“Türkiye’de devletin, kız çocuklarının erken yaşta zorla evlendirilmesine karşı aldığı tedbirlerin ne kadar yetersiz, toplumun ise bu konuda ne kadar az eğitimli olduğu son rakamlarla bir kez daha ortaya çıktı.Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun TBMM’ye gönderdiği rakamlar, 18 yaş altında hamile kalan çocuklara ilişkin acı tabloyu gözler önüne serdi.Müezzinoğlu, 2007’den itibaren 18 yaş altında hamile kalan çocuk sayısının toplam 91 bin 208 olduğunu açıkladı.13 ilde kurulan Çocuk İzleme Merkez’lerine 2013’te 2 bin 792 çocuğun cinsel istismara uğradığına dair başvuru yapıldığını kaydeden Müezzinoğlu, bunlardan erken evlilik yaptırılanların sayısının ise 263 olduğunu söyledi.6 bin 586 çocukla İstanbul ilk sırada yer alırken, İstanbul’u 5 bin 714 çocukla İzmir, 5 bin 181 çocukla da Adana takip etti. Çocuk yaşta çocuk sahibi olanların en az yaşandığı il ise 32 çocukla Tunceli oldu. Tunceli’yi 86 çocukla Artvin izledi.Müezzinoğlu, bütün mücadele faaliyetlerine rağmen 2014’ün ilk üç ayında 18 yaşın altında 2 bin 72 çocuğun gebe kaldığını açıkladı.”***Çok sarsıcı rakamlar değil mi?Insana başka hiçbir sebebe ihtiyaç duymaksızın “ben nasıl bir ülkede yaşıyorum Tanrım” dedirtiyor.Kadınları güçsüz bir toplumuz biz...Daha doğrusu kadınları güçsüz bırakılmış bir toplumuz. Dolayısıyla onlar kendileriyle övünseler bile, erkekleriyle de övünebilecek bir toplum değiliz.2007’den beri 91 bin, bu yılın ilk üç ayında ise 18 yaş altı 2072 çocuk gebe kalmış.Sizce bu yaşadığımız toplumla ilgili neyi gösteriyor?***Biz, erkeğinin kadından da, kadın çıplaklığından da korktuğu bir toplumuz...Hatta kadın kahkahasından da...Ama küçücük kızlara dokunmaya ya da o küçücük kızların annelerini öldürmeye korkmuyor bizim toplumun erkekleri.Erkeklerin sığ olması da, sanatın istendiği ölçüde serpilememesi de, medeniyetin tam anlamıyla gelişememesi de hep bu kadından korkmaları ve onu yok saymaları yüzünden bence...Kadınlı bir toplum yaratamadık. Kadını hep özleyen ama ondan hep korkan, bu korku yüzünden de ondan nefret eden bir “erkekler” toplumu oldu burası.Peki, küçük kız çocuklarından ne istiyorlar? Sizce orada saklı olan o hastalık ne? Bu toplumun erkekleri, kadınları üretime almadı, kadınlarla beraber eğlenmedi, kadınların akıllı olduğuna inanmadı, namus kavramını kadınların çıplaklığı üzerine kurdu, namussuzluğu kadınların özgürce yaşamasının adı olarak gördü...Sonunda da kadınları öldürdü...Hala da öldürüyor...Artan cinayetler, yıllarca erkekle kadını ayrı yaşamaya zorlamış bir toplumun içinde oluşmuş hastalıklı tümörlerin birer birer su yüzüne çıkması yüzünden...Pekiii, o kaçınılmaz soru geliyor akla hemen tabii “Kadınları bu kadar güçsüz bırakan bir toplumun erkekleri güçlü olabilir mi?”Anlattıkları kadar cesur olabilirler mi peki?Söyledikleri kadar akıllı olabilirler mi?Çok sevebilirler mi?Kendilerine güvenebilirler mi?Her şeyden önemlisi kendilerini sevebilirler mi?Olamazlar...Sevemezler...Güvenemezler...Kadınları güçsüz bırakarak, kendilerini de eksik bırakan erkekler böyle bir toplumda ancak katil olurlar...Bazen kadını öldürürler, bazen kendilerini, bazense ilişkiyi... Bazense koca bir ülkeyi...***Cinayetleri durdurmak mı istiyoruz? Küçük kızları daha büyümeden evlendiren zihniyetten kurtulmak mı istiyoruz, bu ülkenin medeni bir seviyeye gelmesini mi istiyoruz?Kadınla erkeği “barıştırmamız” gerekiyor o zaman… Kadınları özgürleştirmemiz...Erkeklerin kendine güvenini arttırmamız...Bütün bunlar için de erkeğin “namusunu” kadından bağımsızlaştırmamız gerekiyor, bir erkek namuslu, onurlu, saygıdeğer olmak istiyorsa bunu kendi başına yapsın… İşinde, hayatında yapsın...Yapabiliyorsa...Her türlü sahtekarlığa, ahlaksızlığa bulaşıp, kadının bedeni üzerinden kendine “namus ve ahlak” devşirmesin.Öyle değil mi?Gururlarını, namuslarını, ahlaklarını, kimliklerini, kişiliklerini kendi varlıkları üzerine bina etsinler, kadının bedeni üzerine değil.***Bu toplumun erkekleri sahip olamadıkları her değeri kadın üzerinden kazanmaya kalktıklarında, kadınları kaybettiklerinde de her şeylerini kaybettiklerini sanıyorlar, güçsüz ve zavallı kalıyorlar.O gücü de cinayetle ya da hamile bırakarak yeniden kazanacaklarını sanıyorlar. Erkeklerin güçlü ve ahlaklı olamadığı toplumlarda kadın katilleri, küçük çocuk avcıları da çok olur.Kendi ahlaklarını ve onurlarını kendi başlarına kazanacak kadar güçlü olduklarında öldürmekten de vazgeçerler, küçük gelinlerden de, yalan ve sahtekarlıktan da…Yeter ki o gücü kazanabilsinler...
Bu günü de sayarsak dört gün kaldı, beşinci gün sandığa gidip cumhurbaşkanını seçeceğiz…Türkiye, bu pazar kendisiyle ilgili çok ciddi bir karar verecek…Aydın Engin’de okudum, “cumhur” yöneticisini kendi seçen halk demekmiş…“Kendi yöneticisi seçen” cumhurun başkanını arıyoruz şimdi… Oylarımız bunun kim olduğunu söyleyecek.Böyle anlatınca insan kendini hakettiği yerde gibi hissediyor değil mi?***Aslında ne acaip, Türkiye’nin sahibi olduğunu düşünen başbakanımız sayesinde cumhurbaşkanı ilk kez doğrudan bizim oylarımızla seçilecek.Daha önce hep Meclis seçiyordu…Bu bir demokratik gelişme aslında ama insanı güldüren bir gelişme…Bu kadar baskı, çarpıtma, algı operasyonu, polis operasyonu, hukuksuzluk, yasakçılık ortasında “cumhur” başkanını seçiyor.Seçmekte özgürüz ama gerçekleri öğrenmekte pek de özgür sayılmayız.***Sonucu da çok merak ettiğim gibi adayların nasıl bir oy oranı alacağını da merak ediyorum doğrusu…Geçerli oy sayısının yarısından bir fazlasını alan Cumhurbaşkanı seçilecek.İkinci tur olacak mı?Yoksa Başbakan ilk turda “Alllahın izniyle” cumhurbaşkanı mı olacak?Tabii “tatilci” CHP’lilerin ne yapacağı da çok önemli.Oy kullanma oranı ne olacak acaba?Bak burada insan AK Parti’ye gıptayla bakıyor işte, Tayyip Erdoğan’a oy verecekler tatilde olsa tatil yerlerinden itinayla tek tek toplanır, sandık başına getirilir... zorlanmazlar bile bunu yaparken…Ama Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy verecekler “ya kazandırırlar mı, bırakır mı Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanlığını, birinci turda olmazsa ikinci turda nasılsa seçilecek” diyerek sezlonglarda yatmaya devam ederse ikinci tura bile ihtiyaç kalmaz sanırım… İlk turda iş bağlanır.***Ama “şezlongcu CHP’liler” yanılıyor bence.Erdoğan’ın ilk turda seçilemezse bu önemli bir siyasal gelişmedir, en azından Tayyip Erdoğan üstündeki “büyü” bozulur…“Her şeye muktedir Erdoğan” önkabulü yıkılır.Tam katılımlı bir seçimde AKP’nin azınlık mı çoğunluk mu olduğu ortaya çıkar.AKP’ye muhalif olanların gücü anlaşılır.Dün Kerem Altan soruyordu, “Erdoğan’ın başkan olma tutkusu da ilginç aslında. Tamam, yaptığı tüm hukuksuzluklardan kurtulabilmesinin tek yolu Köşk’e çıkıp başkan olmaktan geçiyor ama şu anda bile bir başkandan daha fazlası gibi davranan birinin gerçekten de o unvana bu kadar ihtiyacı var mı?Ne istiyor da yapamıyor ki? Hangi yasayı ayaklar altına almıyor ki?”Gerçekten bunu ben de çok düşünüyorum.Niye başkanlığı istiyor?Niye bu kadar çok istiyor?***“Gerekirse 12 Eylül’de olduğu gibi 500 bin kişiyi tutuklarız” diyen savcıların olduğu bir ülkede bir siyasetçiye “başbakanlık” yetmiyorsa, neden yetmediği ve başkan seçilmesi halinde neler olacağı sorgulanması gereken bir durum.Aklınızdan geçiyor mu bu sizin de?Parlamenter sistemi bile hukuk kurallarına göre işletemeyen bir ülkede “başkanlık “düzeninini neler getireceğini herkes bir düşünmeli bence. Başbakan Erdoğan ve ekibi bunu çoktan düşünmüş gibi görünüyor…Düşünmeyenler, hala kendi aralarında çekişen ve şezlonglarından kalkmaya üşenen “yılgın” CHP’liler galiba.“Düşümemenin” bedelinin ağırlığını bakalım dört gün içinde fark edip hareketlenebilecekler mi?Bakalım...
İktidarlar geldi iktidarlar gitti, hükümetler geldi hükümetler gitti ama ülkenin temel bozukluklarında bir türlü bir düzelme olmadı.Hukuksuzluğa çare bulamadık, siyaseti demokratikleştiremedik, eğitimi çağdaşlaştıramadık.Bizim ülkemizde çarpıklıkların şifresi devletin işleyiş biçiminin içinde saklı çünkü...Devletin işleyiş biçimini değiştirmeden hiç bir şey düzelmiyor.Siyasetçiler bu çarpıklığı düzeltmek istemiyor, sadece bu yapının başına geçmek ve biraz da kendisi ezmek istiyor.Kendisi devletin nimetlerinden yararlanmak istiyor.Öyle değil mi?***Her gün gazeteleri, sayısız ‘uzman’ köşe yazarını okuyoruz, televizyonlara bakıyoruz, politikacıları dinliyoruz ve gerçekleri öğreniyoruz sanıyoruz ama gerçeklerle ilgili çok az şey anlatıyorlar bize.Devletin Türkiye’yi nasıl yönettiği bilinmesin istiyorlar.Bu çarpıklığı saklıyorlar.Sanki kanmak ve kandırılmak konusunda herkes işbirliği yapmış gibi...***Devletin şifrelerinin kırılmasını istemiyorlar.Neden? Neden hepimiz gerçeklere bu kadar kapalıyız?Cumhurbaşkanlığı seçimine çok az kaldı, insanları dinliyorum, devletin baskıcı yapısını anlatan, hatta merak eden birine hiç rastlamıyorum...Adaylar dahil.Neden birbirine rakip olan insanlar bile devlet dendiği zaman el ele hizaya geçiyor acaba?Bilmemizi istemedikleri şey ne?***Bence, bilmemizi istemedikleri şey, vatandaşın hiçbir öneminin olmadığı ve paranın devletin içinde bir yerlerde bölüşülmeye çalışıldığı...Hangi açıdan bakarsanız bakın Türkiye’nin çağdaşlaşabilmesi için ilk yapması gereken şey, devlet-vatandaş ilişkilerini yeniden düzenlemesi...Bunun için de önce yeni bir anayasaya ihtiyacımız var.Güçler ayrılığını yerli yerine oturtacak, devletin gücünü sınırlayacak, hukuku evrenselleştirecek, eşitliği güvence altına alacak bir anayasa.***Kimse böyle bir anayasadan söz etmiyor.Hiç böyle sorunlar yokmuş gibi, necip basınımız da dahil olmak üzere bütün güçler, dikkatimizin devlet-vatandaş ilişkisinin dışına çekilmesi için uğraşıyorlar...Devletin şifrelerinin çözülmesini istemiyorlar.Anayasa yenilensin istemiyorlar.“İstiyoruz” diyorlar ama yeni anayasa yapılması, devletin çürümüş yerlerinin kesilip atılması için seslerini çıkartmıyorlar.Oysa ki bu şifre çözülmeden, Türkiye’de kolay kolay yapısal bir değişim sağlayamayız.***Sanırım gerçekleri görmemiz, değişimin gerekliliğini anlayabilmemiz için biraz daha acı çekmemiz gerekiyor.Bu iyi haber mi kötü haber mi bilemiyorum ama o acıları çekeceğiz.İhtitacı olan değişimleri gerçekleştirmeyen her toplum, o değişimleri gerçekleştirmek zorunda kalana kadar acı çeker.Biz de çekeceğiz.Tek umudumuz, bu “acıların” geri dönülemez felaketlere dönüşmemesi.Ne yazık ki bu böyle felaketler de ihtimal dahilinde.***Seçimde oyunuzu kullanmayı sakın unutmayın...
Çarşamba günkü yazım “Kahkaha ve Modigliani”ye gelen tepkiler, yazarken hissettiğim birçok duygunun pek çok insan tarafından da paylaşıldığını gösterdi bana.Modigliani’nin karşı konulmaz büyüsü yazıyı okuyanları da içine almıştı besbelli… Gelen maillerden ve Facebook’taki yorumlardan ölmek ve yaşamak arasındaki o “lanetli” ilişkinin çoğumuzun hayatının ızdırabı olduğunu sezmemek mümkün değildi doğrusu.Yaşamaktan mı korkuyoruz?Ölmekten mi?Ne sarsıcı bir soru, değil mi?***Sanki cevabı “ölüm” gibi dursa da, bence ölümden korktuğumuz kadar ya da ölümden korktuğumuz için yaşamaktan da korkuyoruz çoğumuz...Hatta belki hepimiz. Sürekli olarak yaşamın kenarında dolanıyor ama bir türlü gerçekten yaşamaya cesaret edemiyoruz.Aslına bakarsanız yaşamaktan korktuğumuzu hiç söylemiyoruz.Ama çoğumuz düpedüz yaşamaktan korkuyoruz işte...Yaşamaya, yaşamın kendisine, o ağzımızdan düşmeyen Tanrı’ya kendimizi bırakacak kadar yürekli değiliz.En büyük cezamız da aslında bu…Ve bunu biliyor olmamız.***Modigliani’ye delice tutkun Jeanne, filmi izlerseniz göreceksiniz, çocuklarına rağmen aşık olmayı ve ölmeyi seçebiliyor… İnsan gerçekten aşık olmayı ve ölmeyi seçemiyor, yaşıyormuş gibi yaparken…Gerçekten yaşamaktan korkmayanlar, ölmeyi göze alanlar aşık da olabiliyor sanki… Hepsinin arasındaki bu korkunç bağlantı bizi nasıl köşeye sıkıştırıyor değil mi?Aşk, ölüm ve yaşam…***Niye korkuyoruz acaba dolu dolu yaşamaktan? Ölmekten bu kadar korkarken yaşamaktan da korkmanın ne anlamı var?Bizi ölümden ayıran, ölümle aramıza koyabildiğimiz tek mesafe olan hayatı hiç yaşamadan nasıl pas geçebiliyoruz?Sadece “varolmak”, sadece canlı olmak nasıl yetiyor bize acaba?İnsanın aklı almıyor...***Ölmekten ve yaşamaktan bu kadar korktuğumuz bir dünyada,dünyanın birçok yerini ölümün kuşatması insanların insanları öldürmesi de insanı derinden düşündürüyor değil mi?“Maymunlar Cehennemi Şafak Vakti”, seyredenlerin çok beğendiği bir film…1968 yapımı kült bilimburgu filmi Maymunlar Cehennemi’nin yeni teknolojilerle çekilmiş günümüz versiyonu...Temel hikayeden yola çıkılarak çekilmiş yeni serinin ikinci filmi...Maymunlar Cehennemi’ni seyretmiş miydiniz? İçinde dört astronotun olduğu uzay gemisi kazara bir gezegendeki bir göle iniş yapar… Yaşam bulunmamaktadır o gölde ama ilerledikçe karşılarına bir çöl ve vaha çıkar ve orada yaşayan ilkel bir insan grubu…Ama asıl astronotları bekleyen sürpriz at sırtında gelen gorillerdir…Oranın hakimi o maymunlardır.***Ve filmin ilerleyen sahnelerinde de anlaşılır ki yabancı bir gezegen zannederek indikleri göl, aslında kıyamet (bir nükleer savaş) sonrasının dünyasındaki Newyork şehridir ve insan uygarlığının yerine maymunlar geçmiştir…Yeni film Maymunlar Cehennemi Safak Vaktin’de okuma yazma öğrenen,insanlarla çatıştıkça insan gibi olmamak için kurallar yaratan maymunların duvara yazdıkları ilk cümle; ilk kural şudur:“Maymun maymunu öldürmez.”***Biz, insanın insanı öldürdüğü ve öldürmeye doymadığı bir dünyada yaşıyoruz. Belki de yaşamdan ve ölümden bu denli korkmamızın nedeni de budur.Kimbilir... İnsanın insanı öldürmesi.Bir gün filmdeki “maymunlar” gibi “insan insanı öldürmez” kuralını keşfedip uygularsak, o zaman korkularımız da biter belki...O zamana dek bu korkularla yaşayacağız herhalde. Yasam tutkumuzu yok sayarak...
Aslına bakarsanız bir bayram sabahı için fazla sessiz denebilecek bir kadroyduk kahvaltıda, Leyla ile ben, sadece ikimiz başbaşa…Leyla bayram olduğu için waffle hazırlamıştı bize çilekli ve muzlu…7 yaşında olmasına rağmen yemek yapmaya oldukça meraklı, bayramın coşkulu masalarına oranla sessiz mi acaba bizim masamız diye içimden geçmesine rağmen, bayram bayram gibi başlamıştı gerçekten Leyla sayesinde…Nutella, çilek, muz ve Leyla’nın rüyaları.***Uzun zamandır bir bayramı içimde bu denli derin hissetmemiştim doğrusu, olduğumuz gibi, çabasız bir mutluluk vardı masamızda.Bülent Arınç da henüz atağa geçmemiş, kahkahanın da bizi günahkar yaptığını söylememiş, kahkahalar atıyorduk…Ben attığımız kahkahaları esas alarak sosyal medyada dostlarıma bir bayram mesajı yolladım:“Kahkaha gerçek dindir, gerisi olsa olsa metafiziktir.”Osho’nun, meşhur Hintli gurunun sözleri bunlar…Bunun ardından öğleye doğru Arınç kahkahaya ceza koyunca, kahkahamızla dünyayıyönlendirebileceğimizi neden kahkahayı sevmediklerini anladım doğrusu.Kahkaha hele kadın kahkahaları bazıların ürkeceği dünyayıdeğiştirebilecek kadar güçlü çünkü…***Ama sonra ana kız ikimiz de hızlıca bayramı unutup günün akışına bıraktık kendimizi…Ben bir film seyretmek istedim.Yaz öğleden sonralarının huzurlu gölgesine bırakarak kendimi Yahudi asıllı İtalyan ressam Modigliani’nin hayatını seçtim seyretmek için…Film bittiğinde tek başıma o kadar içerden bir yerden ağlıyordum ki korkup bir arkadaşımı aradım, en azından telefonun ucunda biri olsun istedim sanırım.O beni sessizce beni dinlerken ben uzun uzun ağladım Modigliani’ye, ona tutkuyla aşık Jeanne’e ve birbirlerine delice düşman ama bir o kadar da birbirlerine hayranlık duyan Picasso’yla ilişkilerine…***Bir bayram günü için beni böylesine delip geçen bir başka film seçemezdim sanırım.Film, Jeanne’nin “aşkın ne olduğunu biliyor musunuz?Gerçek aşkın…Hiç kendinizi cehennemin sonsuzluğuna mahkum ettiğiniz güçlü bir aşk yaşadınız mı?Ben yaşadım…” sözleriyle başlıyor.Ve ardından , Modigliani Picasso’nun olduğu restauranta geliyor ve Picasso’ya diyor ki “söyle Picasso, aşkı nasıl bir küpe çevirirsin?”İşte o an, o ilk iki kare bana çok iyi bir film seçtiğimi Mike Davis’in Modigliani’yi çok iyi anlattığını hemen hissettirdi doğrusu…***Film, “hayatımı umursamıyorum” diyen, yaratıcılığa giden tek yolun hayata meydan okumak olduğunu düşünen, resimlerinin satılmasını umursamayan ve zamanın zengin ressamlarının aksine beş parasız yaşayan, sosyetenin övgülerine rağmen onların ruhsuzluğunu yüzlerine en uygunsuz şekilde vurmaktan geri durmayan fütursuz ressam Modigliani’nin hayatını anlatıyor…Bir hayatı umursamayan, onu yaşamaya cesareti olan bir ressamla, kendi hayatını bir başkası için umursamayan ve ölmeye cesareti olan Jeanne’nin aşkını…Modiglianin ölümünün ardından, 2 gün sonra, 15 aylık kızını geride bırakıp karnında 9 aylık bebeğiyle intihar eden Jeanne, Modiglianin tüm resimlerindeki iri gözlü kadın.***Çok ağladım.Yaşamaya ve ölmeye cesareti olanları düşündüm uzun uzun…Ölmekten nasıl korktuğumuzu…Kimseyi hatta kendimizi bile ölümü göze alacak kadar sevmediğimizi…Ölmeye cesaretimiz olmadığı için yaşamaya da olmadığını ve koca hayatları nasıl ıskaladığımızı…Çok ağladım…Bir hayatı hayat yapan şey, onu kaybedebilme gücünüzün olup olmadığı…Ne kadar vazgeçebilirsen hayatından, hayat o kadar önünde eğiliyor…Ölmekten korkmadığın kadar yaşayabiliyorsun ancak…Ölmekten korkmazsan yaşamaktan da korkmuyorsun…***Modigliani ile Jeanne’nın bütün macerası “vazgeçmek” ve “ölesiye bağlanmak” üzerine.Modigliani sanata, Jeanne Modigliani’ye ölesiye bağlılar, onun dışındaki her şeyden, hayat da dahil vazgeçiyorlar.Bu tutkuyu ve muhteşem vazgeçişi etkilenmeden seyretmek mümkün değil.***İşte hayat böyle de yaşanabiliyor.Tutkuyla ve vazgeçerek.Modigliani’nin hayatını izlerken neden Picasso’nun onun için “o bir tanrı, Modigliani, bir yaşam biçimi’” dediğini anlıyorsunuz.O bir yaşam biçimi gerçekten.Son zerresine kadar tutku ve keder dolu bir yaşam biçimi.
Pazar gününe ne yazsam acaba, bu aralar nefis biyografiler okudum ve seyrettim, onlardan mı bahsetsem, hızlı trenin açılış günü bozulmasından mı dem vursam, tutuklanan emniyet müdürleri ve kızışan savaşı mı sorgulasam, ne yazsam acaba derken Gazeteciler. com sitesinde adıma rastladım.Küçük bir bölüm var orada, “kazanan, kaybeden ve alkış alan” yazıları seçiyorlar.Adıma o sitelerde pek rastlamam ama bu sefer kazanan bölümümünde adım yazıyordu...Gerekçesi de cuma günü yayınlanan “mutluluk” yazımdı.Onca yazı arasında ilgilerini o çekmişti.Toplumca nasıl mutsuz olduğumuzu bir kez daha düşündüm.Bu ülkede herkesin biraz huzura ve mutluluğa ihtiyacı vardı ve herkes bunu elindeki olanaklarla bir şekilde anlatmaya çalışıyordu.***Mutluluk konusunda inatçı ve umutluyum olanlardanım ben. Bu ülkede çok kötü şeyler olduğunu biliyorum görüyorum yaşıyorum ama bu ülkede iyi şeyler olacağına da inananlardanım hala...Kötülükleri, bozuklukları düzeltmek için uğraşırken, iyi şeylere sevinmekten de korkmamak lazım diye düşünüyorum...Ama onca dert, bela, sıkıntı varken o kendimize ait küçücük mutluluklar insanı utandırıyor biraz.Böyle hissetmenin bir anlamı olmadığını bilsek bile mutsuz bir toplumu kendi başına terk etmişiz, onları yalnız bırakıp gitmişiz gibi bir duyguya kapılıyoruz.O küçük mutluluk bizi tedirgin ediyor.***Böyle büyük bir mutsuzluğun içinde nasıl mutlu olacağız?Tümden vaz mı geçmeliyiz bu duygudan?Yoksa her koşulda mutluluğu aramalı, bulduğumuzda da tadını mı çıkarmalıyız?Dürüstçe konuşursak, yakın bir zamanda Türkiye’nin ortaklaşa bir mutluluğu bulması imkansız gözüküyor.Hatta tam tersine mutsuzluk ve dert daha da artacakmış gibi gelişiyor olaylar.Peki biz zavallı insancıklar ne yapacağız?Bu mutsuzluk denizinde kendimizi o mutsuzluğun içine bırakıp boğulacak mıyız yoksa bulduğumuz küçüçük bir mutluluk parçasına bile yapışıp biraz olsun bir tat almaya mı çalışacağız?***Toplumlar insanlardan daha uzun yaşar.Biz yok olduğumuzda da Türkiye varlığını sürdürecek.Ve bir gün mutlu, huzurlu, gelişmiş olmanın yolunu bulacak. Insan bunu görmek istiyor değil mi?Ama bizim kuşağımızın Türkiye’yle birlikte mutluluğa ulaşması çok zor gözüküyor.Peki, Mutluluktan vaz mı geçelim yoksa kendi mutluluklarımızı arayıp, bulduğumuzda da sarılalım mı?Ben mutluluktan yanayım.Nerde, nasıl bulursan bul, bulduğunda sarıl ona diyenlerdenim.Mutlulukta utanılacak bir şey yok.Bence utanılacak olan, koca bir toplumun böylesine mutsuzluğa batması ve buna bir çare bulamaması.Hatta mutluymuş gibi yapması ya da mutsuzmuş gibi durması...Mutlulukla ilgili bile hep yalan söylemesi...***Sadece bize ait olan o küçücük mutlulukları bulmak çok zor artık sanki.Öyle “isteyen alsın” diye etrafa saçılmış durumda değil.Aramızda mutluluğu bulanlar olursa, korkmadan, utanmadan sevinçle sarılsın ona.Hayatın bir armağanı olarak kabul etsin.Hayat tarafından kutsandığını düşünüp, şükretsin.Bu bayramın tadını mutlu olarak çıkarsın mesela...
Mutluluk, neredeyse herkes için masalsı bir hedeftir.Varlığından pek emin olmadığımız, sürekli aradığımız, ele geçirdiğimizde de kaybetmekten korktuğumuz bir duygunun etrafında örülür hayatımız.Ömrümüzün bir bölümü mutluluğu aramakla geçer, galiba insanların önemli bir kısmı hayatının bir aşamasında bu umudundan ve arayışından vazgeçer.Mutluluğun peşini bırakır.Mutluluk arayışı, kişisel bir serüven gibi gözükmesine rağmen ben onun aslında toplumsal bir serüvenin parçası olduğunu düşünüyorum artık.***Çevrenizdeki insanların mutsuz olduğu bir dünyada, mutluluğu bulmak, bulursanız da onu sürdürmek çok zor.Bir mutluluğu zerrelerinize kadar hissettiğiniz bir anın derinliklerine dalıp geri geldiğinizde, kafanızı kaldırıp karanlık bir kabusun içinde çırpınan insanları gördüğünüzde, o mutluluğunuzun tadını biraz daha alabilmek için yeniden tek kişilik mutluluğunuzun derinliklerine kaçmak istersiniz.Mutlu olduğunuz anın tadını çıkarabilmeniz için başkalarının da mutlu olması gerekir çünkü, en azından bu kadar büyük acılar çekiyor olmamaları gerekir.Herkesin acı çektiği bir yerde, içinde dolaştığınız mutluluk gerçek bir mutluluk olmaktan çıkar, sadece sizin girebildiğiniz, sadece sizin bildiğiniz bir sığınağa döner.Diğerleri dışarda acı çekerken o sığınakta kalmak, bir süreliğine haz verse de eninde sonunda bir şekilde utandırıp, huzursuz eder insanı.Kendini bencil, vurdumduymaz ve çirkinleşmiş hissetmeye başlarsın.Mutluluğun lekelenir...***Bu yüzden, yaşadığımız ülkede, bulunduğumuz gezegende mutlu olmak çok zor, neredeyse imkansız.Bu ülkede, bu dünyada her gün yaşananlar, bizim tek kişilik mutluluklarımızı boğuyor çünkü.Gazze’ye, Soma’ya, düşürülen uçaklara, ölen insanlara sırtımızı dönerek nasıl mutlu olabiliriz?Haksızlıklara gözlerimizi kapayarak nasıl mutlu olabiliriz?Her gün düzenli bir şekilde iki işçi iş kazalarında ölürken nasıl mutlu olabiliriz?Her gün Filistinli çocuklar vurulurken nasıl mutlu olabiliriz?Etrafımız böylesine acılarla çevrelenirken nasıl o küçük sığınamıza saklanarak mutluluğumuzu koruyabiliriz?Bu bizi utandırmaz mı?Bizim mutluluğumuzun saflığını bozmaz mı?***Tek kişilik mutlulukları bile yaşamamız imkansızlaşıyor artık.Bu gerçeği hangi uydurduğumuz yalanla kapatabiliriz ki?Üstü parlak ambalajlarla kapatılmaya uğraşılsa da, derin bir huzursuzluk, şüphe ve endişe hakim bu topluma.Zenginlik belki biraz var ama mutluluk hiç yok.Derinlerde gizli bir endişe dalgası saklı.O dalga, sizin tek kişilik mutluluğunuzu da bir karanlığa doğru sürüklüyor.***Mutlu olunması zor toplumlarda tek kişilik mutluluklar da uzun sürmüyor.Ve her mutluluk kaybolup gidiyor.Ortak bir mutluluğu kaybettiğimiz için tek tek mutluluklarımızı da kaybediyoruz.Mutsuz bir dönem bu.Ama bir gün geçecek bunlar.Mutluluğu yeniden keşfedeceğiz.Karanlık bir sığınak olmayacak ozaman tek kişilik mutluluklar, büyük bir festivalin parçası haline dönüşecek.Tek tesellim, tek umudum bu inanç şimdilik.
Geçen hafta liseden bir kız arkadaşımla 30 senenin üzerine, sohbet ederken bana “babam hiçbir şey bilmiyor, düşünsene ona gösterdiğimiz bambaşka bir hayat, bizim yaşadığımız bambaşka” dedi…“Hiçbir şey mi bilmiyor?” dedim.“Evet” dedi. Ve aile ve yalan üzerine düşünmeye başladım.En korunaklı olduğumuz yerde bile yalan söylüyorduk…Kim kime yalan söyler?Niye söyler?Tam yalan hakkında bir yazı yazmayı aklımdan geçirirken, Mehmet Altan’ın “büyük bir yalanı”net biçimde ortaya koyan yazısını okudum…İlk cümlesiyle sarsıldım.“Geçen hafta dünya Gazze trajedisi ve düşürülen Malezya uçağı arasındaki kanlı parantezde çalkalanırken, Türkiye de büyük bir Soma olma yolundaki macerasına devam etti…”Türkiye Soma olma yolunda macerasına devam etti… Durumun bu kadar net bir cümleyle açıklanması beni sarstı gerçekten.***“Soma’daki katliamla ilgili yürütülen soruşturmanın ana delilini oluşturacak bilirkişi raporu için çekilen fotoğraf ve görüntüler, madencilerin içler acısı şartlarda çalıştırıldığını, madenin içini ve havalandırma alanını gösteren güvenlik kameralarının çalışmadığını, uyarı cihazlarının ve monitörlerin de çok eski teknoloji olduğunu ortaya koydu.Halbuki Soma AŞ, 2013 yılındaki yalap şap bir üretim artışı sayesinde İstanbul Sanayi Odası 500 büyük sanayi şirketi sıralamasında 34 sıra birden yükselmiş görünüyordu…İşçiler korkunç yangında ölene kadar da Soma bir ‘başarı öyküsü’ olarak yutturuldu. Gerçek, ancak insanlar öldükten sonra ortaya çıktı.Yukardaki görüntü bir üretim artışı, aşağıda ise cesetler... Soma’nın özeti işte bu. Yeni Türkiye’nin özeti de bu.” Diye devam ediyordu yazı.***Diyordu ki Mehmet Altan“Soma’yı anlarsanız, AKP’nin şimdiki yönetim anlayışını da anlarsınız. Yukarda her şey propaganda, görüntü, cila, yalan.Altta ise ülkeyi çöküntüye götüren kanlı bir yağma…”Mehmet Altan örnekler vermiş Soma’laşmamız konusunda.“Hatırlayın, 27 Ocak - 6 Şubat 2011 tarihleri arasında Erzurum’un ev sahipliğinde düzenlenen ‘Dünya Üniversiteler Kış Oyunları’ için yapılan tesisler, yaklaşık 600 milyon liraya mal oldu.Tesisin açılışını 7 Ocak 2011’de fiyakalı bir şekilde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yaptı.Ve geçen hafta bu tesislerin içinde bulunan 100 milyon liralık Kiremitliktepe Kayakla Atlama Tesisi çöktü, neyse ki can kaybı yaşanmadı.Erzurum’un ‘kış oyunları merkezi’ olma hayalini de yıkarak çöken pisti inşa eden Sarıdağlar Şirketi’nin ise AKP döneminde ‘ihale kapma yarışında’ adeta rekor üzerine rekor kırdığı ortaya çıktı.Sarıdağlar inşaat şirketi, sektörde kamu ihalelerindeki başarısı ile tanınıyor.1980’de kurulan şirketin son 12 yılda aldığı kamu ihalesi sayısı ise 40’ı geçiyor.Özellikle spor tesisleri alanında şirket neredeyse kazanmadık ihale bırakmamış.”İnanılmaz değil mi?***“Türkiye’nin gerçeği bu, yukarda şaşalı bir görüntü, altta öldürücü bir çöküntü.”Çarpıcı bir saptama, çarpıcı bir Türkiye özeti.Altan, yargıdaki “Soma’laşmaya” da örnekler vermiş.Siyaset’teki Soma’laşmaya da…Görüntüyle gerçek arasındaki farkı, yalanı somut örneklerle sıralamış.***Çocukların babalarına, eşlerin birbirlerine, arkadaşların arkadaşlara söylediği yalanların nedenlerini, bir ilişkide yalanın yerini hâlâ merak ediyorum…Ama öyle büyük bir yalanın içinde geçiyor ki hayatımız bu “küçük” yalanlar birden önemsizleşiyor.“Türkiye Soma’laşıyor” cümlesi, bütün gerçekliğiyle yüzüme çarpıp sarstı beni. “Kim kime yalan söyler” sorusuna, insanlar “yalana niye inanır” sorusunu da ekledi. Birçok şeye bu ülkede insanlar yalan olduğunu bile bile inanmayı seçmiyor mu?Niye seçiyor acaba?