Yazı yazmak için bilgisayarın başına geçtiğimde, Başbakan Erdoğan da cumhurbaşkanlığınına aday olduğunu açıkladığı konuşması için kürsüye çıkıyordu… Benim aklımda, “Tasavvufla ilgilenmiş dindarla, hiç ilgilenmemiş dindar arasında duygusal anlamda da, dini anlama ve yorumlamaa da, sevabı ve günahı algılama biçiminde de büyük farklar var aslında” diye düşündüğüm bir yazı yazmak vardı…Tasavvufun çok belirleyici olduğunu düşündüğümden bu konuda sizlere de sormak istediğim sorular vardı doğrusu.Pazartesi günü yayınlanan “İyi bir dindarla sohbet etmek isterdim” yazıma gelen maillerden, gerçekten çok etkilendiklerim, ilgiyle okuduklarım oldu.Allah’la ilişkisinde sevgiyi korkunun önüne koymuş, tasavvuftan haberdar pek çok dindardan mail aldım…Tasavvuf bilmenin bir dindarın hayatında nasıl farklılık yarattığını gördüm…***Başbakanı dinlerken hep onlar geçti aklımdan. Başbakanın oy alabileceğini düşündüğü dindarlarla benim mail aldığım dindarlar aynı mıydı acaba?Yoksa dindarlar arasında bizim hiç bilmediğimiz ama sezebildiğimiz bir ayrılık yaşanıyor muydu?Şu an dindarlar arasında ciddi bir ayrışma olmalıydı…Okuduklarımla başbakanı dinlerken hissettiklerim arasındaki uçurum, benim dışımda birilerinin daha ruhunda çalkalanıyor olmalı diye düşündüm.İçimde bir ses başka türlüsü akla uygun değil çünkü diye çınlıyordu konuşmayı dinlerken. Akla uygun değil…***O yüzden Tasavvuf’u yazmayı erteleyip, başbakanın anlattıklarının ve gelen maillerin içimde beraber yankılandığı yere gitti aklım… Gelen maillerde en hoşlandığım, en basit cümle şu oldu “Sanem Hanım iyi dindar da insandır sadece.”“Hataları olur, günahı olur… Önemli olan günahtan sakınmaktır.”Her insanın hataları olur, günahları olur, bu çok doğru.Ama peki, “iyi bir dindar” günahlar ve hatalar konusunda ayrımcılık yapabilir mi? “Bendendir” dediği, çıkar sağladığı birinin günahlarını görmezden gelip, “benden değildir” dediği birinin günahlarını abartabilir mi?Günah işleyen, işlediği günahtan pişman olmayan ve günah işlemeyi sürdüren birini sırf çıkarı uğruna destekler mi?Dindarlar için asıl soru bu bence.Çıkarınız uğruna günahı, kul hakkı yenmesini destekler misiniz?***Türkiye’deki son gelişmeler, “dindarların” günah ayrımcılığı yaptığını ortaya koydu ne yazık ki...Pek de dindar sayılmayacak “modern” bir gencin sevgilisiyle metroda elele tutuşması “büyük bir günah” onlara göre ama dindar kesimden birinin yolsuzluk yapması “günahtan” sayılmıyor.Destek buluyor hatta.Din açısından bunun açıklaması ne olabilir? Günah ve günahkar karşısındaki tavrınızı hangi ölçüler belirliyor? Bu ölçüler, inandığınız “kitaba” uyuyor mu?***Başbakanı dinlerken de bunlar geçti aklımdan. O dinden söz ederken “gerçek dindar kim” diye sordum kendime doğrusu. Kim gerçek dindar?Gerçek bir dindar olmanın ölçüsü ne?Sadece şekil şartlarına uymak, dindar gözükmeyenlere kızmak, dindar gözükenleri desteklemek mi?Gerçek dindar olmanın ölçüsü “dindar gözükmek” mi? “Gözükmenin, görünmenin” ötesinde bir ölçü, bir öz yok mu?Çok dindar var bu ülkede, dinden de çok söz ediliyor ama ahlakı sağlam bir toplu değiliz.Bu çelişkiyi dindarlar nasıl açıklıyor acaba?Ya da açıklayabiliyor mu?***Solu solcular, Atatürk’ü Atatürkçüler, dini de dindarlar yaraladı bana kalırsa.Bütün kavramlar, bütün değerler yaralı artık.Belki de o yaralar bu toplumu bu kadar acılı ve huzursuz kılıyor, kim bilir…
Ramazan başladı… İlk sahurlarına kalktı inananlar. Doğrusu sahuru da, iftarı da çocukluğumdan beri çok severim ben.Bir neşesi, güçlü bir enerjisi olduğuna inanırım…İlk babamdan duymuştum “Yahu su sahuru öğlene alsalar Ramazan’dan iyisi yok” diyen Bektaşi’nin fıkrasını, ben de onun gibi, hem biraz dalgacı, hem de ilgiyle, merakla, istekle izledim çocukluğumdan beri dindarları.Ama bana anlatılan eski zamanların güzelim dindarları giderek azaldı sanki…Ya da bana öyle geldi hep.***Özellikle son dönemlerde kim ‘ben hakiki bir müminim’ diyorsa asık suratlı, katı, aşırı ciddi…hatta sevgisiz…Bunlar da hep ardında bir zayıflığı taşıyormuş gibi gelir bana…Çocukluğumda çok kısa süren bir kuran kursu maceram olmuştu, orada ders veren sakallı dedenin kahkahalarını, talebelerle şakalaşmalarını severdim en çok…O yüzden gitmek isterdim oraya.***İnananlar sahura kalkmaya başladı, iftar yapacaklar bir ay boyunca.Resmi iftarlarda gülümseyerek iftar yapan ne az inanan göreceğiz, bakın etrafınıza gittiğiniz iftarlarda, yanılmadığımı göreceksiniz…Ne garip değil mi kahkaha ve dindarlık pek yanyana gelmiyor bizim buralarda.Bizde din nedense hep şekilde kaldı, bir türlü kalbe inmedi…Dürüstlük, iyi ahlak, terbiyenin de dindarlıkla yanyana gelmemesine şaşmıyorum o yüzden…O asık yüzleriyle, aşırı ciddiyetleriyle, şekle olan düşkünlükleriyle özdeki asıl büyük eksikliği saklamaya çalışıyorlar diye düşünüyorum bazen.Cennetinde neşe ve sevinç vaad eden bir din neden dünyadaki inançlılardan sadece sertlik, hoyratlık, korkutuculuk, asık yüzlülük beklesin, ben bunu anlamıyorum.Ramazanlarda akşam ezanından sonra boşalan sokaklarda, iyice gölgelenen alacakaranlık kaldırımlarda ağır ağır yürüyerek eve giderdim.Elimde pide kuyruğuna girilip alınmış sıcak pide…Boş sokaklarda içime bir yalnızlık çökerdi.Çoğu insana sabah ezanı yalnızlığı hatırlatır, bana sabah ezanları kuvvet verir ama akşam ezanı, hele de yaz aylarının aydınlığı henüz tükenmemiş ama parlaklığını kaybetmiş akşamlarında boş sokaklarda yankılanan sesiyle içimi sızlatır…Şimdi yine o mevsim geldi işte…Hayalimdeki mutlu iftar sofraları ve yaz akşamlarının yalnız ezan sesleri.***Dün sabah uyandığımda içimde tuhaf bir his vardı…İyi bir dindarla sohbet etmek istedim, Allah’a yakın olmak istedim aslında…Camiye mi gitsem acaba diye aklımdan geçti.İstanbul’da en iyi din sohbetleri hangi camilerde yapılıyor acaba?İçimde hissettiğim o dinmeyen, çocukluğumdan kalma yalnızlıkla, o sonsuzluğu hissetmek iyi gelir diye düşündüm.İnançsız biri için tuhaf inançlarım var benim…Kendime inançsız demem, hakiki inananlardan utandığım için aslında.İnanmaya yatkın, dinden ve dindarlardan hoşlanan bir yan var içimde.Babam “çocuklarım için iki şey isterim” der hep, “dürüst olmalarını ve mutlu olmalarını.”Bana da nedense hep dürüstlük, gülümseme, mutluluk bir dindarda olması gereken özellikler gibi gelir.***Ramazan’dan gene etkileniyorum, iftar sofralarının mutluluğunu gene hayal ediyorum ama galiba dindarlarla ilgili duygularım değişiyor.Çok üzülerek fark ediyorum bunu, onlara duyduğum sevgi ve gizli hayranlık, inançlı olanlara karşı hissettiğim imrenme eski parlaklığını kaybediyor.Dindarlar hakkındaki duygularım bir yanılsamadan mı ibaret diye soruyorum kendime epeydir.Sandığım kadar dürüst, umduğum kadar masum değiller gibi geliyor.Böyle hissettiğim için Allah affetsin.Allah, benim böyle düşünmeme neden olanları da affetsin…
İnsan bilgisayarın başına oturduğunda aklında Kürt sorunuyla ilgili bir şeyler yazmak varsa, önce kendini tekrarlayacağı, yine aynı şeyleri yazacağı endişesini hissediyor...Fakat önceki gün açıklanan yasa tasarısıyla beraber bu sefer gerçekten yeni bir şey yazılabilir mi acaba diye bir umut doğdu içimde…“Çözüm sürecinde yeni bir aşamaya gelinmiş” diyebiliriz diye düşündüm.Öcalan da “tarihi” bir olay yaşamakta olduğumuzu, çözüm sürecinde yeni bir aşamaya geçildiğini” söylemişti.Gerçekten de Kürt sorununun çözümü için önemli bir adım bu tasarı.***Ben bunları yazarken televizyondaki bir oturumdan gelen şu sesle gülümsedim, “yasa tasarısının, ‘Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Sağlanması’ gibi bir adı olması çok manidar”diyordu o ses.Haklı olabilir diye geçti içimden, gerçekten içinde Kürt kelimesi olmayan bir Kürt sorunu çözümü planı gerçekten hayli manidar olabilir…Ama Öcalan her şartta mutlu ve memnun. Ben de en çok bunu merak ediyorum.Öcalan’ın Erdoğan’dan bu kadar memnun olması iyi bir işaret mi yoksa tehlikeli bir işaret mi?***Bunu anlamakta çok zorlanıyorum çünkü ülkede durum tam da Abdülhak Hamit’in ünlü dizesi gibi:“Her yer karanlık pür nur o mevki”Bütün ülke baskıdan, yasaktan, talandan, yargının altüst olmasından kan ağlıyor ama Kürdistan ışıl ışıl, parlak ve mutlu.Öcalan sevinç içinde.Türklerin en azından yüzde ellisinin koyu mutsuzluğuyla, Kürtlerin mutluluğunun bir arada ortaya çıkmasının neticeleri ne olacak?Bu, ülkeyi mutluluğa mı yoksa duygusal bir kırılmaya mı götürecek?***Siyasi iktidar Kürtlerle barış yapacak, onlara hakkını verecek kadar cesur, demokrat ve barışseverse neden Türklerin haklarını gasp ediyor?Neden ülkenin Batı’sında baskı gittikçe artıyor?İnsanı hayli şaşırtan sorular değil mi bunlar!Türkiye’nin nasıl tuhaf bir ‘gelişim’ içinde olduğunu gösteriyor…Neden bütün dünya Türkiye’nin demokrasiden uzaklaşmasını ard arda yaptığı açıklamalarla endişe içinde izliyor?Neden Türkler de haklarına sahip olacakları bir “barış sürecini” yaşayamıyorlar?Neden barış ülkenin bir bölgesine gelirken diğer bölgesi gittikçe barıştan uzaklaşıyor?Bu çapraz gelişme nasıl açıklanacak?Ve bu soruların cevaplarını kim verecek…***Birçok insan gibi ben de Türklerle Kürtlerin bir arada mutlu ve özgür olacakları bir Türkiye istiyorum.Ama öyle bir Türkiye olmuyor işte.Yeni yasa Öcalan ve Kürtler için çok önemli.Onlar sevinç içindeler.Şimdi baskı altında olanlar, yasaklananlar, özgürlükleri kısıtlananlar Türkler.İktidar Türklerle de bir “barış süreci” başlatmadığı, Türkleri de kapsayan “demokrasi paketleri” hazırlamadığı sürece bu mutluluk ikilemi sürecek.***Öcalan’ın sevincine, Erdoğan’ı bütün gücüyle desteklemesine diyeceğim yok, kendi açısından haklı.Ama onun sevinci, gittikçe daha ağır baskılar altında yaşayan Türkleri sevindirmeye yetmiyor.Anladığım, kısa bir yorgan gibi bu ülkede demokrasi, ülkenin bir yanını örttüğünde diğer yanı demokrasisiz ve açıkta kalıyor.Yıllarca Kürtler açıktaydı, bu sefer açıkta kalan biz olduk.Belli ki toptan bir mutluluk ve demokrasi uzun süre yaşanamayacak bu ülkede.Kürt sorunuyla ilgili yeni bir şeyler söylenebilecek belki ama Türk sorunu eskisinden daha beter sürecek.
Ben de yeni öğrendim, 1 Temmuz 2013’de başlamış aslında, Danimarka Dışişleri Bakanlığı’nın fon sağladığı bir medya geliştirme programı var…Objektif…Kopenhag merkezli Niras ve BBC Media Action tarafından destekleniyor.Programın amacı bağımsız araştırmacı gazeteciliğin desteklenmesi…Şimdilik Türkiye, Ukrayna, Azerbaycan, Ermenistan, Moldova, Belarus ve Gürcistan’da yürütülüyor…İyi gazetecilik projelerine burs veriyorlar. Niras ve BBC Media Action işbirliğiyle oluşturulan uluslararası bir jüri tarafından değerlendiriliyor projeler…Geçtiğimiz günlerde bir Soma projesi bursu açmışlardı…Ben de başvurdum.Üstelik de gerçekten korkarak yaptım bunu, Soma’nın o dayanılmaz acısına o kadar yakından bakmak isteyip istemediğime bir türlü karar veremiyordum çünkü…Hem içinde omak istiyor hem ne çok korkuyordum…Ama başvurdum ve benimkiyle beraber altı proje için daha destekleme kararı aldı Objektif.Korkmama rağmen nasıl mutlu olduğumu anlatamam…***Geçen hafta bu proje için Soma’ya gittim. Soma’nın köylerini dolaştım.Daha geride dolaşacağım pek çok köy var bu acıyı yaşayan.Ben aynı köyden 14 kişinin öldüğü Köseler köyüyle başladım…Köylerde tarifi çok zor, tuhaf, derin, insanı sarsan bir sessizlik var.Köseler Köyü’ne girdiğim an “hayatı olduğu gibi kabul eden insanların acısı işte bu sessizlik” dedim içimden… Her şey öyle normal ve sessiz ki.Her şey öyle çaresiz ve normal ki…Her şey öyle zaman durmuş gibi ki…***O kasabalı, o köylü sükunetini bilirsiniz değil mi acılara karşı gösterdikleri?Oradakiler çocukları öldüğünde ‘bizim oğlan da öldü’ diye, isyan etmeden, garip bir tevekkülle anlatırlar.Canları acımadığından değil... Sanırım canlarının yanmasını hayatın bir komplosu olarak algılamadıkları için, olduğu gibi kabul ettikleri için, “takdir-i ilahi” olarak gördükleri için böyle anlatırlar.İşte tam burada çok ürkersiniz zaten.Ben de çok ürktüm… O acının ve o sükunetin karşısında ne diyeceğimi, ne düşüneceğimi bilemedim doğrusu.***Kapılarını ilk çaldığım ev, iki oğlunu kaybetmiş bir anne baba ve 4 yaşında bir çocukla 23 yaşında dul kalmış Zehra’nın eviydi.Nasıl evlendiklerini sorduğumda Zehra’nın yüzünde beliren o mahzun gülümseme çok canımı yaktı doğrusu.Acısından çok gülümsemesi…Bu nasıl da anlatılması güç bir duygu biliyor musunuz?***Belki şöyle anlatabilirim; büyük şehirlere oranla daha küçük, daha dar ama çok daha sahici bir hayat yaşanıyor oralarda.Herkes herkesi tanıyor, herkes herkesi biliyor, kimse her gün yeniden kanıtlamaya uğraşmıyor kendini, kimse olduğundan başka biriymiş gibi davranmıyor oralarda.Herkes neyse o.Acıları da gülümseleri de o yüzden aynı şiddet de etkiliyor insanı…O büyük acı karşısında gösterdikleri tevekkül, o çaresizliğe ve güçsüzlüğe boyun eğişlerindeki sessiz ve sakin güç şaşırtıyor insanı.Çok derin bir yerden vuruyor…Sanki acılarını çok değerli bir muhafazanın içinde saklıyorlar...Ve o muhafazanın kapağını açmıyorlar kolay kolay.En garibi ise o gösterilmeyen, ortaya dökülmeyen acı, üstü açık bir acıdan daha fazla yaralıyor sizi.İçiniz dağlanıyor.O acıyı bir daha unutamayacağınızı hissediyorsunuz.***Soma günlerim bitmedi… Hatta yeni başlıyor…Bu yaz bu acıyla büyüyeceğimi bilmek içime iyi geliyor…
Bütün çocukluğumuzu, gençliğimizi birlikte geçirdiğimiz, bu dünyadaki en yakın arkadaşım bugünlerde çok üzgün, babası hasta...Babasıyla birlikte bir aydır hastanede yaşıyor o da... İnsan sevdiği biri acı çektiğinde, üzüldüğünde, sıkıldığında kendini çok büyük bir çaresizliğin içinde hissediyor.Onun acı çektiğini, büyük bir üzüntü yaşadığını görüyorsun, onun acısını yatıştırmak, üzüntüsünü hafifletmek istiyorsun ama elinden bir şey gelmiyor. Onun acısı, senin gücünü aşıyor. Acıyı paylaşsan da azaltamıyorsun. O büyük acı veren çaresizliği hissediyorsun.***Ben Bahar’ın acısı karşısında, Bahar da babasının acısı karşısında işte bu çaresizliği hissediyoruz bugünlerde. ‘Ne yaparsam doğru olacak bilemiyorum, hiç bir şeye karar veremiyorum, kendimi çok çaresiz ve şaşkın hissediyorum’ diyor sürekli. Oysa ki her şeyi çok doğru, hızlı ve güzel yönetiyor…Ama kendini yetersiz ve babasına yardım edemiyormuş gibi hissediyor… Ben de buna çare olamıyorum.***Sürekli bir hesaplaşma olan hayatın barış dönemleri sayılacak eğlenceli zamanları kadar bir de kendimizle yüzleştiğimiz, içimizdeki derin izlerin peşinden gittiğimiz, biriktirdiğimiz ne varsa bir kez daha onunla karşılaştığımız zaman parçaları vardır hayatın içinde… Acılar etrafı sarmaya başladıkça usulca sokulup girerler insanın hayatına...Direnemeyiz... Hayatımızı gözden geçirir, o hırpalayıcı soruları ardı ardına kendimize sormaya başlarız. İşte bugünler de Bahar için öyle… Sanki her şeyi baştan yaşıyor, her sorulmuş ve sorulmamış soruyu bir daha soruyor ve hiçbir cevap bulamıyor..Ve diyor ki “Neden bazı insanlar değiştirmesi gerekenleri değiştiremez?” Çünkü sürekli olarak aklı daha önce yapmadıkları, yapamadıkları şeylerde… Babasının hastalığı ilerledikçe Bahar da kendi ruhunda acı veren yolculuğa çıkıyor…Ne yana dönse kendi acısına ve çaresizliğine çarpıyor, şimdiye çare bulamadığından geçmişle hesaplaşıyor, pişmanlıklar yaşıyor. Geçmişte verdiği kararları bir daha gözden geçiriyor.***Herkesin hikayesi ayrı ama herkes hayatının bir döneminde önemli konularda karar vermek zorunda kalıyor. Ve çoğumuz istediklerimizi yapmaya her defasında korkuyoruz… Karar vermek belki de insanların en zor yaptığı iş.Verilecek kararın büyüklüğüne göre zorluğu da artıyor. Karar verdiğiniz anda birçok zorluğu, sıkıntıyı, size çok bildik gelen alışkanlıkları değiştirmeyi göze almanız gerekiyor. Vereceğiniz kararla elde edecekleriniz “uzakta”, o kararla çekeceğiniz sıkıntılar hemen yanı başınızda.Birçok insan, o karar anının sıkıntısını çekmemek için daha sonra elde edeceklerinden vazgeçiyor. Neredeyse hayat bunun üzerine kuruluyor sanki…***İstediklerinden vazgeçmemek için “elde edeceklerine” duyduğun isteğin o kararı verip uygulayacak olan enerjini uyandıracak kadar güçlü olması lazım. Birçoğumuz o karar “anının” sıkıntısını yaşamamak için geleceğinden, “ilerde” elde edeceklerinden vazgeçmeye razı oluyoruz.Kararsızlığın içinde kendini bir yok oluşa teslim etmek çok daha sıkıntısız ve kolay gözüküyor. Sonra bir gün kapılar kapanıyor, kendimizi verdiğimiz ve vermediğimiz kararlarla bir çaresizliğin, çıkışı olmayan bir acının içinde buluyoruz. O zaman iç hesaplaşmalar başlıyor.***‘Bir hastane odasında böyle şeyler düşünmek normal mi’ diye soruyor bana…‘Çok normal’ diyorum ben de. ‘Bir hastane odasında insan kendisinden hatta bütün insanlıktan bile daha büyük bazı gerçeklerle karşı karşıya duruyor, elinden de bir şey gelmiyor, çaresizlik ve güçsüzlük öfkelendiriyor insanı, hırsını alabileceğin kendinden ve geçmişsinden başka bir şey yok ki elinde.’***Bahar, bir kale gibi sağlam duruyor, babasını koruyabilmek için duvarlarını sımsıkı tutuyor ama o duvarların içine söz geçiremiyor. Bazen uzunca, hiç bir şey söylemeden iki küçük kız kardeş gibi birbirimize bakıyoruz.Acı ve çaresizlik bizi kuşatıyor... İyi bir haber bekliyoruz, iyi bir haber umuyoruz.Hayatın karanlık yanlarından korkmamayı karanlıktan geçerken öğreniyoruz...
Mayıs ayında Soma’yla beraber ölen işçi sayısı 414, yılın ilk beş ayında ölen işçi sayısı toplam 810.Dün sabah bu cümlelere rastladığımda aslında aklımda tamamen başka bir şey vardı pazar yazısı için…Size demek istiyordum ki beslenmenizi değiştirin.Beslenme biçiminizi değiştirerek yepyeni bir hayatınız olacağını size garanti ediyorum…Ve son altı aydır gittiğim seminerleri, mutfağımda yaptığım değişiklikleri, okuduğum kitapları, Hintlilerin ayurvedik yaşamlarını, alkali suyun yararlarını, besin intoleransı testinin faydalarını ve nasıl değiştiğimi anlatacaktım…Hala da anlatacağım ama sanırım başka bir yazıda.Şimdi size başka bir şey söylemek istiyorum...Sabah rastladığım o cümle nasıl güçlü bir gerçeği bağırıyor ülkeyle ilgili değil mi?Yanına bir de geçenlerde Lice’de olanları eklersek, daha geriye gitmeye bile gerek yok, neye ihtiyacımız olduğunu söylüyor…İnsanın yaşama hakkı.Amacı insanı yaşatmak olan bir devlet örgütlenmesi.Amacı devleti yaşatmak olan bir devlet örgütlenmesi değil.Biz yüzyıllardır devleti insandan önemli bulmuşuz, sonra çağ değişmiş başka toplumlar insanın önemini kavramış, anlayışını değiştirmiş ama biz anlayışımızda en küçük bir değişiklik yapmamışız.“Devlet” demiş, durmuşuz.“İnsan” diyememişiz.Devleti yönetenler de bu geleneği alabildiğine sömürmüşler.Kendi çıkarları için “insanı” ezdikçe ezmişler.“İnsanın” önemsiz olduğunu vurgulamışlar, bizi buna inandırmışlar, “devleti” yaşatabilmek için insanların ölmesini, kaybolup gitmesine aldırmamızı öğütlemişler.Biz de dinlemişiz.Kendimizi “bir insan” gibi değil, “devletin parçası” gibi görmüşüz.Ne “yaşama” hakkımıza, ne diğer haklarımıza sahip çıkabilmişiz.Beş ayda 810 işçi ölür mü?Bu ölümler toplumun vicdanında en küçük bir kıpırtı yaratmaz mı?Vicdanımızdan vazgeçtik, korkularımızı da mı kımıldatmaz, yarın öleceklerden biri olabileceğimiz endişesini hiç mi yaratmaz?Bu körlük, bütün insanlarla birlikte kendimizi de mi küçümsememizden acaba?Yaşama hakkımıza bile aldırmadığımız için mi fikirlerimizi özgürce söyleme hakkına, özel yaşamımızın mahremiyetine dokunulmasına, özgürce haberleşme hakkımıza hiç aldırmıyoruz?Yaşama hakkının bile olmadığı bir yerde diğer haklar çok mu lüks görünüyor?Biz ölelim, baskı altında yaşayalım yeter ki devlete zeval gelmesin.İyi de “insanı” bu kadar değersiz olan bir devletin kendisi değerli olabilir mi?İşte çevremiz, insana önem vermeyen uluslarla dolu, başlarına geleni görüyoruz.Suriye’de, Irak’ta kan akıyor, toplumlar parçalanıyor, iç savaşlar patlıyor.Oralarda da “insanı” küçümseyip devleti yücelttiler, ne oldu sonunda?Devleti yönetenler insanı ezdikçe ezdi, hayırlı bir sonuç yarattı mı bu?Bir insanı önemseyen toplumlara bakın, bir devleti insandan daha fazla önemseyen toplumlara, zaten sorunu rahatça görürsünüz.Neden Fransa parçalanmıyor da Irak parçalanıyor, neden Norveç iç savaşa girişmiyor da Suriye girişiyor?Bütün bu kanlı gelişmelerin Müslüman coğrafyada yaşanmasının herhalde başka nedenleri de vardır ama bu toplumların devleti ve devleti yönetenleri kutsayan toplumlar olduğunu da unutmamak lazım bence.Bilmiyorum çevremizde yaşananlardan bir ders çıkartacak mıyız yoksa o karanlık bizim topraklarımıza da mı yansıyacak.Ama bu karanlıktan kurtulmanın ilk adımının “insanı” keşfetmek olduğuna inanıyorum ben.İnsanız ve başta yaşama hakkımız olmak üzere haklarımız var.Buna sahip çıkmadığınız zaman kan içinde kıvranarak dağılıp gidiyorsunuz.Benim yaşananlara baktığımda görebildiğim bu.
Facebook benim sık kullandığım ve sevdiğim bir sosyal medya aracı...Sevdiğim, ilgilendiğim pek çok alanda sayfaları takip ediyorum.Hayatla, gündelik gelişmelerle, teknolojiyle ilgili epeyce bilgi ediniyorum.Facebook Twitter’a oranla daha yumuşak ve uygar bir yer, taa ki konu Atatürk olana kadar.Türkiye’de en çok tekrarlanan isim herhalde Atatürk ismidir, öyle değil mi?Herkes, her yerde Atatürk’ten söz eder.Her konuşma Atatürk’ü biraz daha “putlaştırır”, biraz daha “heykelleştirir”, biraz daha “dondurur”, biraz daha “insanüstü bir hale getirir” ve bu önemli bir lideri biraz daha hayatın canlılığından koparır. İşte Facebook tam böyle bir yer.***Diyarbakır’daki bayrak indirme olayından sonra Facebook’da yer gök bayrak ve Atatürk fotoğraflarıyla doldu...Kimisi kendi fotoğrafı yerine koydu bunları, kimisi özlü sözler yazdı Atatürk’ten, kimisi de ‘buralar bizim yedirmeyiz’ edasıyla Atatürkçü olduğunu söyledi...Bir anda “benim Facebook’um” benim bile düşman kaldığım bir yer haline dönüştü. Şunu açıkça söylemeliyim ki, Atatürk bir insandı. Kısa boyluydu, sesi ince diye biliyorduk ama sonra öğrendik ki, o kadar ince değilmiş. İçkiden hoşlanırdı, sohbetten zevk alırdı.Ve dünyada sömürgecilere karşı savaşıp başarıya ulaşmış ilk liderdi.Atatürk bir askerdi. Mesleğinde çok da başarılı oldu.Ama bir iktisatçı değildi. Bir sosyolog değildi.Bir hukukçu değildi.Bir tarihçi değildi.Bu dallara ilgi gösterirdi. Ama Atatürk’ün bu alanlardaki her sözünün tartışılmaz gerçekler olduğunu iddia etmek, öncelikle bilimi inkâr etmek anlamına gelir bence. Ve bilebildiğimiz kadarıyla da Atatürk bilimin inkar edilmesine karşıydı.***Atatürk’ün Türkiye’yi bağımsızlığına kavuşturduktan sonra en önemli amacı bu ülkeyi gelişmiş Batılı ülkeler düzeyine çıkarmaktı.Atatürk’ün bu isteği gerçekleşti mi sizce?Biraz batılı zevklerimiz oldu, biraz batılı görüntümüz oldu ama Batılılaşamadık... Batı’nın demokrasisine, hukukuna, özgürlüğüne sahip olamadık. Bunun günahı öncelikle kimde peki?Bunun günahı özellikle Atatürk’ü putlaştıranlarda. Çağdaş uygarlık seviyesine insanla değil de putla varmak isteyenlerde.***Atatürk’ün amacı açıkça belliydi. O sıralar yeterli kadrolar da bulunmuyordu bunun için. Atatürk’ün de bu amaca hangi yoldan ulaşacağı konusunda çok aydınlık çizgisi yoktu.1919 yılına göre Atatürk’ün düşünceleri ilericiydi. Ama Atatürkçülük 2014 yılının tutuculuğu oldu.Kürt meselesini, barış sürecini ya da demokrasi sorununu çözmeye kalktığınızda Atatürk’ü bir kalkan gibi kullananlar karşınıza dikiliyor.Hem de ne dikilme... En yakın arkadaşınla bir daha görüşmemek üzere küsebilirsin bu uğurda...***Atatürk çok önemli işler gerçekleştirdi, evet... Ama bütün insanlar gibi hata da yaptı.Atatürk’ün bir heykel değil bir insan olduğunu kabul etmeliyiz artık.Atatürk’ün anısına gösterilebilecek en büyük saygının, onu hatalarıyla severek, onu bir put olmaktan kurtarıp bir bağımsızlık lideri olarak çocuklarımıza anlatmak olduğunu düşünüyorum.Facebook arkadaşlarım Kürtlerle ilgili her olayda Atatürk fotoğrafı koyarak Atatürk’ün istediği seviyeye bu ülkeyi getirebilirler mi sizce?Hiç sanmıyorum... ***Atatürk monarşiden cumhuriyete geçilmesini sağlayarak büyük bir değişimin öncülüğünü yaptı.Peki öyleyse neden Atatürkçüler bugün değişimin öncüsü değil?Neden demokrasinin ve özgürlüğün yerleşmesinin öncülüğünü yapamıyorlar?Neden bu kadar tutucu ve ‘gerici’ kaldılar?Bence her yere Atatürk resimleri koymadan önce bir de bunu tartışmak gerekiyor.Belki hepimiz için bu daha yararlı sonuçlar verir.