Yarın sabah ne yapacaksınız?Ya da öbür sabah? Ya da daha öbür sabah?Bu akşam ne yapacaksınız peki?Yarın akşam? Öbür akşam? Ya da daha öbür akşam?Her sabah ve her akşam yaptıklarınızı niye yapıyorsunuz?Bunları yapmak istediğiniz için mi?Hayatın en iyi değerlendirilme biçiminin bu olduğuna inandığınız için mi?***Peki, ne konuşuyorsunuz insanlarla?Neler söylüyorsunuz onlara, onlar size neler söylüyor?Bütün bu konuştuklarınızı niyekonuşuyorsunuz?Bu konuşmalar sizi mutlu ettiğiiçin mi?En ilginç konuların bunlar olduğuna inandığınız için mi?***İstediğini yazamıyorsun bu ülkede, yasaklar var.Sorulması gereken soruları soramıyorsun.Aslında hayatımızı kim yönetiyor diye hiç düşünüyor musunuz?Nasıl yaşıyoruz bu hayatı?Herşeye kendimiz mi karar veriyoruz?Öyle mi geliyor size gerçekten?***Şimdi birdenbire her şey değişse...Şikayet ettiğimiz bütün sorunlarçözülse. Özellikle politik olanlar...Mutlu olmamıza yeter mi budeğişiklikler sizce?Hayâllerimiz renklenir mi?Kaçımız bir film çekmeyi ya dayıldızları merak etmeyi ya da siyasetle bilim arasındaki farkı düşünmeyebaşlarız ki?***Doğumumuzdan ölümümüze kadar olan vakit bize ait...Ama onu hak ettiği gibi kullanabiliyor muyuz?Doğrusu pek sanmıyorum, bence dar bir sınırın içinde dönüp duruyoruz.Yaşam diye bir şey var, bizyaşamasak da...O bize uzak duran yaşamı ele geçirmemiz için önce hayâl kurmamız gerek belki de.***Hayâl kurmaya bile cesaret edebildiğimizi sanmıyorum.Farklı bir hayâli olmayanın, farklı bir hayatı olabilir mi?Kendi dar sınırlarımızın dışına,en azından zihnimizde, bizi taşıyacak hayâllerimiz olduğunda, o hayâllerbizi zorlar... Gerçekleştirilmek ister hayâller...Yaşadıklarımızın ve yaşayacaklarımızın sınırlarını önce hayâller belirler.Onun için hayâllerden bile korkuyoruz...Hayâlleri dar, kendisi dar bir hayatın içinde deli gibi koşarak dönüyoruz.***Nereye koşuyoruz... Nereye varacağız?... Ne yapmak için?Dursak ve düşünsek...Belki korkmaktan vazgeçeriz...Hayâller kurar, nereye gideceğimize kendimiz karar verir, belki sakin sakin yürürürüz...Ya da en azından madenlerde, nehirlerde, gösterilerde bu insanlar niye ölüyor diye sorarız belki...
Öylesine sade ama öylesine çarpıcı güzelliği var ki bu erken yaz sabahlarının...Sakin, sessiz, büyüleyici.İnsan, bu durgun güzelliğe boyun eğmekten başka hiç bir çare bulamıyor.Sessiz bir yaz sabahının parçası oluyorsun aniden...Sadece bir sızı belki derinden, ‘yaz bitiyor’ diye o da...Bir yaz daha bitiyor diye belki hatta.Başka bir duyguya ihtiyaç duymuyorsun.Bir sevinç bile istemiyorsun sanki yanında...Öylece sen ve sabah bütün dünyaya yetermişsin gibi...Hiçbir duygu olmasın, hiçbir bir düşünce geçmesin aklından istiyorsun...Bu sabahın içinde sadece sen olmalısın...Yanından geçenlere gülümserken bile bir an durup konuşurlarsa diye endişe basıyor içini...Bütün varlığından, geçmişinden, hayallerinden bir anlığına da olsa vazgeçmek, bu sükuneti bozacak hiçbir kıpırtıyı içinde taşımamak istiyorsun.***Sabahları yürürken bunları hissediyorum...Sabahın sessizliğini ruhumun sessizliğine benzetiyorum...Hiçbir şey olmamanın, hiçbir şeye ihtiyaç duymadan kendin olmanın muhteşem sükuneti...Sabah sessizlikleri size de öyle gelmiyor mu, insanı olduğu herşeyden soyuyor sanki...***Gün doğumları Tanrı’nın armağanı gibi...Herkes gibi benim de en çok kurtulmak istediğimden, kendimden kurtarıyor beni.İçimde dolaşıp duran, birbiriyle çatışan, beni bazen eğlendirip bazen yoran bütün o ‘ben’ler susuyor.İçim tam da istediğim gibi ıssız kalıyor...Kendi ıssızlığını da özlüyor insan bazen...Hata çok özlüyor.***Osho okuyorum bu aralar...Hintli zengin guru...İlginç şeyler söylüyor...İçindeki kalabalığın, dışındaki kalabalıktan çok da tehlikeli olduğunu söylüyor...‘İçindeki sesleri dinlersen hiçbirinin senin sesin olmadığını görürsün’ diyor.Kimileri annenin korkuları, kimileri babanın sınırları, kimileri öğretmenlerinin yasakları, kimileri komşularının duyguları...‘Gerçekten içini merak etsen bir tek kendini bulmakta zorlanırsın’ diyor.***Kişilik ve bireysellik farklıdır diyor...Kişilik dediğin şey dış dünyanın oluşturduğu kalıplar, masken, sen değilsin.‘Kişilikten vazgeçmelisin böylece sen olan bireyselliği keşfedebilirsin’ diyor...Ve ‘şimdiye kadar hiçbir toplum çocuklarına kendileri olma özgürlüğü vermedi’ diyor.Ve ‘insanda bu bölünmeyi dinle yaptılar’ diyor.‘Dinlerin ilk yok ettiği şey insanoğlunun kendi kudretidir, kendi olma halidir.’***Doğrusu ya onun dinle ilgili söyledikleri, hele böyle sabahlarda bana daha da yakın geliyor...Sahte dinler diyor...Bunu bizim dindarların yaptıkları gibi anlatıyor... Onların ve onlar gibi olanların yaptıklarını ve söylediklerine sahte din diyor...Dini, birtakım sahtekarların dünyevi ihtiraslarını içine tıkıştırdıkları bir kılıf olduğunu anlatıyor aslında...Din, özgürlüktür bana göre de...Din, hiçbir korku duymadan kendin olmaktır...Teslim olmak ve en derinindeki cevherin dışındaki her şeyden vazgeçebilmektir.***Sanırım yaz sabahlarının dinginliğinde gerçekten Tanrı’nın ışığı var...Hiç bu kadar dindar olduğum bir anı hatırlamıyorum...Sabah ve ben birbirimize karışmışken...
Epeydir aklım hep Abdullah Gül’de...Bir insanın aklını durduk yere cumhurbaşkanına takması tabii ki çok anlaşılır birşey değil...Ama Ak Parti’nin yönettiği bir ülkenin cumhurbaşkanlığını yapıyorsanız, başbakanla “kardeş” biliniyorsanız ve kendi kurduğunuz partiden “kardeşiniz” tarafından dışlanıyorsanız ilgi çekicisiniz demektir bana sorarsanız. Öncelikle de en merak ettiğim Erdoğan’la Gül’ün kardeş olduğu yalanını kimin, niye pompaladığı?Bu “kardeşlik” laflarını politikacılar halkı kandırmak için söylerler ama bu lafları ciddiye alarak yorum yazanların ve bu yorumlara herkesin inanmasını bekleyenlerin “masumiyeti” gerçekten şefkat uyandırıcı...Iki sene önceydi sanırım, “İnsan, kardeşinin cumhurbaşkanlığı seçimlerine girmesini engellemek için özel yasa çıkartır mı, çıkartıyorsa o kardeşlik kardeşlik olarak kalır mı” diye epeyce şaşırmıştım.Arada neler oldu neler, en son Gül’ün başbakan olması mümkünken yolu kesildi, Hayrünnisa Gül “28 Şubat döneminde yaşadıklarım bugün bizim camiadan, dindar Müslüman camiadan yapılanlar kadar beni üzmedi. Susuyorum ama fazla susamayacağım, asıl intifadayı ben başlatacağım” dedi.Merakım giderek arttı…***Peki, Gül bu“kardeşlik”oyununu oynamayı neden sürdürür?Cumhurbaşkanı Erdoğan, benim görebildiğim kadarıyla, sadece Abdullah Gül’ü değil, yola birlikte çıktığı herkesi tasfiye ediyor aslında, Ak Parti’yi sadece kendi malı hâline getirecek bir planı uyguluyor...“Üç dönem” kuralıyla Erdoğan’dan başka hiçbir parti kurucusu kalmayacak aktif siyasetin içinde.Hepsi kenara itilecek.Sadece, “bizim bir liderimiz var, o ne derse onu yaparız” diyecek tıynette adamlar kalacak ortada.Bunu hepsi biliyor olmalı değil mi?Bu en görünen ve bilenen gerçekleri…***Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşinin dedikleri de öyle ıska geçilecek laflar değil.“İntifada”dan söz eden Hayrünnisa Gül bir ayaklanma başlatmak istiyor kendi camiasında...***Niye bu kadar canlarının yandığı açık.Ak Parti milletvekillerinden duydukları hakaretamiz sözlerin onları yaraladığı belli.İnsanın kendi kurduğu partide bu tür saygısızlıklarla karşılaşması, Erdoğan’a yakın gazetecilerin küçümseyici ifadeleri herhalde onları çok öfkelendirmiş olmalı.“Kardeşin” Gül’ü siyaset sahnesinin dışına itmeye uğraşması da herhalde duydukları acıyı ve öfkeyi arttırdı…***Gül, “ben partime döneceğim” dediği andan itibaren parti içi muhalefetin potansiyel lideri haline geldi ister istemez.AKP’nin gidişatından hoşlanmayanların, dışlananların, yeni demokratik politika talep edenlerin umutla baktığı insan oldu.Buradaki soru, Gül bu umutları karşılayacak politik cesarete ve güce sahip mi?Şu anda sanki değilmiş gibi gözüküyor.Öfkeyle söyleniyor ama net birşey söylemiyor.Demokratik bir hedef gösteremiyor.Yapmıyor nedense…Bunun nedenini merak etmeden durmak mümkün mü?***Abdullah Gül, benim kafamda gittikçe daha çok Hamlet’e benziyor.Bir haksızlığı görmüş, bununla ilgili birşey yapması gerektiğini biliyor ama bir türlü harekete geçecek cesareti ve kararlılığı gösteremiyor ne yazık ki.Halk da, “birşey yapabilecek mi” diye onu izliyor.Böyle birine aklınızı takıp, merak etmez misiniz?Ben ederim doğrusu…
Aziz Yıldırım’ın Ersun Yanal’a son yaptıklarını izlerken dehşete düştüm, hayret ettim söylenilenlere, yapılanlara.... Ama biraz düşünüp, Yıldrım’ın daha evvel başkalarına yaptıklarını hatırlayınca, hayret etmeme hayret ettim doğrusu.Bu şaşkınlığım Fenerbahçe’yi yönetenlerin zihniyeti karşısında dehşete kapılmamı engellemedi. “Şampiyonluğa ulaşmış teknik direktörü değiştirmeme” geleneğine sahip Fenerbahçe’nin Ersun Yanal ile yollarını ayırması, beklenen bir gelişme de olsa bu ayrılığın arkasından yaşananlar, kullanılan üslup, tavır, kulübü yöneten zihniyetle ilgili insanı dehşete düşürüyor çünkü...***Aziz Yıldırım’ın pragmatik dönüşlerine alışığız, ancak işin, teknik direktörün soyunma odasında futbolculara yaptığı konuşmanın kaydedilmesi ve medyaya servis edilmesi noktasına kadar gelmesi; Türk sporunda hiç kimsenin yaşadıklarından ders çıkarmadığının da göstergesi.Şike Davası’nın kendisi aleyhine kurulmuş bir kumpas olduğunu kendi camiasına inandıran Aziz Yıldırım, maksatlı yapılan telefon kayıtlarıyla kulübünün ve kendisinin cezalandırıldığını savundu son 3 yıldır... Ama iş teknik direktörünü göndermeye gelince, Ersun Yanal’ın futbolculara hitaben yaptığı “yatak odası” konuşmaları manşetleri süslüyor; aylardır sümen altında tutulmuş magazin fotoğrafları ve kayıtları birbiri ardına medyaya veriliyor.İşin kötüsü “kumpas mağduru” olduğunu iddia eden Aziz Yıldırım da eski teknik direktörü aleyhine düzenlenen bu “kumpas”ı gönül rahatlığıyla destekliyor.***Ersun Yanal’ın Fenerbahçe’deki çizgisini hiçbir şekilde içine sindirmeyen biri olarak bunları yazıyorum...Yanal, Fenerbahçe’ye teknik direktör olmak için, taşıması gereken bütün ilkeleri çiğnerken bir gün başına bunların gelebileceğini ön görmüş olmalı aslında. Geçen yılın yaz aylarındaydı sanırım, Yanal, Fenerbahçe’nin başına geçebilmek için daha ilk gün bütün ipleri Aziz Yıldırım’a vererek teknik direktörlük için gereken “duruş”tan feragat etmişti bence...Fenerbahçe yönetim kuruluna giderek, 3 saat kendini ‘yok sayarak’ takımı nasıl yöneteceğini ve neden kendisinin teknik direktör seçilmesi gerektiğini anlatmıştı.***Daha sonra da Yıldırım’ın 1 ay boyunca başka adaylarla görüşmesini sineye çekmiş; köşesine oturup kendine şans verilmesini beklemişti.Öteki adayların geri çevirdiği Aziz Yıldırım, “lütfederek” kendisiyle 1 yıllık sözleşme imzaladığında ise gerekçesini net biçimde ortaya koşmuştu:“Başkasını getirsem takıma istediğim gibi müdahale edemem ama Ersun gelirse takıma rahat rahat karışırım...”Sırf bu sebepten Mustafa Denizli yerine Ersun Yanal teknik direktör olmuştu Fenerbahçe’ye...Yıldırım’a teslim olan Yanal’ın yaptıklarının, teknik direktörlüğünü seven ve beğenen biri olarak beni kırdığını ve şaşırttığını söylemeliyim.***Ancak... Yanal’ın ilkesizliğini yadırgarken Aziz Yıldırım’ın diktatörlüğünü gözardı etmek de adil olmaz. İstifa ettiği güne kadar Yanal’ın arkasında durduğunu iddia eden Aziz Yıldırım, Yanal’ın istifa haberi gelir gelmez çıldırmış gibi davranmaya başladı.Medyanın gözlerinin içine baka baka “Bu takımı Ersun mu, Aykut mu, Zico mu şampiyon yaptı? Bunlar başka hiçbir takımda başarılı olamadı” demek, “Fenerbahçe’yi hep ben şampiyon yaparım. Şampiyon olmadığı yıllarda ise başkaları yapamamıştır” demek, insanın akıl sağlığıyla da ilgili bir durum en azından.***“Ersun, takım idmanlarını kadın arkadaşlarıyla programına göre ayarlıyordu” nasıl bir açıklamadır? Madem Ersun Yanal bunu yapıyordu, daha ilk gün neden müdahale etmediniz de ayrılır ayrılmaz arkasından bu dedikodulara çanak tutuyorsunuz?***Aziz Yıldırım’ın Milliyet gazetesine geçen hafta verdiği röportaj, Türk spor tarihinin en ayıplı röportajlarından biridir... Gazete için değil, Aziz Yıldırım için ayıptır bana sorarsanız... Teknik direktörünü karalamak, küfretmek, onu ağır biçimde suçlamak hangi usule uygun? Allahtan Şansal Büyüka ve Tayfun Bayındır röportajı süzgeçten geçirmişler de daha büyük bir skandal patlamamış.***Teknik direktörünün kız arkadaşına fahişe yakıştırması yapmak, kürtaj detaylarına kadar anlatmak, nasıl bir sığ ilkelliktir...Nasıl bir seviye yoksunluğudur.Yıllarca “bana kumpas kuruldu” diye bağıran Yıldırım, kendi teknik direktörünün telefon konuşmalarını medyaya sızdırıyor, bel altı vurarak özel hayatının detaylarını açıklıyor.Yıldırım türü “mağdurların” sloganı belli aslında: “Ben kumpasa kumpas demem, kurban ben olmadıkça...” Kendilerinin başına bir sorun geldiğinde “mağdurum” diye ağlıyorlar ama başka insanların hayatlarını mahvetmek için kumpasın alasını yapıyorlar.Bu tür insanları toplum “ayıplamadıkça”, bu tür insanlar bu yaptıklarının bedelini ödemedikçe bu seviyesiz kumpaslar, bu çifte standartlar, bu ilkellikler sürüp gidecek ne yazık ki...
Ben bir CHP gönüldaşı olmadım hiçbir zaman… Sadece 30 Mart yerel seçimlerinde AK Parti’ye vermemek için CHP adayına verdim oyumu…Ama AK partiye kızdım diye, CHP sempatizanı da olmadım. Ülkenin politik sıkışılığının müsebbibi olarak gördüm hatta CHP’yi her defasında…Hiç bir demokratik alternatif sunmayan bir ana muhalefet partisi olduğu için.Haksız da sayılmam değil mi?***Ama hep merak ettim CHP’yi, kim bu CHP’liler bir türlü bilmedim? Kaç çeşit CHP’li var? Gerçekten çeşit çeşitler mi yoksa aynı bedenin farklı kolları mı?CHP, Kemalist bir parti.Tek parti olarak kurulmuş, tek parti ideolojisine göre de biçimlenmiş.İsmet Paşa’nın aniden tek parti faşizminin kalesi olan CHP’nin artık ‘ortanın solunda’ olduğunu açıklayıvermesiyle de, Kemalizm olmuş size “solcu” Kemalizm…Halkın sırtına binen devletin temsilcisi, milleti ezen asker ve sivil bürokrasinin partisi, işçilerin ve emekçilerin partisi haline gelmiş bir sabah.***Şimdi böyle bir başlangıç tabii ki kafa karışıklığı yaratır. Hak da veriyorum bazen aslında CHP’nin bir türlü parti olamamasına…Hep devletçi olmuşlar, hep darbelerin ordusu onlara sadık olmuş, onlar da hep orduya sadık kalmışlar.Yani bir yandan devletin valisi, bürokratı, generali CHP tarafından temsil edilmiş ama bir yandan da ondan sopa yiyen işçi, emekçi, öğrenci de…Sanırım Sovyetler’in de İsmet Paşa kadar kafa karışıklığına katkısı olmuş, o sıralar Sovyet yönetiminin de devletçi olması devletçilikle solculuk arasında kesin bir bağ olduğuna inandırmış insanları.CHP de bu inançtan faydalanıp kendi devletçiliğini hep solculuk diye sunmuş işte…Sovyetler’de devlet işçilerin, burada ise generallerin, bürokratların, valilerin, polislerindi ama bu kadar ‘küçük’ fark sanırım o sıralar kimsenin ilgisini çekmemiş.Ve Türkiye’deki yasakların savunucusu olan devletin partisi olmuş size solcu parti.***Zaten belki de en büyük siyasal dolandırıcılıklardan birini solculuğun tarifinde yaratılan sahtekarlıkla yaşamış bu ülke…Birçok insan yıllarca tutucuların en büyük destekçilerini gerçek sol sanmış, sanıyor da hâlâ… Bana sorarsanız neler gördü geçirdi bu ülke ama ülkeyi sol üzerinden yaşanan sahtekarlık kadar kökten etkilemedi hiçbir şey.***10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra aralarında kavga çıktı, Kemal Kılıçdaroğlu gitsin, o gelsin, yok yok öteki gelsin diye.Aslında yaşadıkları kimlik sıkışıklığını tartışıyorlar. Kim olduklarına bir karar vermek istiyorlar.Partinin “ulusalcıları” eski usul “Atatürkçülük ve din düşmanı laiklik” üzerinden yürümek istiyor…Kılıçdaroğlu ise partiyi daha demokrat bir kitle partisine dönüştürmeye, oylarını artırmaya çabalıyor.İşte CHP tam böyledir… Kemal Kılıçdaroğlu ‘daha iyidir’ denilecek bir parti…*** Ulusalcılıkla partinin küçülüp marjinalleşmesi kesin, o yüzden CHP sanırım ulusalacıları tasfiye edecek.Yaşayabilmek için buna mecbur.Ama ‘demokrat bir kitle partisi’ olabilmesi için de CHP’nin Kürt sorununda AKP’den daha gerici bir konumda kalmaması gerekiyor.AKP, bu dökülen haliyle bile Kürt politikasında CHP’den daha ilerde ve bunun meyvelerini de topluyor.***CHP, çağdaş bir Kürt politikası ve duvara dayanan ekonomiyi yeniden yoluna koyacak alternatif bir ekonomik program koyabilecek mi ortaya?Koyabilecekse, tam zamanı…Koyamayacaksa, sanırım bu toplum kendine yeni bir parti yaratacak.Bugünkü siyasi partilerle bu ülkenin gidebileceği bir yer kalmadı çünkü.
Dün sabah çok yorgun ve yalnız uyandım.Yalnızlık hissiyle yani…Tuhaf bir ürkeklik, tarifi zor bir yalnızlık, endişe, hüzün, anlaşılması güç bir kızgınlık vardı içimde…Etrafta biraz dolandıktan sonra ne oldu bana diye düşündüm, bugün böyle uyanmak için ne yaptım?Sanırım Robin Williams’ı depresyonunu, yalnızlığını, çocuklarını, intiharını, yeteneğini biraz fazla düşündüm… Başkasının karanlığında fazla ışıksız kaldım.***Robin Williams’ın ölüm haberi duyulduktan sonra bir arkadaşım aradı, üzgün bir sesle “sana ne soracağım, benim bir fikrim var da, sen ne düşünüyorsun merak ediyorum” dedi.Benim “neymiş o” dememe fırsat vermeden de anlatmaya başladı: “Hollywoodun gelmiş geçmiş en iyi 100 aktörü arasındasın, tarihe iz bırakan filmlerde oynamışşın, 3 çocuk yapmışşsın, tartışmasız en iyi komedyenlerden birisin, işinin zirvesindesin… Hayatını seninle değişecek en az 3 milyar insan var dışarda… Ve sen depresyondasın ve intihar ediyorsun… Sence neden yaparsın bunu? Tüm bilemeyeceğimiz faktörleri unut, bildiklerimiz üzerinden konuşalım,” dedi.Ve yine cevap vermeme fırsat vermeden ekledi, oldukça vurgulu bir sesle “çünkü yalnızsındır... Çünkü içindekini anlatacak kimseler yoktur… Karısı demiş ki ‘en yakın arkadaşımı, aşkımı kaybettim.’ Hiç inanmadım, en yakın arkadaşı olsa intihar etmezdi, en azından beraber ederlerdi… O yalnızlığı aşk bile çözemez, o da gerçekten varsa tabii…”Telefonu kapadık.***Bir Hollywood starı kemeriyle kendini niye asar? Nedir onu bu denli yaşamla uyumsuz yapan? Arkadaşımın dediği doğruysa neydi onu bu denli yalnız bırakan?Düşünmeye başladım, bu kahrolası, ilacı bulunmayan yalnızlık hissi neydi?***Robin Williams’ın dediğini okumuşsunuzdur, değil mi?Demiş ki, “Eskiden hayatta en kötü şeyin yalnız kalmak olduğunu sanırdım, değilmiş, hayatta en kötü şey seni yalnız hissettirenlerle kalmakmış.”Bu söz beni çok etkiledi. Gerçekten ruhumu sarstı... Arkadaşımın dediği doğru muydu acaba, çok mu yalnızdı içinde?Belki de çoğumuz gibi...Dedem sormuştu bunu bana birgün “neden bu kadar çok yalnızlık şiiri yazılmıştır, düşündün mü hiç” diye...Sonra da Kemalettin Kamu’nun Kimsesizlik şiirini okumuştu.“Yıllardır ki bir kılıcım kapalı kında,Kimsesizlik dört yanımda bir duvar gibi;Muzdaribim, bu duvarın dış tarafında,Şefkatine inandığım biri var gibi.Sanıyorum saçlarımı okşuyor bir el,Kıpırdamak istemiyor göz kapaklarım;Yan odadan bir ince ses diyor gibi gel!Ve hakikat bırakıyor hülyamı yarım.Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın,Kulaklarım komşuların ayak sesinde;Varsın yine bir yudum su veren olmasın,Başucumda biri bana ‘su yok’ desin de!’***Nasıl içimi sızlatır bu şiir her defasında... Yalnızlık çok zor…İnsanın içini bu şiir gibi, keser geçer.Ama kendini yalnız hissetmek, o çok daha zor bana sorarsanız...İnsanı yaralar içini paramparça eder...Ve yalnızlık duygusu insana kendini her defasında, olduğundan, zannettiğinden çok daha fazla yalnız hissettirir.Yalnızlık hissi, yalnız olmayan insanların da hissettiği, kendi kederini kendi yaratan bir duygu...***Tuhaf değil mi? Yalnızlık hissi, yalnızlıktan da kötü..Yalnızlık “başkalarının” olmamasıyla ilgilili ama yalnızlık hissinin “başkalarıyla” hiç ilgisi yok çoğu zaman... O insanın içinde, öylece var, bir lanet gibi…***Robin Williams’ın başına ne geldi bilmiyoruz… Ama kendi yalnızlığının karanlığında belli ki tek başınaymış…O karanlığın içinde tek başına kendi kendini çaresizce tüketmiş. Onu bir başına hissettirenlerle kalmaya daha fazla dayanamamış.Ve bir sabah dönmemek üzere gitmiş.Ve şimdi düşünüyorum hangisi daha zor yalnızlık mı yalnızlık hissi mi yoksa Robin Williams’ın dediği gibi kendini yalnız hissettirenlerle olmak mı!
İnsan karar veremiyor Çankaya köşkü bir son mu, bir başlangıç mı?Bazıları için bu çok şiddetli geçecek zor bir geleceğin başlangıcı, kimilerine göre de bu Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın siyasi hayatının bitişi... Bir sonun başlangıcı...Cumhurbaşkanlığı mevkinin siyasi dünyanın en zayıf yeri, en atıl mertebesi, en işe yaramayan gücü olduğu kesin… Kenan Evren gibi arkasında ordu olan darbeci bir general değilsen Çankaya’dan siyaseti biçimlemek imkansız.Bunu bilerek Çankaya’ya çıkan Tayyip Erdoğan’ın planlarının ne olduğunu şu anda bilmiyoruz.Bilemiyoruz...Abdullah Gül’ü başbakanlık için istemediğini görünce, Ak Parti’den de vazgecmeyeceğini, aklında hukuksuz bir şekilde de olsa partiyi yönetmek de olduğunu anlamak hiç de güç değil doğrusu...***Fakat Ak Parti’yi bekleyen gelecek sanki o kadar aydınlık görünmüyor.‘Milletin adayı’ Başbakan Tayyip Erdoğan yüz seçmenden 38’inin desteği ile Çankaya’ya çıkıyor su an... Toplam seçmen sayısı üzerinden bakıldığında.Son iki seçime bakıldığında, Mehmet Altan’ın da yazdığı gibi, AKP’nin oylarının 20-21 milyon aralığında tıkandığı görülüyor.Bu oylar bundan sonra da artmayacak, çok belli ki...Hatta tam aksine azalması çok muhtemel...“AKP oylarındaki her değişimin bundan sonra geriye doğru olacağı bir döneme giriyoruz” artık... Hem partideki belirsizlik, hem de ekonomide uç vermeye başlayan olumsuz sinyaller AKP’yi zor günlerin beklediğini ortaya koyuyor.Bu çok açık...***O zaman Tayyip Erdoğan’ın Çankaya’da istediği ortamı yaratması da pek mümkün olmayacak.Ak Parti erimeyecek, kontrol başkasına geçmeyecek, bu arada cumhurbaşkanlığı tek güç mevki haline dönüşecek....Bunları anayasayı değiştirmeden nasıl yapacak?2015 Haziranı’ndaki Genel Seçim’den sonra bir referandumla anayasayı değiştirip başkanlık sistemine geçmeyi deneyebilir.Ama Ak Parti’nin eriyen gücüyle bu o kadar kolay olur mu?Gelinen noktada, 2015 seçimlerinde 330 milletvekili çıkarması ve anayasayı referanduma götürebilmesi pek muhtemel gözükmüyor çünkü.***30 Martta AKP bir önceki seçime oranla iki milyonun üzerinde oy kaybetmiş, oyları yüzde 6,5 oranında gerilemiş.30 Mart yerel seçimlerinde AKP’nin aldığı oy 20 milyon 500 bin iken, 10 Ağustos seçiminde Erdoğan ancak 20 milyon 850 bin oy alabilmiş.Yani Recep Tayyip Erdoğan, 30 Mart yerel seçimlerindeki AKP oylarını çok fazla artıramamış… 30 Mart’ta kaybettiği oyları geri alamamış.Bu sayısal tablo, Erdoğan’ın “başkanlık hayallerine” geçit vermiyor.Bu rakamlarla anayasayı da değiştiremez, başkan da olamaz.***Şimdi AKP’nin başına Erdoğan kadar karizmatik olmayan biri gelecek.Bu yeni lider, oylarını nasıl artıracak?Erdoğan’ın veremediği ya da vaad edemediği ne vaad edecek oyları artırmak için?Ya da Erdoğan AKP’yi Çankaya’dan bizzat yönetmeye kalkacak.Bunu yapması suç.Sürekli suç işleyen bir cumhurbaşkanı ile Türkiye nasıl huzurlu bir ortama kavuşacak, nasıl yatırımcılara güven verecek, ekonomiyi nasıl düzgün götürecek?Neresinden bakarsanız bakın, AKP için çok umutlu bir gelecek göremiyorsunuz.***Erdoğan ya Çankaya’nın yasal sınırları içine çekilip AKP’yi kaderiyle başbaşa bırakacak… Ki bunu yapmayacağı anlaşılıyor.Ya da yasaları çiğneyecek, emirlerine uyanlarla birlikte sürekli suç işleyecek ve Türkiye’yi büyük bir karmaşaya sürükleyecek.Bu da ekonomiyi vuracak.***Böyle bakıldığında AKP son dönemece girdi gibi görünüyor.Galiba 10 Ağustos seçimleri sonun başlangıcı olacak AKP için.Bu seçim sonuçları bana Graham Greene’in romanını hatırlatıyor:“Kazanan Kaybediyor.”10 Ağustos’u AKP üzüntüyle hatırlayacak sanırım.Aslında bunu anlamak için de kahin ya da ‘düşman’ olmak da gerekmiyor...