Bir hastane odasında yazıyorum bu yazıyı. Bütün çocukluğumuzu, gençliğimizi birlikte geçirdiğimiz, bu dünyadaki en yakın arkadaşım, en yakın dostum, daha önce de pek çok defa adı geçmiştir yazılarımda, belki kendisini, belki yazılarım kadarını tanıyorsunuz, Bahar, hasta...Ama hergün daha iyi oluyor hatta eğleniyoruz bile o iyileşirken yani durumumuz gayet iyi merak etmeyin...Hersey iyi olacak biliyorum...Ama insan sevdiği biri acı çektiğinde, üzüldüğünde, sıkıldığında kendini çok büyük bir çaresizliğin içinde hissediyor.Ben de bugünlerde o tuhaf çaresizliği yaşıyorum sadece… Ama geçecek biliyorum.***Bazı cümleleri unutamazsınız…. O cümle hafızanızın derinliklerine sığınır, kaybolur, o karanlıklarda gezer hatta silinir ama sonra birden çıkar gelir ummadığınız bir anda ya, işte geçen gece de böyle oldu bu hastane odasında... Daha doğrusu gelecekte yaşanmasını beklediğim böyle bir maceranın ilk adımı atıldı…Öyle bir cümle duydum.***Bahar’la sohbet ederken, - zor uyuyor, o sakinleşip uyuyabilsin diye onu başka konularla oyalamaya çalışırken- ona dedim ki ‘şu an aşık olsan, sence daha çabuk iyileşir miydin yoksa şu anda aşktan korkar mısın?’O da bana dedi ki ‘şu an aşığım zaten, yani öyle olduğumu düşünüyorum, kime bilmiyorum ama bu bana iyi geliyor.’Ben de, ‘bu cümleyi kolay kolay unutmam hatta unutsam bile o beni unutmaz, bu cümle mutlaka birgün ansızın tekrar hayatıma girer‘ dedim.‘Şu an aşığım, kime bilmiyorum ama aşığım...’Buna bayıldım, ne dediğini de anladım doğrusu… Ama şaşırdım da, aşık olmak genelde korkutur bizi ama bedensiz, hatta isimsiz bir aşk bize neredeyse gerçeğinden daha iyi gelebiliyor.“Aslolan aşk demek ki” diye düşündüm, kime aşık olacağın ise talihin işi.***İnsanlar asırlardan beri aşık oluyor, buna rağmen aşkı tarif edemiyor, niye acı çektiktiklerini kavrayamıyor.Neye aşık oluyoruz, niye aşık oluyoruz, neden acı çekiyoruz bir türlü bilemiyoruz...Hayatta bu kadar eski, bu kadar çok sorulmuş ve bu kadar cevapsız kalmış kaç soru var acaba?***Neden o insana değil de, bu insana aşık oluyoruz?Bunun ölçüsünü biliyor muyuz, bilmiyoruz, aşkın nereden, nasıl çıkacağını hiç kestiremiyoruz, hayat bizi hep şaşırtıyor, öyle değil mi?Ama bütün bunların yanında aşk bir hastayı iyileştirecek kadar da güçlü… Hatta olmayanı bile…Aşk, aslında bedeni işin işine katmadan sadece duygusal olarak yaşanan bir bağlanma mı acaba?Aşık olduğumuzda zihnimizin coşkusu bedenin arzularını bile önemsizleştiriyor mu?Aşk büyüdüğünde, beden geri çekilip sahneyi bütünüyle duygulara mı bırakıyor acaba? Yani aşk aslında bedensiz bir şey mi?***Aşk, bedenlere, hatta kişilere muhtaç olmayacak kadar güçlü bir şey mi?Bedenler fiziksel hazlar katsa da, aşkı aşk yapan şey, görünmez başka bir gücün, ruhumuzun derinlerinde saklı bilmediğimiz başka bir ihtiyacın cevabı mı?Sevişmek, bedenin bir başka bedenle tamamlanması ama aşk, bir ruhun bir başka ruhla tamamlanması anlamına geliyor ki bazen onu tanımanıza bile gerek duymuyorsunuz Bahar’ın dediği gibi...Ya da bu dediklerim tamamen yanılsama mı?Aşk insanı böyle değiştirecek bir duygu değil mi? Bedensel hazlardan, isteklerden örülmüş bir duygusal karmaşa mı?***‘Doğrusu budur’ diyebilecek kimse olduğunu sanmıyorum.Ama bir hastane odasında bir kadın ‘kime olduğunu bilmeden aşık oluyor ve ona iyi geliyorsa’, aşk bizim ihtiyaç duyduğumuz, bizi çoğaltan, tamamlayan bir duygudur demek mümkün diye düşünüyorum.Tabii böyle bir duyguyla ve bu duygunun cisinleşmiş hali olan bir insanla çoğalıp tamamlanınca, o insan gittiğinde azalıp eksilmek de olası, belki de ‘aşk acısı’ denilen de o eksilmenin, azalmanın yarattığı ıstırap.O ıstırabı bir gün yaşarız diye aşktan korkup kaçacak mıyız?Öyle yaparsak, hep eksik ve az kalırız.İşte belki de bu yüzden, bu hastane odasında ‘eksik’ kalmamak için Bahar ‘aşık oluyor’, hem de bilmediği, tanımadığı birine.
Bana sorarsanız sonbahar mevsimlerin en kişiliklisi.Kafası karışık ama kendinden en ödün vermeyeni...‘Ben böyleyim’ diyor... ‘Canınız isterse.’Sonbaharı sırf bu yüzden daha çok seviyorum ben...***Bir sonbahar daha başladı işte, sarının, kızılın, kahverenginin mevsimi...Etrafta neler oluyor farkediyorsunuz değil mi, doğada...Ama tuhaf bir hali bu sonbaharın, insana nedense hep aynı şeyi düşündürüyor sunduğu güzelliklerle beraber;Daha kaç sonbaharımız kaldı acaba?***Ya da yaşadığımız kaç sonbaharı istediğimiz gibi yaşadık acaba?Belki de hiçbirimiz istediğimiz gibi yaşayamadık hiçbir sonbaharı, hayatı...Hep ‘bir daha ki sefere’ dedik...Hep erteledik hayatı...Niye ertelediğimizi anlamadan, ertelemenin aptalca olduğunu sezerek, hatta hiçbir zaman o ertelediğimizi gerçekleştireceğimiz zamanın gelmeyeceğini bilerek...İşte şimdi o pişmanlık etimize deyip yakacak bizi belki de bu sonbahar...***Sonbahar, tüm pişmanlıkların ‘ben de burdayım, ben de burdayım’ diye insanın ruhuna üşüştüğü bir mevsim...Bir çölün ortasında duran koca bir gemi gibi hiçbir yere gitmeden anlamsızca eskidiğimizi hatırlatıyor bize...Nedenini bilmiyorum...Ama gerçekten sonbaharı bir deniz kenarında geçirseniz bile, kokusundan mıdır, renginden midir bilmem, çocukluğunuzdan kalma eski bir şarkıya yakalandığınızda olduğu gibi mesela, aniden bütün duyguların en altından hüzün çıkıyor...Kaybettiklerimizden, yapamadıklarımızdan, yapıp bir daha tekrarlayamadıklarımızdan, unuttuklarımızdan, unutamadıklarımızdan arta kalan bir hüzün...***Sonbaharın ışıkları büyütüyor o hüznü.Hayatla, yaşadıklarınla ilgili sorular üşüşüyor birden.Kendinle gözgöze geliyorsun.Ama bu hüznün beni acıtmasını tam sevmesem de beni değiştirmesini seviyorum ben...Her yıl sorularla, hesaplaşmalarla, kendi içime ve hayata bakarak, hem aynı kalıp hem değişerek sonbahardan geçmeyi seviyorum.Işıklar değişiyor, ben de değişiyorum her defasında...***Yazın yakıcı aydınlığı, imparatorluğunun son günlerini yaşıyor artık.Sabah ve akşam saatlerinde sonbaharın billur ışıkları eylülün kıvamlı aydınlığının içine sızıyor.İnsanı üşütmese de ürperten bir serinlik var...Işıklar değişti... Kokular değişti...Bir bakıyorsunuz gökyüzü balya balya bulutlarla kapanıyor, gri bir renk basıyor kenti...Bir sağanak patlıyor, kuruyup kavrulmuş yapraklar savruluyor rüzgarda...Sonra hiçbir şey olmamış gibi bunaltıcı bir yaz sıcağı geliyor...Ardından akşam yeniden ıslak bir karanlık dolaşıyor sokaklarda.***Bir süre daha sıcaklar devam edecek sanırım..Yani ben etsin isteyenlerdenim...Sonbaharın hüznüne sıcak bir güneşin karışması hepimize iyi gelir sanırım.En azından bize alışmak için biraz vakit tanır...
Tatil dönüşleri bende hep aynı hissi bırakır nedense; tuhaf bir yalnızlık…Aşkın son zamanları... Ya da hiç bilmediğim bir şehre bir gece karanlığında gelmek ... Ya da hiç tanımadığım insanlar arasında tek başına durmak gibi... Ürkütür beni.Tatilin özgürlüğünden tekrar sınırları belli bir hayata dönmek belki de beni sıkan…Tatilde kolay olan her şey, ‘gerçek’ hayatta zordur nedense, öyle değil mi?***Zamanı insanın kendisinin yönetmesi ya da zamana hiç aldırmaması insana iyi gelen şey aslında tatilde...Hayat 24 saattir, sınırları da yoktur.Gece yarısı yürüyüş yaparsınız, sabah çok erken yüzersiniz ya da öğlen sereserpe bir ağaç altında uyursunuz kimseye aldırmadan...Şehirde ayıp-günah olan her şey tatilde serbesttir, öyle gelir daha doğrusu insana.Kimse aldırmaz ötekine...Hiç birimiz aldırmayız kendimize...Zaman kavramının olmaması ve özgürlük başka bir hayat yaratır.Aynı hayattan başka bir ‘ben’ çıkarır.***Şehir hayatı, insanı kendine mahkum ediyor ya, belki de tüm sorun burada…İnsan şehirde kendine ve diğer insanlara mahkum oluyor…Bu da tüm özgürlükleri öldürüyor…İşte şimdi de bir tatil dönüşü…Ne yazacağımı bile bilmiyorum…Öylesine dolanıyorum internette neler olmuş, başka yazarlar neler yazmış diye bakıyorum…***İşte öylesine dolanırken T24’ de başka yazılara benzemeyen bir başlık gördüm, “ne olacak bu iskoçyanın hali,” Cemal Tunçdemir yazmış…Çok sevdim başlığı, dün İskoçya’da yapılan İngiltere ile Büyük Britanya Krallığı’nı oluşturdukları ve 1707 yılından beri devam eden siyasi birlikteliklerinin devam edip etmeyeceğine karar verecek olan seçimden bahsediyordu…Tatil dönüşü sıkıntımı Türkiyenin dertleriyle arttıracağıma, İskoçların seçimleriyle neşelendirebilirim diye düşünüp hemen okumaya başladım.***Tatil dönüşü iskoçların özgürlük seçimi bana iyi gelebilirdi…Üstelik yeni şeyler öğrenebilirdim, ki öyle de oldu.4 milyonu aşkın İskoç oy kulanmış dün.Cemal Tuçdemir demiş ki “Bizim İngiltere demekte ısrar ettiğimiz ülkenin adı aslında 1801 yılından beri Birleşik Krallık’tır. İngiltere ise, Galler, İskoçya ve başkenti Belfast olan Kuzey İrlanda ile birlikte bu krallığı oluşturan 4 alt-devletten sadece biridir. Britanya bir devlet adı değil, Avrupa’nın kuzeydoğusundaki adanın adıdır. İskoçya ve İngiltere’nin 1707 yılında kurduğu ortak krallığın adı Büyük Britanya Krallığı’ydı ama 1801 yılında İrlanda’nın da katılmasıyla ülkenin adı ‘Birleşik Krallık’ oldu. İrlanda’nın özellikle güneyinde kalan büyük bölümü 1922 yılında birlikten ayrıldı ve sonrasında başkenti Dublin olan İrlanda Cumhuriyetini kurdu. Diğerleri ise ülkenin bugünkü resmi adı olan Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı veya kısaca Birleşik Krallık olarak yola devam etti.İngiltere, Birleşik Krallık’ı oluşturan diğer 3 alt-devletin aksine, kendine ait bir parlamento ve hükümete sahip değil. Krallığın başkenti Londra’daki Birleşik Krallık Hükümeti ve Birleşik Krallık Parlamentosu tarafından yönetiliyor. İngiltere’nin de Galler, Kuzey İrlanda ve İskoçya’daki gibi bir ulusal parlamento ve hükümete sahip olması gerektiği tartışmaları bugüne kadar sonuçsuz kalmıştı. İskoçya ve İngiltere zaten iki ayrı devlet ve İskoçya İngiltere’den değil, Birleşik Krallık’tan bağımsızlık için referanduma gidiyor.”***Harika değil mi?“Ayrılalım mı, ayrılmayalım mı” diye tartışıp, “hadi halk karar versin” diyorlar.Kavga, dövüş, sövme, sayma yıkma yok.İskoçya’nın ayrılıp ayrılmamasından çok, bu “ayrılma” meselesini ele alma biçimleri benim hoşuma gitti benim...Bu ayrılığın dünyaya Avrupa’ya neler getireceğini nasılsa hep beraber görürüz...Önemli olan bu referandumu yapabilmeleri...***Herhalde yeni bir çağa girilirken dünya epeyce değişecek…Ama bazıları Britanya gibi bazıları Ortadoğu gibi değişecek.Değişmek kaçınılmaz da, sorun “nasıl” değişeceğin.Asıl farkı yaratan da işte O “nasıl”ın cevabı...
Seda Sayan, programına iki karısını öldürmüş sonra afla hapishaneden çıkmış, şimdi ise iki kocasını öldüren bir kadınla evlenebileceğini söyleyen bir katili çıkarınca ortalık karıştı...CHP’li Aylin Nazlıaka Seda Sayan’ı RTÜK’e şikayet etti..Programın sponsoru sponsorluktan çekildi...Seda Sayan programın içinde ‘ böyle güzler yüzlü katil olur mu’ dedi...Insanın tüylerini diken diken eden gelişmeler olmakla beraber, tam ne düşüneceğini de bilemiyor insan sanki...Cezalarını çekmiş katillerin de yaşama hakkı yok mu ile iki kadını öldürmüş bir câninin hepimizin hayatına bu kadar kolay gülümseyerek girmesi doğru mu arasında sıkıştık...***Bir toplum için medeniyetin en önemli ölçüsü, kadına nasıl baktığıdır bence...Ne zaman yeni insanlarla, yeni şehirlerle, yeni toplumlarla karşılaşsam kadını nasıl algıladığına bakarım önce...Bir toplumun, bazen sadece bir tek erkeğin bile, kadını, kadın çıplaklığını nasıl algıladığı o toplumun gelişmişliği hakkında iyi bir fikir verir çünkü...Kadının nasıl algılandığı, röntgen cihazının içimizi göstermesi gibi bir toplumun gizli kalmış en derin yerlerinde saklanan kiri pası, vahşeti?gösterebilir...***Kadından korkan bir toplum burası...Erkeklerin vahşi olması da, sanatın istendiği ölçüde serpilememesi de, medeniyetin tam anlamıyla gelişememesi de hep bu kadından korkmak yüzünden bence...Kadınlı bir toplumu yaratamadık...Kadını hep özleyen ama ondan hep korkan, bu korku yüzünden de ondan nefret eden bir “erkekler” toplumu oldu Türkiye.Kadınları üretime almadılar, kadınları kapadılar, kadınlarla beraber eğlenmediler, kadınların akıllı olduğuna inanmadılar, namus kavramını kadınların çıplaklığı üzerine kurdular, namussuzluğu kadınların özgürce yaşamasının adı olarak gördüler...Sonunda da kadınları öldürdüler...Hala da öldürüyorlar...***Artan cinayetler, yıllarca erkekle kadını ayrı yaşamaya zorlamış bir toplumun içinde oluşmuş hastalıklı tümörlerin birer birer su yüzüne çıkması yüzünden...Çünkü hayat değişti ve kadınlar da değişmeye başladı...Kolayca ezebildiğin, eve kapayabildiğin, yok saydığın kadın başını kaldırdı...Kadın başını kaldırınca da ondan ‘korkan’ adam onu öldürdü.Kadınları güçsüz bırakarak, kendilerini de eksik bırakan erkekler böyle bir toplumda ancak katil oluyorlar işte...***Cinayetleri durdurmak mı istiyorsunuz...Kadınla erkeği ‘barıştırmanız’ gerekiyor...Kadınları özgürleştirmeniz...Erkeklerin kendine güvenini arttırmanız...Bütün bunlar için de erkeğin “namusunu” kadından bağımsızlaştırmanız gerekiyor, bir erkek namuslu, onurlu, saygıdeğer olmak istiyorsa bunu kendi başına yapsın, işinde, hayatında yapsın...Her türlü sahtekarlığa, ahlaksızlığa bulaşıp, kadının bedeni üzerinden kendine “namus ve ahlak” devşirmesin.Gururlarını, namuslarını, ahlaklarını, kimliklerini, kişiliklerini kendi varlıkları üzerine bina etsinler, kadının bedeni üzerine değil.***Bunları daha önce de yazdım,aynı cümlelerle hatta,her zaman da yazmaya çalışacağım…Bu toplumun erkekleri sahip olamadıkları her değeri kadın üzerinden kazanmaya kalktıklarında, kadınları kaybettiklerinde her şeylerini kaybediyor, güçsüz ve zavallı kalıyorlar.O gücü de cinayetle yeniden kazanacaklarını sanıyorlar.Ama o Kaybettikleri gücü, televzyon programlarında geçmişlerinde kanlı izler yokmuş gibi arsızca yeni kadınlar arayarak kazanamazlar…Yaptıklarının korkunçluğunu, büyük bir suç ve günah işlediklerini bilmeleri, bunun utancını yaşamaları gerekir.Kadın öldürmek hayatın doğal bir parçası değildir, bunu doğal bulan toplumlar da “toplum” sıfatını haketmemiş vahşi kalabalıklardır.***Sayan’ın programı, bu toplumun en azından bir bölümünün hala kadın öldürmeyi doğal bulduğunu gösteriyor.Onlara bunun doğal olmadığını öğretemeyen bir toplum ne kadınlarını koruyabilir, ne de gelişebilir.Vahşet içinde debelenir sadece…
Bu aralar bunu düşünüp duruyorum…Hayatlarımızı istediğimiz gibi yaşayabiliyor muyuz?Yaşayamıyorsak, ki bence yaşayamıyoruz, neden yaşayamıyoruz?Bazen de yaşıyoruz elbet, “çılgınlık” yaşadığımız zamanlar oluyor, hayatın o anlarda nasıl genişlediğini, o sırada herşeyin nasıl daha parlak bir hale geldiğini görüyoruz.Sonra bütün bu gördüklerimizi unutup, yeniden o küçücük bir hapishanelerimize çekiliyoruz sanki...Ve bir türlü karar veremiyoruzmutlu muyuz?***Ve benzer türlü karar vermemiyorum, mutluluk hissedilen bir şey mi yoksa olunan bir şey mi?***Bazen hepimizin aynı anda farklı bahçelerde dolaşmak isteğimizi düşünüyorum.Nerede değilsek orada olmakistiyoruz.İngilizlerin o sözünü seviyorum, “hep başka çimenlerin daha yeşil olduğunu zannederiz” diyorlar…“İstediğin hayatı mı yaşıyorsun”sorusu karşısında duraksamamızınnedeni bu belki de…Arzularımızın aç gözlülüğü, tatminsizliği ve arzularımızın peşinden gitme konusundaki çekingenliğimiz.Hep daha çok istiyoruz ama hep daha çok korkuyoruz...***İstediklerini sınırsızca ve korkusuzca gerçekleştirmeye uğraşanlara“çılgın” dememiz, isteklerimizleyaptıklarımız arasında hep bir farklılık olduğunu ve hep de öyle olacağınıkabullenmemiz, bir şeyi yaşamak isterken bir başka şeyi yaşamayı akla,kurallara ve hayata uygun bulmamız, hep bu çelişkimizden bence.Olanı bir türlü sevemememizden..Olanın dışına çıktığımızda da, karşılaşacağımız binlerce tehlikeden, dikenlerden, uçurumlardan, canavarlardan kendimizi kurtaramayacağımız endişesinden.İsteklerimizle yaptıklarımız arasındaki bu farklılığı soru sormadan benimsememiz, böyle yaşamanın en güvenli yöntem olduğuna inanmamız, gerçekten yaşamak mı peki?Emin değilim.***Çok istediğimiz, çok özlediğimiz, hep ondan söz ettiğimiz mutluluğa, bu korkularla ulaşamayacağımızı bile bile neden bu kadar korkuyoruz peki?Neden olduğumuzdan farklı gözükmek, olduğumuz gibi gözükmekten her defasında daha kolay geliyor?***Yoksa güvenliğin zevkle ve heyecanla yan yana düşmemesi mi bizi çelişkilere sürüklüyor?Cesaretle, hiç korkmadan, coşkuyla yaşasak başımıza gelecek belalar daha mı fazla olur?***Size de olur mu bilmiyorum, bazen koltukta otururken ya da yürürken ya da sohbet ederken birden yabancı bir şehirde tek başına birini bıraktığım hissine kapılıyorum, kimi terk ettim, kimi yalnız bıraktım acaba diye merak ederken içimde bir sızı oluyor ne olduğunu anlamadan…Sonra, benim tarafımdan terk edilen kendimmişim gibi bir hissekapılıyorum…O sızı daha da artıyor o an…***Ne o terkettiğimi düşündüğümparçamı çekip yanıma alabiliyorum,ne o parçama çekip gidebiliyorum.Böyle zamanlarda “mutlu musun” sorusu şaşırtıyor bizi işte.Bu soruyu kendimize sormadan bir hayat kuruyoruz biz de.Çünkü hepimiz için en tehlikelisorulardan biri, şu basit soru oluyorİstediğim hayatı yaşıyorummuyum? Ve bunu değiştirecek gücüm var mı?
Eylül geldi.Değişen ışıklar, kokular, duygular, insanı derinden etkileyen gel gitler zamanıdır Eylül, karşı konulmaz ona...İçi ıssızlaşır insanın birdenbire...Rengi, kokusu, ışığı sadece sana ait olan bir adada tek başına bulursun kendini…Kendinle hesaplaşırsın, hüzünlenirsin, yalnızlığınla mahzunlaşırsın, kendini kendinden bile koruyamaz hale gelirsin.Öyle olmasa da öyle hissedersin...Sanki ruhun ve bedenin şeffalaşır, yaprakların arasından süzülen incecik bir ışık huzmesi bile yarayabilir seni.İyileşmek, güçlenmek, kalabalalıklaşmak için herkesin kendine ait bir yolu, yordamı, çaresi vardır.Ona sığınırsın.Benim sığınağım böyle zamanlarda, yazmak...Derinlerde dolaşan duyguları yakalayıp yazmaya, onları böylece sağaltmaya çalışmak.Ama bu, bizim gibi ülkelerde öyle kolay bir iş değil, sen bir ışık hüzmesiyle bile yaralanacak haldeyken, yaşadığın toplum alev alev tutuşmuşsa, başını kendinden kaldırıp etrafına bakmak zorunda kalırsın...***Heryerde bir yangın yaşanıyor sanki şu günlerde yine...“Yargı bağımsızlığını” yok etmek için neredeyse ölesiye bir çaba var.Siyaset, hukuk dünyasının içindeki mevzilerini güçlendirmek için büyük bir savaş veriyor, bağımsız hukukçuları sistem dışına atabilmek için elinden geleni yapıyor.25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonunu yürüten polisler gözaltına alınıyor, polislere “hırsızları yakalamanın en kadar pahalı” olduğu gösteriliyor.25 Aralık’ta haklarında gözaltı kararı çıkarılan 96 kişi için ise takipsizlik kararı veriliyor.Tüm şüpheliler soruşturulmadan suçsuz ilan ediliyor...İnsanın masumiyete de inancı kalmıyor.İsimleri hırsızlıkla anılan şüpheliler herkesin gözü önünde adaletten kaçabiliyor...Oysa ki kendimizi en masum hissettiğimiz aydır Eylül... ***Bunu yapamıyor olmalılar diye aklınızdan geçiyor değil mi?Tabii ki yapamıyor olmalılar!Ama devlet devlet değil artık.Cumhurbaşkanı Yargıtay’a, Yargıtay’ın yargıçlarına “haşhaşiler” diyor.Cumhurbaşkanı kızdı diye başbakanıyla bakanları da Yargıtay’a küsüyor.Yargı çok ciddi biçimde cumhurbaşkanını da hükümeti de hukuka uymaları, bağımsız yargıya dokunmamaları için uyarıyor.Muhalefet cumhurbaşkanını tanımıyor, ne elini sıkıyor, ne davetlerine gidiyor...Genelkurmay Başkanı, o eski “kırmızı çizgileri” yeniden gündeme sokuyor.Polisler polisleri yakalıyor...Cumhurbaşkanı rahatlıkla “daha da yakalayacaklar” diyor.***Böyle bir devirde, böyle bir memlekette karşılıyoruz bu Eylül’ü biz...Bir yanımızda kendi yalnızlığımız, hüznümüz…Bir yanımızda çöken, bütün değerlerini kaybeden bir toplum.Yara bere içindeyiz.***Bu eylül kendimizle başbaşa kalamayacağız sanırım…Yeniden güçlenmek, kalabalıklaşmak, neşelenmek için kendi içimizde çıkmak zorunda olduğumuz o mahzun yolculuğu ertelemeye mecbur olacağız.Yaşadığımız memleket yanıyor çünkü…Memlekete bakmaktan kendimize vakit kalmıyor ne yazık ki...
Türkiye Futbol Federasyonu, hepimizin ortaklaşa seveceği doğru ve güzel kararlarından birini aldı dün, Süper Lig’in bu sezonuna “Süleyman Seba Sezonu” adını verdi.Ben sevdim bunu...Süleyman Seba’yı tanıma fırsatı bulmuş, onunla yaptığı röportajı onca röportaj arasında aklında tutmuş biri olarak gerçekten hoşuma gitti.Ama güldüm de...Süleyman Seba’yla, Seba’nın taşıdığı değerle bu kadar taban tabana zıt bir organizasyonun yanyana gelmesine...Düşünsenize bizim ligimizi ve olanları...Futbolcuların sahadaki ve saha dışındaki sportmenlikten uzak hallerini, yöneticilerin önünü arkasını düşünmeden oldukça ilkel ve sığ davranışlarını...Taraftarlar birbirlerine düşman gözüyle bakmasını,stadlardan yükselen küfürleri...Aslında bizim Lig’imizde sürekli utandırıcı sahneler yaşanıyor.***Yine de içinde taşıdığı bu ironiye rağmen şunu da kabul etmek lazım ki, Süleyman Seba’nın adını taşıyan sezonda; onun ölümünden sonra gözyaşı döken herkes artık stadlardaki şiddetin sona ermesi için elinden geleni yapacak gibi duruyor...Yıldırım Demirören Federasyonu’nun verdiği bu kararı alkışlamak için şu ölçüyü de koymak gerekiyor tabii;Sezona Seba’nın ismini vermek yetmez.Onun ruhunu da yaşatmak lazım.Aklına estiği gibi konuşan yöneticilere, futbolculara, teknik adamlara hak ettiği sert cezaların mutlaka verilmesi gerekiyor.***Örneğin Volkan’a verilen 3 maç cezayı az buldum ben ama en azından eyyam yapılıp olayın gözardı edilmemesini de olumlu bir adım olarak gördüm.Volkan’ın penaltıyı kaçıran Melo’nun üzerine atlayıp sadece sarı kart aldığı; aynı penaltıdan sonra rakibine edep yerini gösterdiği; ve kameralara “Melo köpektir ve zehirlenmelidir“ imasını yaptığı bir ortamda nasıl şiddetin yok olmasını bekliyoruz, bilmiyorum.Aslında bizler gerçekten ‘iyiniyetli’ insanlarız.Ama yine de 6’ıncı haftaki G.Saray-F.Bahçe derbisinde olay çıkmasını hangi güç, nasıl engelleyecek merak ediyorum...Dünyadaki benzer olaylara baktığımızda dünyanın en büyük futbolcularından Luis Suarez rakibini ısırdığı için 4 ay ceza aldı, Atletico Madrid’i şampiyon yapan Diego Simeone dördüncü hakemi iteklediği için 8 maçtan men edilecek...Volkan Demirel ise yaptığı onca kabul edilemez harekete rağmen 3 maçla kurtuldu.***Volkan’a 3 maç ceza vermek, ne onun gözünü korkutur bana sorarsanız ne de diğer futbolcuları titretir...Bence zaten şu anda dünya futbolu ile aramızdaki en büyük fark; kötü örneklere onlar kadar katı ve kararlı yaptırımlar uygulayamamız...Herkes herkesin ‘başkanı’ olunca bu durum kaçınılmaz oluyor ne yazık ki...İşte bu insanın içini sıkan yapış yapış ilişkiler futbolun karanlık tarafını iyice cesaretlendiriyor ve sahadaki futbolun kalitesi vasatın altına düşüyor.***Federasyon önemli bir karar vererek Süleyman Seba ismini sezona ithaf etti ve çıtayı yükseğe koydu.Eğer bundan sonra futbolcular tribünlere hoş gözükmek için aynı kepazelikleri yapmaya devam eder;Yöneticiler kendi hatalarının üstüne örtmek için ortalığı ateşleyici tutumlar sergiler;Taraftarlar stadlara keyif almak için değil de içlerindeki bastırılmış şiddet duygularını dışa vurmak için gider;Federasyon da bunları görmemezlikten gelip her şeyi izlemeye devam ederse...Lige Süleyman Seba ismini vermek insanı güldürmekten başka bir işe yaramaz...Ve daha da kötüsü bana sorarsanız Süleyman Seba’yı esas işte o gün öldürmüş oluruz!