan...Anlattığı her masal kitabını almak istiyorsunuz, yazarları bile kitaplarını böyle anlatamaz bana kalırsa...İşte bu iki kız kardeş bu masal evinde çocuklara doğum günü de yapıyorlar.İstediğin masalın kahramanı oluyorsun, o masalın içinden arkadaşlarınla birlikte geçip masalı gerçeğe dönüştürüyorsun.***Ayşegül’ün bana anlattığı her şeyden çok etkilendim.Harika şeyler öğrendim ondan...Bana dedi ki “biz burayı kardeşimle 12 yaşına kadar olan çocuklara kitap okumayı sevdiren, masal anlatıcılığı sanatını korumayı ve geliştirmeyi hedefleyen bir yer olarak hayal ettik ve bunu yaptık.”Kids Nook’ta hafta içi okullara, hafta sonu ise çocuklu ailelere yönelik masal atölyeleri düzenleniyormuş.Sonra da devam etti Ayşegül beni şaşırtmaya, “Amerikalı masal anlatıcısı Elizabeth Caldwell ile Paris’te masalcılık konservatuarını bitiren ve 11 senedir Türkiye’de büyüklere anlattığı masalları ile çok ses getiren Fransız Judith Liberman da bizimle çalışıyor. Aynı zamanda dünyanın dört bir yanından gelen konuk masal anlatıcılarını da sene içerisinde misafir ediyoruz. Ve 0-12 yaş çocuklarının yanı sıra annelere ve öğretmenlere yönelik sertifikalı masal anlatıcılığı kursları da düzenleniyoruz.”***Masal anlatıcılığı, masal konservatuarı...İtiraf edin dünya üzerinde böyle şeyler olduğunu siz de bilmiyordunuz.Ayrıca şunu da bilmiyorduk, o bahçedeki ıhlamur ağacının altında büyükler için de, çocuklar için de ateş başında masal geceleri yapıyorlar.Bir masaldan daha masal bir yer burası... Leyla harika bir doğum günü geçirdi arkadaşlarıyla birlikte.Merak edenleriniz varsa, Leyla “Karlar Ülkesi” masalını seçti...Ve hep olmak istediği gibi Prenses Elsa oldu...PS: Kids Nook Akatlar’da... Mutlaka bir masal dinlemeye gidin, seveceksiniz biliyorum.
Hayat normale döndü. Ne çok duyduğumuz bir cümledir bu değil mi bizim ülkemizde? Van’da hayat normale döndü, Soma’da hayat normale döndü, Uludere’de hayat normale döndü,Çağlayan’da hayat normale döndü. Hayatın bu kadar çok “normale” dönmesi için ne kadar çok “anormalleşmesi” gerek, işte onu pek aklımıza getirmeyiz. Dün deprem olunca bunlar aklımdan geçti…“Hayat yakında gene normale döner” diye düşündüm.*** Hayatın normale dönmesine bir itirazım yok aslında. Ben normal olmayan bir hayatı normal sanmamıza karşıyım. Barış yapacakmış gibi durup savaş çıkarmaya, demokrasi istiyormuş gibi yapıp diktatörlük pompalamaya, güçlüymüş gibi yapıp kapalı kapılar ardında ezilmeye, seviyormuş gibi yapıp nefret etmeye karşıyım... En anormal durumlarda en normal halimizle kavga etmemize karşıyım... Her şeyin anormal olduğu bir ülkede hepimizin normal olmasına karşıyım... “Biz normale döndük, o zaman sorun da çözülmüştür” zannetmeye karşıyım ... Erciş’te, Van’da normale dönen hayatın, İstanbul depremi olmayacakmış gibi bizi deprem karşısında umursamaz yapmasına karşıyım.*** Bu ülkede her şey anormal... Ama her şey hızla normale dönüyor... Her şey bu kadar anormalken hızla normale dönmeye karşıyım ben.Üç gün için acıyla yavaşlayan hayatlarımızın sonra yeniden kendi hızına kavuşmasına karşıyım… Kardeşlik öneren cümlelerin, düşmanlığın, hainliğin, küfrün cümleleri haline gelmesine karşıyım…. Acılarla birleşenlerin, o acıyı ve acının yaşattıklarını hızla unutup “normale” dönmesine karşıyım…*** Yıllar önceki o korkunç depremin görüntüleri, acıları giderek uzaklaşmış bizden değil mi, geriye televizyonlarda depremi anlatan profesörler kalmış tek tük hatta sonra onlar da kaybolup gitmiş… Alışmışız yine… Depremi unutmuşuz… Depremin acılarını silmişiz hafızamızdan…Dün deprem olduğunda hatırladık belki yeniden, yeniden unutmak için yeniden hatırladık…*** Ne zaman hiçbir şey normale dönmeyecek acaba bu ülkede?Hangi acıdan sonra... Siz de benim gibi merak etmiyor musunuz bunu? Acaba ne olduğunda bu ülke bir daha asla eskisi gibi olmayacak…Kaç ölümden sonra...Hangi haksızlıktan...Hangi ‘ihanetten,’ hangi isyandan sonra? Aslında hayatımızın normale dönemeyecek kadar anormal olduğunu ne zaman kavrayacağız?Normale dönebilmek için kalıcı değişiklikler yapmamız gerektiğini ne zaman anlayacağız?***Dün deprem olunca bunları düşündüm… Şimdi hayat yeniden normale dönecek. İstanbul depremini gene düşünmeyeceğiz. Yaşadığımız tuhaflıkları olağan bulacağız. Anormal bir hayatı normal bir şekilde yaşamaya devam edeceğiz… Ta ki “normal” olanın bu kadar “sık” normale dönmeyeceğini anlayacağımız, anlamak zorunda kalacağımız güne kadar…