Kendi halinde, neşeli, sakin bir insanımdır.Kızgın olmayı sevmem.Kızarsam “iyi” kızarım ama çevremde olan herkesin kolaylıkla kızdığı şeylere genellikle büyük tepkiler vermem.Vermeyi de sevmem aslında...Kızgın olarak akıllı ve güçlü gözüktüğünü sananlardan değilim...Hiç de olmadım...Sinirli ve huysuz olmak, öyle görünmek, öyle insanlarla beraber olmak beni gerçekten rahatsız eder...Ben asıl gücün gülümsemede ve sükunette olduğuna inananlardanım...O yüzden siyaset tartışmalarını da hiç sevmem.Polisiye filmler izlemeyi, kitap okumayı, özellikle biyografileri, yürüyüş yapmayı, yüzmeyi, iyi yemekler yemeyi, gülmeyi severim.Öyle çılgın bir vatansever de değilim doğrusu. İşini iyi yapmanın, iyi bir vatansever olmaktan daha önemli olduğuna inanırım.Daha doğrusu eskiden böyleydim sanırım...Ama şimdilerde bana bir hal oldu.***Gazetelerde okuduklarım beni deli ediyor. Öyle yazılar okuyorum ki çılgına dönüyorum, bağırıp çağırmaya başlıyorum.Sonra kendi öfkemin zıpkınlarıyla açılan yaralarımın acısıyla daha fazla bağırıyorum:“Bu adamların hepsi bizi kandırıyor.”Politikacısı, gazetecisi, genci, yaşlısı, hepsi kolayından yalan söylüyor...Çevremdekiler beni sakinleştiriyor.Onların yardımıyla susup, suratımı asıp oturuyorum. Söz veriyorum kendime bu saçmalıklar için sinirlenmeyeceğim diye.***Ama bir yandan da bu kadar fazla yalancının yazar olduğu başka memleket var mıdır acaba diye merak ediyorum...Sonra, ya biri yanlışlıkla bir şey söylüyor, ya televizyondan bir tartışma programından bir ses duyuluyor ya bir gazete manşetine takılıyor gözüm ya da twitterda Facebook’ta birşey okuyorum...Ben gene bağırmaya başlıyorum. Haydaa, gene hane halkı beni teskin ediyor.Türkiye’nin okur-yazar takımı gerçekten demokrasi istiyor mu, anlayamıyorum.Demokrasi ne demek onu biliyorlar mı hatta bunu merak ediyorum...Demokrasiyi ‘benim dediklerim doğru’ zannedenlerin ülkesiyiz herhalde biz...Acılarımızı bile yarıştırıyoruz.Benim acım senin acını yener.Kendisinden olmayanın acısına aldırmama, acıya ortak tepki verememe gibi zavallılarımız da var sanki...Hem zihinsel, hem duygusal anlamda böyle bölünmüş bir toplum huzuru ve barışı nasıl bulacak, hiç kestiremiyorum.Bu bencillik ve zorbalıkla nasıl demokrasi olacak anlayamıyorum.Eğer bizim ülkenin okur-yazarları gerçekten demokrasi istiyorsa, kendilerini kutlamak gerek çünkü bu isteklerini çok iyi saklıyorlar.***Üstelik dünya üzerinde olanları yorumlarken bile demokrasi, insanlık, eşitlik düşmanı olanları görüyorum...Öfkeden çıldırıyorum...İsrail’in Gazze’ye yaptığı zulmü, oradaki acıyı içinde hissetmemek, çocukların kanlı fotoğraflarına çaresizce göz yaşı dökmemek mümkün değil...Bu insani acıyı bile siyasi bir çıkara dönüştürmeye çalışanlara tahammül etmek ise imkansız.Bu nasıl bir kalpsizlik, nasıl bir bencillik, nasıl bir çıkarcılıktır Allahım.İnsanlar ölüyor, ondan bile yararlanmaya çalışıyorlar. Dünyaya açılmanın, dünyayla bütünleşmek ve aynı zaman da dünyayla yarışmak olduğunu, bunun da dünyayla rekabet edecek kalitede iş yapma zorunluluğu getirdiğini, ‘küçük’ savaşların ‘büyük’ kahramanlarının bu dönemde var olmasının zorlaştığını, bunun da bazılarının canını çok sıktığını ve bu nedenle hepimizi kapalı bir toplumda iktidar mücadelesi yapmaya mahkûm ettiklerini görüyorum....Ülkeyi dünyaya açacak her türlü öneriye, kimi solcu, kimi sağcı gibi gözükerek, kimi de Atatürk’ü -bu bağlantıyı nasıl kuruyorlar anlamıyorum- bahane ederek karşı çıkıyor.Hayda gene bağırmaya başlıyorum:- Toplum düşmanları, iktidar manyakları, çıkarcı sefiller.***Bana bir şeyler oluyor...Ama daha fenası, galiba bütün topluma bir şeyler oluyor.
Tuhaf biliyorum ama cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili tartışmalar analizler beni çok fazla heyecanlandırmadı son zamanlara kadar…Kendimden mesleğimden kuşku duyacak kadar ilgisizdim sanki…Herkes ne kadar seçim hakkında konuşuyorsa ben o kadar susuyordum…Hatta kafamı çeviriyordum olanlara…Canım sıkılıyordu çünkü “ne olacak bu Türkiye’nin durumu” başlıklı masa sohbetlerinden, gazete yazılarından, televizyon tartışmalarından.Sonuçları belli bir seçim hakkında bu kadar büyük iri laflar bana fazla geliyordu.Ama sonra bir şey oldu…Önce CHP, ardından HDP cumhurbaşkanı adayı çıkardı…Durum yavaş yavaş ilgimi çekmeye başladı.***Çünkü adaylar, bir yarış için gerekli iddialaşmaya uygun adaylardı doğrusu…Ve ben gerçek bir yarışı ilgiyle izlerim…Öyle de oldu gerçekten…Yarış hızlandı, size de öyle gelmiyor mu?İkinci tur olma ihtimali hayli güçlendi.Seçim çantada keklik değil artık…***Cumhurbaşkanlığına adaylığını en son Selahattin Demirtaş açıkladı.Kampanyasının açılışını İstanbul Şişli’deki Kent Kültür Merkezi’nin 1000 kişilik salonunda yaptı ve soruları yanıtladı.Ardından gazetelerde neler yazıldı diye merak ettim, tek bir olumsuz satıra rastlamadım.Hatta Hasan Cemal gibi “oyum Demirtaş’a” diyen gazeteciler olduğunu gördüm.Ekmeleddin İhsanoğlu da partileri tarafından biraz fazla yalnız bırakılmış gözükse de, ben yürüttüğü politikanın ilgi çekici olduğunu düşünenlerdenim.Onun “karizmatik” olmaması, sakin bir üslupla konuşması, rakiplerine “para yardımı yapacak” bir espri düzeyini kampanyaya katması, huzuru ön plana çıkarması doğrusu ya bana cazip geliyor.Sizi bilmem ama ben “karizmadan”, bağırış çağırıştan, düşmanlıktan biraz yoruldum ve sıkıldım. Hatta bıktım…*** Cumhurbaşkanlığı için hayli enteresan üç adayımız var artık…İşte şimdi heyecanlanma vakti geldi benim için, bakalım ne olacak…Bizler fazlasıyla kafası karışık bir ülkenin kafası çok fazla karışık insanlarıyız bence.Öyle ne istiyoruz, ne düşünüyoruz, ne yapıyoruz bir çırpıda belli olmuyor bizlerde…80 milyonluk çılgın bir kuş gibiyiz ...Çırpınıp dururuz.Bu “çırpınış” cumhurbaşkanlığı seçimlerine nasıl yansıyacak merak ediyorum şimdi.Tartışma programlarını, yorumları dikkatle izliyorum.“Seçim çantada keklik” havasının bitmesi kaçınılmaz olarak heyecanı artırıyor.Erdoğan elbette en büyük favori gözüküyor ama şimdi karşısında üsluplarına pek aşina olmadığı rakipleri var.Başbakanın bu yeni durumda nasıl bir üslup tutturacağını kestirememesi bile kampanyaya bir çekicilik katıyor, öyle değil mi?***Şimdi iyi bir izleyiciyim.Seçim günü de iyi bir “katılımcı” olacağım.Sandık başına koşarak gideceğim.Şu anda herkes için en büyük ve en önemli görevin de sandık başına gitmek olduğunu düşünüyorum.Bu heyecanlı bir yarış ve bu yarışın finişini milyonlarca insanla birlikte ben de koşacağım.Sen de koş…Lütfen sandık başına git…Seçimini yap!
Zamanı kendi zorlayıcı düzeni içinde algılayamıyorum bir süredir… Kendi içsel zamanıma göre yaşıyorum hayatı. Sabah dört buçukta uyanıp, gece on olmadan yatıyorum sizin saatinize göre…Benim için bambaşka bir düzende akıyor zaman sanki bu aralar.Günler, saatler, aylar hatta bazen yıl bile başka bir zamana aitmiş gibi geliyor.Zaman kaybolunca mekan da kayboluyor çoğu zaman.Mekan kaybolunca da bildiğiniz hayat da değişiyor.***Bazen acıları yaratan şeyin zamanla olan ilişkimizin fazlalığı olduğunu düşünüyorum.Ne kadar fazla zamana esirsen o kadar mutsuzsun sanki.Zamandan kopabilirsen kendinden de kopuyorsun.Kendi yarattığın o acı dolu dünyadan da…Zamandan koptuğunda “gerçek olmayan acılar” da bu yeni düzene ayak uyduramayıp gerilerde kalıyor.Sanırım o köksüz acıları biraz da zamana ayak uydurma çabaları besliyor.***Temmuz’un ortası geldi…Yazın orta yerindeyiz bildik takvime göre, ben bir türlü sezemiyorum sanki yaşadığım takvimi…“Yaz bitiyor” diyorlar, anlamıyorum ne dediklerini… Bana göre yaz daha başlamadı bile…Aslında aklımı kaybetmeden zamanı bu kadar gönüllü kaybetmemin bir sebebi var tabii…“Ayurvedik yaşam” dedikleri Hintlilerin 5000 yıllık yaşam kültürü…Sufizm…“Sağlıklı beslenme” derken, hepsinin ortaklaşa aynı şeyi söylediğini gördüm; “zamanı yavaşlat.”“Aceleye gerek yok, acele edecek bir şey de yok.”***Zamanı yavaşlatmaz, kendi iç sesini duymayı beceremezsen yaşamda mutluluk olmayacağını söylüyor bu bakış açısı.Bir şey daha söylüyorlar:“Doğada herşey içerden dışarıya doğru…”Elinize bir bardak su alıp, dümdüz bir zemine dökerseniz ne oluyor biliyor musunuz, su önce içerde toplanıyor sonra dışarı kendine bir yol buluyor…Bu kültürlere göre mutluluğu önce içinde yaratamazsan dışarıdan hiçbir takviyeyle mutluluğu yakalayamıyorsun…Kendi iç zamanına göre bir takvim yaratamıyorsan, dış zamana göre koşup mutluluğu yakalamaya çalışıyorsan, mutlu olman neredeyse imkansız hale geliyor…***Marilyn Monroe’nun hayatını okuduğumda rastlamıştım bu cümleye, “o kendi aklıyla, insanın kalbini ezen bir savaş halindeydi.”Bilmiyorum, belki hepimiz böyleyiz.“Kendi aklımızla, insanın kalbini ezen bir savaş halindeyiz.”Zamandan kopmak, bu savaşa bir ara vermemize, bir ateşkes imzalamamıza yol açıyor.Zamanı yavaşlattığınızda, aklınızla savaş bitiyor.Ego ya da zihin dediğimiz o aklı karıştırıcı oyunlar sona eriyor…***Zamanı yavaşlatınca bir ‘içimiz’ olduğunu görüyoruz aslında, onu fark ediyoruz… İçimiz bize, aklımızla dışarda yaşamayı seçtiğimiz şeyin her zaman doğru olmadığını söylüyor…Ve aklımızla kalbimizin, içimizle dışımızın savaşı azalıyor.***Ben zamanı değiştirdim…Kendi sesimi duyuyorum artık…Kendi zamanıma ayak uyduruyorum…Kendi aklımla barışmaya çabalıyorum.Aklımla barışabilmek için zamanı yavaşlatıyorum, sırf aklımla bu savaş bitsin diye…Belki biter... Tek bu ümit bile yeter bazen insana.
Taraf Gazetesi birkaç gündür 1990’lı yıllarda işlenen devlet cinayetlerinin gizli kalmış konuşma tapelerini yayınlıyor.Uzun yıllar karanlıkta kalmış devlet cinayetlerinin perde arkasında neler olduğunu okuyorsunuz.Tansu Çiller Türkiye’sinin karanlığında Kürt siyasetçi, hukukçu ve işadamlarını hedef alan bucinayetlerin üzerinden neredeyse 20 yıl geçti.Bir yaz günü için oldukça ağır ve kasvetli bir konu olduğunun farkındayım ama saklanan gerçeklerin en büyüklerinden olduğu için ne yazık ki kayıtsız kalamayacağım, sanırım bu ‘kusurumu’ bağışlarsınız.***Hatırlarsanız dökümlerin bir kısmı 2013’te Vatan Gazetesi’nde, Çınar Özer imzasıyla yayınlanmıştı...Bu defa daha detaylı olarak Adnan Keskin imzasıyla Taraf’ta okuduk.Bu ülkede işlenen tüm devlet cinayetlerinin resmi adı “Faili meçhul cinayetler”dir...Ama hepimiz biliriz “faillerin” kim olduğunu...MİT’in elindeki cinayet tapeleri katillerin kimliğini çok açık biçimde ve resmen ortaya koyuyor.***Okudunuz mu Taraf gazetesinde yayınlanan 90’lı yıllarda devletin resmi görevlileri arasındaki telefon konuşmalarını bilmiyorum ama okumadıysanız mutlaka bir bakmanızı öneririm.MİT’te Daire Başkanlığı da yapan Mehmet Eymür’ün, esrarengiz biçimde ortadan kaybolan ve hem MİT hem Emniyet’e çalıştığı bilinen işadamı Tarık Ümit’le 1995 yılında yaptığı görüşmenin, 13 sayfalık orijinal dökümü, eski İçişleri Bakanı ve Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, emekli Yarbay Korkut Eken, Özel Harekât Başkanvekili İbrahim Şahin ile özel timci polislerin, 18 faili meçhul cinayetle ilgili yargılandığı davanın dosyasına girdi.1990’ların ilk yarısındaki cinayetlerin zamanaşımı süresi dolmak üzereyken açılmış davasının ikinci duruşması geçen gün Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapıldı.Tüm bu belgeler mahkemeye gönderildi.***Dökümlerde,aralarında Savaş Buldan ve Behçet Cantürk ile Fevzi Aslan’ın da bulunduğu bazı Kürt işadamlarının, ayrıca Mehmet Kaygusuz adlı sendikacının nasıl öldürüldüğüne ilişkin tüyler ürpertici detaylar yer alıyor.“İş bitti.”“Çok memnun oldum, gözlerinden öperim.”Bu sıradan gözüken iki cümle, hem MİT’e hem Emniyet’e çalışan profesyonel katil Tarık Ümit’le İçişleri Bakanı ve Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar arasında geçen konuşma...Biten “iş” ise Kürt işadamı Fevzi Aslan’ın cinayeti.***Tarık Ümit, Fevzi Aslan cinayetiyle ilgili Eymür’e şunları anlatmış:“Gece Fevzi Aslan’ı aldık, işi bitti. Yanımda Ziya, üç kişi daha var. (...) Ben Ziya’lara dedim ki; ‘Siz İstanbul’a dönün,’ cumartesi günü oluyor bu hadise tamam mı ağabey. Birimin patronu İbrahim Şahin. İbrahim Şahin ve ekibinin işi bu, tamam mı ağabey? Arabadan açtım; Mehmet Ağar’ın emri var santrala 24 saat hangi saatte olursa olsun, Tarık Ümit aradığı zaman bağlayacaksınız. Onu da biliyorum açtım buna, buldular. Dedim o konu halloldu dedim. Böyle gayet sevinçli bir şekilde ‘Çok memnun oldum, gözlerinden öperim... Neredesin’ dedi. ‘Yorgun musun’ dedi, ‘Değilim’ dedim. ‘Gelebilir misin’ dedi, ‘Zaten gelmeyi düşünüyordum’ dedim. ‘Ben, müsteşar beyin evinde misafirim’ dedi. 02.00’de aradım müsteşarın evini, ‘Yeni binaya gel’ dedi. Hadise bu, gel dedi bu akşam gitme kal burada. Ben seni istersen polis evine istersen Hilton’a götüreyim. Yok ağabey dedim çektim döndüm.”***Tarık Ümit, HDP Milletvekili Pervin Buldan’ın eşi, işadamı Savaş Buldan’ın da aynı çete tarafından nasıl öldürüldüğünü şu sözlerle anlatmış:“Buldan’ın olayında arabadayız. Durak yanında iki tane... Üç, ben dört, Muhsin beş, Mikail altı, tamam mı? Biz onları kaptık. İki tanesi, Muhsin’in siyah Mercedes’ine bindirdik, kelepçeledik bindirdik. Bir tanesi de bu... Arabasına bindirdik. Ben onları otelden yolcu ettim. Ben tek başıma kendi arabamla... Gittik. Bu adamlarla benim hiçbir temasım olmadı. Arabadan indirdik. Bam bom yürüdük gittik.”“Bam bom yürüdük gittik” diye dört kısa kelimeyle ifade edilen bu olay bir ailenin kıyameti... Ve şu anda henüz dökümlerine ulaşamadığımız nice cinayet, nice ailenin kıyameti gizli 90’larda...İnanılmaz değil mi?***MİT’in gönderdiği görüşme dökümlerine göre, eski MİT Kontr Terör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür’le konuşan Tarık Ümit, Mehmet Ağar‘ın “hangi saatte olursa olsun Tarık Ümit aradığı zaman bağlayacaksınız” talimatı verdiğini söylüyor.Korkut Eken’in kendisinden sürekli para istemesinden yakınan Tarık Ümit, öldürülen kişilerin üzerinden çıkan paraların nasıl paylaşıldığını da anlatıyor.Kendisinden yıllardır haber alınamayan Tarık Ümit, Susurluk çetesinin hedefinde gazeteci Mehmet Ali Birand’ın da olduğunu, ancak sonradan vazgeçildiğini belirtiyor.***Devlet görevlileri tarafından işlenen korkunç cinayetlerin, korkunç suçlarının devlet arşivlerinde saklanan belgeleri bunlar.Yirmi yıl sonra ortaya çıkıp mahkeme tutanaklarına geçti.Bu ülkede, devleti ele geçiren istediği suçu işleyebileceğini sanır, o güvenle suçları da işler.Ama o suçların kayıtları mutlaka devletin bir yerlerinde durur.Ve gün gelir gün yüzüne çıkar.Devlete güvenerek suç işleyenler eninde sonunda yargılanır.
Ege sahillerinde insanlara bakıyorum.Neler konuşuyorlar, ne anlatıyorlar, neye kızgınlar, mutlular mı? Ege bildiğiniz Ege, pek değişmiyor öyle kolay kolay...Karşılaştığım herkes cumhurbaşkanlığı seçiminden bahsediyor, Soner Yalçın okuyor, Yılmaz Özdil okuyor ve iktidara tepkisini Ramazan’da içerek gösteriyor.Ak Parti hükümetinin açtığı en büyük yara, Müslüman bir ülkede geniş bir kesimi Müslümanlığa öfkeli hale getirmesi oldu bana sorarsanız...Herkes inançlı ama biraz fazla inançtan bahsedersen herkes buz gibi oluyor çünkü tamamen Ak Parti ve yolsuzluk çağrışımı yapıyor Müslümanlık.***Milliyetçilik ise hâlâ sağlam yerini koruyor.Zaten herkes milliyetçi bu ülkede.Bazıları muhafazakar milliyetçi, bazıları çağdaş milliyetçi.Ama herkes milliyetçi.Aşağılık duygusu olan tüm toplumlarda o ezilmişlik duygusu toplumda yetişen herkesi milliyetçilik anlayışını abartmaya götürüyor galiba.O milliyetçilik duygusu da kendi toplumunda, “başkalarında” olmayan hasletler bularak insanları ferahlatıyor.Bu yüzden biz ve hepimiz ve bütün partiler milliyetçi...Ege ise bütünüyle milliyetçi tabii... Çağdaş milliyetçi.***Muhafazakârlık kavramına gelince...Bence kadınsız bir toplum olmamızla ilgili bu.Bu toplumun erkekleri ile kadınları arasındaki çağdışı ilişkiden kaynaklanan bir kavram olarak güçleniyor Türkiye’de muhafazakârlık...Sanırım bu toplumun hâkim gücü olan erkekler aslında kadınlardan korkuyor.Yenilikçi hareketlerin, kadınların toplumdaki gücünü arttıracağından ürküyorlar.Bu ürküntünün içinde büyük bir olasılıkla cinsel korkular da var.İstediğiniz kadar kadın aday yaratın, kadın seçmene bahçeler sunun, zihinlerdeki kadın imajı öyle hemen değişmiyor..Toplumun büyük bir kesimi hâlâ kadının toplumdaki yerini çok da değiştirmek istemiyor.O yüzden biz ve çoğumuz ve partiler muhafazakâr...Ege, muhafazakâr kavramına Ak Parti üzerinden bakarsanız hiç muhafazakar değil ama muhafazakar olmayı kadınları eleştirmek için kullanırsanız hala muhafazakar.***Çağdaşlık anlayışımız ise tamamıyla bize özgü.Dünyada çıkan en son şey neyse biz de onu istiyoruz...Çağdaşlığımızın ölçüsü sadece tüketim biçimiyle sınırlı.***Ramazanda içki içen milliyetçilerle, Ramazan’da içki içmeyen milliyetçiler ölesiye nefret ediyorlar birbirlerinden.Bu nefreti Ege’de açıkça görüyorsunuz.Birbirlerinden nefret ediyorlar ama birbirlerine bazı konularda ne kadar benzediklerini asla fark etmiyorlar.Sanırım en büyük ortaklıkları “demokratlara” karşı duydukları nefret.Demokratları iki taraf da sevmiyor.Ülkenin en büyük tıkanma noktası da iki büyük grubun demokrasiden hoşlanmaması, o yüzden hangisi iktidara gelirse gelsin demokrasiye doğru bir kıpırdanma olmuyor.***Bu kısa gezide bir kere daha gördüm ki Türkiye kolay kolay gelişmeyecek.Birbirine “düşman” iki grubun demokrasi ve milliyetçilik konusundaki benzerlikleri, toplumun en büyük güçsüzlüğü.Bu demokrasi düşmanlığı ve koyu milliyetçilikle gidilecek çok fazla bir yer yok.Gidemiyoruz da zaten.Ama deniz güzel, sahiller güzel.Bu da bir teselli işte...
Farkında mısınız, bu ülke ne dincilerin sandığı kadar koyu bir taassubun meraklısı, ne de öbürlerinin sandığı gibi Mustafa Kemal fanatiği ...İkisinin de bütün toplumu alıp sürükleyen bir rüzgarı yok.“Atatürkçü” CHP yüzde 30’ları aşamıyor, “Allah için siyaset yaptığını” söyleyen AKP de yüzde 40’ın biraz üstünde dolaşıyor.Niye böyle?Biri “Mustafa Kemal” gibi büyük bir şahsiyetle, diğeri düpedüz “Allah’la” geldiği halde neden bütün toplumu istedikleri gibi etkileyemiyorlar?***Devleti ve yöneticileri tarafından yüzyıllardır ezilmiş, acı çektirilmiş, korkutulmuş bir halkız biz...Büyük bir din taassubuyla gelenin de, Mustafa Kemal diye gelenin de eninde sonunda bizi ezeceğini biliyoruz.Din adına, cumhuriyet adına ne kışkırtmalarla karşılaştığımız halde halkın ana kütlesi kımıldamıyor.Bu ülke, bu halk yaşamak istiyor çünkü. ..Sade, sakin, huzurlu bir hayat istiyor.“Büyük laflarla” gelenlerin, o laf ne olursa olsun, sükuneti ve huzuru bozacağını seziyor.***İnsanlar ; özgürlüğe, huzura, mutluluğa aç.Düşmanlık, savaş, baskı, yasaktan başka bir şey görmedik.Siyasilerin ağzından çıkan “her büyük” lafın sonunda bir belaya dönebileceğini anlayabilecek bir tecrübe birikimimiz var.Onun için herkes her şeye rağmen biraz mesafeli duruyor.Erdoğan’ın “Allah için siyaset yapıyoruz” gibi siyasette hemen hemen hiç rastlanılmayan ve rastlanılmaması gereken lafı bile, lafın büyüklüğüyle orantılı bir dalgalanma yaratmadı.Kimse “yeşil bayrakları” alıp sokaklara fırlamadı.***Kimse “yeşil bayraklarla” sokaklara fırlamayacak.Erdoğan böyle laflarla asla yüzde 60’lar gibi bir oy oranına ulaşamayacak “yüzde 99’u Müslüman olan” bu ülkede.Niye?Bu tür lafların insanlara yaptırdığı çağrışımlar belli.“Siyaset ve Allah” sözcükleri yanyana geldiğinde herkesin gözünün önünde Ortadoğu sokakları canlanıyor.“Mustafa Kemal” adını bize “tek adam, tek doğru, tek yol” göstermek için kullananların hatırlattığı da Ortadoğu tarzı bir “askeri vesayet.”***Gidip sorun bu ülkenin insanlarına.Lüksemburg’da, İsviçre’de, Danimarka’da mı yaşamak istiyorlar yoksa Irak’ta, Suriye’de, Libya’da mı?Eğer çoğunluk bir “Ortadoğu” ülkesinde yaşamak istiyorsa bu “din” ve “tek adam” siyasetleri doğrudur. Peşinize bütün ülke takılacak demektir.Yok Avrupa’nın sakin ve huzurlu bir ülkesinde kendi olağan hayatlarını yaşamak istiyorlarsa, o zaman onlara “büyük laflarla” değil “küçük ve gerçekçi” vaatlerle gitmek gerekir.***Ben, Türkiye’nin ne istediğini bildiğini ama oraya nasıl varacağını bilmediğini düşünüyorum.Türkiye, “insanın” önemli olduğu, “insanın” güvende olduğu”, “insanın” huzurlu olduğu, “insanın” gelecekten kuşkuya düşmediği bir ülke istiyor.“Bu ülke” biraz “güçlü” olursa ve “devletiyle” de övünebilirse ne ala... Ama sırf bunun için de belaya bulaşmak istemiyor.“Büyük laflar” ise bu isteklere aykırı bir “bela” ve çatışma mesajı veriyor.Onun için de laflar ne kadar büyük olursa olsun, bütün ülkeyi sürükleyip götürmüyor.İnsanlar, o “büyük lafların” sonucunun ne olduğunu biliyorlar ve oraya gitmeyi canları hiç mi hiç çekmiyor.
Bazıları beni çok sevindiren, bazıları da içimi burkan çok sayıda mail aldım “İyi bir dindarla sohbet etmek isterdim” ve “Çıkarınız için günahı destekler misiniz” yazılarımdan sonra...Hatta birkaç tanesinde daha önce yazdığım yazılardan alıntılar vardı, o cümleleri ben unutmuştum... İnsanın kendi cümlelerine hiç hatırlamadan rastlaması insanı tuhaf bir biçimde etkiliyor... Beni gülümsetti... Biraz da endişelendirdi doğrusu, hafızam galiba bana gereken saygıyı göstermiyor diye düşündüm.***Bana kızan okuyuculardan biri, “Siz bunu hep yapıyorsunuz, daha önce de böyle suçladınız bizleri, inananları, Ak Parti’ye gönül verenleri ama sonunda cezanızı bulacaksınız” demiş. Bu “cezanın” nasıl bir şey olacağını söylememiş ama 25 Aralık 2011’de yazdığım yazıdan şu bölümleri eklemiş mailine:“Hepimiz Allah’ın kuluyuz da bazılarımız da ‘Erdoğan’ın kulu’ anladığım kadarıyla. Eğer Erdoğan ahlakı ve dini hatırlatırsa, hepsi ahlaklı ve dindar. Hatırlatmazsa, hepsi kendi bildiğine...Başbakan hep doğru yöne doğru gitse belki pek bir sorun yok da... Erdoğan, ‘Kadın mıdır kız mıdır?’, ‘Affedersiniz Rum!’, ‘Heykeli yıkın!’ diyerek ‘faüllü’ yollara saptığında kulları da peşinden gidiyor. Onlara, ahlakı, zarafeti, kibarlığı, demokratlığı hatırlatacak kimse de kalmıyor.Dindarlığın ya da muhafazakarlığın kendi ahlakı, edebi, adabı yok mudur?Sözüne ya da işine Allah korkusuyla yön vermez mi?‘Başbakan korkusu’ mu belirler onların davranışlarını? Dindarlıkta başbakandan böyle korkmak, her şeyini Başbakan’a göre ayarlamak var mıdır?Bunlara baktıkça, neden bizim kültürümüzde ‘Kıblesi şaşmış’ diye bir laf olduğunu daha iyi anlıyorum. Bazıları gözünü kulağını Başbakan’a çevirmiş. ‘Ben muhafazakarım, Başbakan ne derse onu yaparım... Elhamdülillah...”***Benim dedemin dedesi, babamın büyük dedesi, benim büyük büyük dedem tekke şeyhiydi. Din ve dindar konusunda bir fikrim var.Bugün dindar olarak ortaya çıktıklarını ilan eden edenleri gördükçe gerçek dindarlar adına utanıyor insan gerçekten...Beni utandıran, nefsine sahip çıkamayan şeyhlerin kalabalıkta günah dediğine ıssızlıkta el uzatan sahtekarlığı, Allah sevgisini oya tahvil etmeye çalışan politikacıların ikiyüzlülüğü, Müslümanım diyenin şaşılacak zaafları değil sadece...İnançlarından dolayı kendilerini daha büyük ve diğer insanlardan daha değerli bulmaları, inançlarıyla böbürlenmeleri, inancı bir gösteriye çevirmeleri, kendilerine benzemeyenleri “cezalandırma” hakkına sahip olduklarına inanmaları.***Dindarlık, bir büyük güç karşısında kendi güçsüzlüğünü kabul etmeyi, bu büyük güç dışındaki her insanın eşit olduğunu içine sindirmeyi, o güç karşısında kendi güçsüzlüğünü tevekkülle sırtlayıp tevazuunun sınırlarını aşmamayı gerektirir, öyle değil mi?Bazı insanları inançları mütevazi değil tam aksine kibirli yapıyor.İnançlı oldukları için başkalarının “hakkına” el uzatabileceklerini sanıyorlar.Onlar için inanç Allah’la aralarında olan bir bağ değil de sanki kendi aralarında yaptıkları bir “ortaklık anlaşması”, “hepimiz inançlıyız öyleyse elele verip başkalarının hakkına el koyabiliriz” diyen bir halleri var.El koyuyorlar da.Karşı çıkan olursa onu da “cezalandırmakla” tehdit ediyorlar.***Tevazuyu, tevekkülü çoktan unutmuş gibiler.Tevazu olmadan din olur mu? İnançla bu kadar övünmek ve inançlıyım diye bu kadar kolay yalan söylemek ayıp değil mi?***Dindarlar, dini siyasetin içine bu kadar sokarlarsa, her türlü haksızlığı dinin arkasına saklamaya kalkarlarsa, dinin ve dindarlığın hak etmediği bir kuşkuyu yaratırlar sonunda.Yarattılar da aslında, dindarlık eskisi kadar saygı görmüyor.Eskiden “radikal laikçiler” dindarları küçümserlerdi, şimdi ise geniş bir kesim dindarlığını öyle kulüp rozeti gibi yakasına takıp dolaşanlara küçümseyerek bakıyor.Gerçek dindarlar, “dindar” sözcüğünün artık hangi kavramları çağrıştırdığını bir düşünsünler.Bundan memnunlarsa devam etsinler.Değillerse bunu açıkça söyleyecek cesareti göstersinler.Tabii böyle bir cesareti gösterecek bir dindar varsa bu ülkede...
“Görülmemişi görmek istiyorum.Tanrı’nın sesini duymak,Yaşanmamışı tatmak istiyorum…Tarihin bir parçası olmak,Çevremdekilerin hayret dolu bakışları karşısında umursamaz bir gülücüğü yayarken dudaklarıma, mutlak gerçeği benimle kavrayacak bir sevgiliyle bir mucizeyi yaşamak istiyorum…”***Berke bir 30 haziran günü trafik kazasında öldüğünde 25, bu şiiri yazdığında ise 24 yaşındaydı…Ben onu tanıdığımda 22, kaybettiğimde ise 23 yaşındaydım.Aradan 19 yıl geçti…Aslında yılların geçtiğini, onca işarete rağmen en çok mezarın başına diktiğimiz tohumun koca bir ağaç olmasından anlıyorum…***Berke benim gençlik aşkımdı.Ben Aktüel Dergisi’nde ilk işime başladığım dönemde, 1993’de o da Sabah Gazetesi’nde Dış Haberler servisinde çalışıyordu.Ama ne dış haberler servisiydi o, bugün o servisten çıkan herkes başka başka gazetelerde iyi yerlere geldi…Mehveş Evin onca dergiyi başarılı yönettikten sonra yazar oldu, Emre Oral önce Milliyet gazetesinin ardından şimdi Hürriyet gazetesinin yayın koordinatörü oldu, Güney Öztürk bizim gazetenin yazı işleri müdürü ve yıllardır çıkan bütün eklerin yaratıcısı oldu.Berke o ekiptendi.***Uzun sarı saçları vardı Berke’nin…Hergele bir gülüşü...Sessiz ve yumuşak hareket ederdi. Hayatı Berke kadar sakin karşılayan çok az insan gördüm.Yaşıtlarına benzemeyen bir hali vardı her zaman.Bana kalırsa hiçbir zaman da yaşıtlarına benzemedi zaten ama hep onlara benziyormuş gibi davrandı.Yazı yazmayı çok severdi.Pek çok küçük hikaye ve şiir yazdı... Acaba yazar olurdu muydu “büyüdüğünde” yoksa gazeteciliğe devam mı ederdi. Bilmiyorum...Onunla ilgili cevabını bilmeyi istediğim ne çok soru kaldı geride.***Bira içerdi, bir de kısa Camel...Kendini anlatmayı hiç sevmezdi.Dışarıda olan dünya ona değmezdi sanki... Hayata aldırmaz tavrını çok severdim ben.Aldırmaz ama kibar, aldırmaz ama güzel gülümseyen, aldırmaz ama sevecen olabilmesine şaşardım.Çok konuşmazdı. Ama uyumluydu.Sessizliğini severdim.Gülümsemesini severdim.Başkalarına benzememesini severdim. Ben Berke’yi çok severdim.***30 Haziran’da yine beni “görülmemişi görmek istiyorum” diye başlayan o şiir karşıladı mezarının başında…“Bir mucizeyi yaşamak.”Bir de şiirin altında tek bir satır duruyor Berke’den:“Sadece rüzgar gelir bir güvercinin cenazesine”Bu sefer usulca eğilip toprağını okşarken sordum ‘gördün mü Berke görülmemişi gördün mü?’Ve Berke’nin toprağında büyümüş harika gözüken sarı çiçeklerden birini koparıp eve getirip balkondaki boş saksıya diktim…Bir yanım bunu yadırgayıp tuhaf bulsa da diğer yanım o sarı çiçekten hala bir cevap bekliyor…Neden olmasın ben de Berke gibi mucizelere inanıyorum…***19 yıl önce ektiğimiz o tohum büyüdü koca ağaç oldu şimdi.Gölgesinde durdum ağacın bir süre.Biraz sitem ettim Tanrı’ya, gençlere daha şefkatli davranmadığı için…Ağladım biraz.O usul sesi duydum:“Sadece rüzgar gelir bir güvercinin cenazesine.”