En çok pazartesi yazılarını yazarken zorlanıyorum ben. Çünkü pazar günleri fevkalade anlaşılmaz bir neşe oluyor içimde...Bilgisayarın başına oturduğumda aklıma iyi ve güzel şeyler geliyor sadece.Bu ülke bile içimdeki özü öldüremiyor nedense.***Kötülüğün baraj kapakları patlamış gibi gözüküyor epeydir, ölümler, çatışmalar, acılar, kederler akıyor üstümüze.Hemen sınırımızda bir savaşı maç seyreder gibi seyrediyoruz.O savaşın bütün dehşeti kaçınılmaz olarak sınırın bu yanına da geçiyor.Acı ve kan sıçrıyor her yanımıza...Bütün hafta bu dehşetin ölümcül yansımalarını beraberde izledik zaten...***Aptallığa, çıkarcılığa, öldürücü ihtirasa, bencilliğe karşı durma mücadelesine döndü burada hayat.Bu haklı bir mücadele.Ama bu haklı mücadelede, kötülüklere karşı çıkarken küçük ümit ve neşe adacıklarını da hayatımızdan uzaklaştırmamalıyız diye düşünüyorum ben.Yaşama sevincini her şeye rağmen muhafaza edebilmek de mücadelenin bir parçası bana sorarsanız...***Saçmalıkların saldırısı karşısında mecburen aklın ve mantığın düz duvarlı kalelerine sığınıyoruz.Başkalarının aptallıkları yüzünden aklın tutsağı olduk.Farkında mısınız, hergün başka bir laf söyleyen siyaset dünyası yüzünden, onların tuhaf tutarsızlıkları yüzünden hepimiz tutarlılık fetişisti olmak üzereyiz. Kendi küçük hayatlarımızda bile tutarsız olma lüksümüzü, bu ülkede yaşanan büyük tutarsızlıklar nedeniyle kaybediyoruz.Bir insanın güvenli sallapatiliğiyle değil, bir sarhoşun aşırı dikkatli adımlarıyla yürüyoruz hayatın içinde.Buna mecbur bırakılıyoruz.***Etrafımızdaki herşey öylesine öylesine dağılmış vaziyetteki, kendimizi koruyabilmek için kaçınılmaz olarak mantığın sağlam direğine tutunuyoruz, bunun için uğraşıyoruz.Halbuki hayat böyle mantıklı, akıllı, tekdüze, düzgün birşey değil, duyguların savruluşuna, arada bir tutarsızlığa, kaprisli cilvelere, küçük oyunlara da yer var orada.Ama insanlar hafif bir sohbette bile ülkenin sorunlarından bahsediyorsa, karşılıklı birer düşünce manyağına dönüşüyorsa erkeklerle kadınlar, sizce o kadınlar ya da o adamlarda mı sorun var sadece?Siyaset dünyasının sorun çözme beceriksizliği, sadece ülkeyi felakete götürmüyor, yaşama sevincimizi de buduyor.Küçük sevinçlerimizi de kezzaplıyor.***Dün pazardı.Ben yine ümitli, neşeli ve iyimserdim.Pakistanli Malala'nın Nobel barış ödülü alması beni iyimser hale getirdi aslında...Barbarların saldırısına uğrayan o küçük kızın ödüllendirilmesine çok sevindim.Ondan da bir sevinç devşirdim kendi hayatıma.***İnatçı ve neşeliyim.Ne yaparlarsa yapsınlar, canımızı ne kadar yakarlarsa yaksınlar, ümitli olmaktan vaz geçmeyeceğim.Bu ülkede çok kötü şeyler olduğunu biliyorum ama bir gün bu ülkede iyi şeyler olacağına da inanmayı sürdüreceğim ben...Küçük sevinçlerden taviz vermeyeceğim. Ölüme ve öldürenlere karşı, yaşama, ümide, sevince sarılarak mücadele edeceğim.“Bir gün iyi şeyler de olacak” cümlesini aklımdan hiç çıkarmayacağım.
Bu aralar evdeki işlerden başımı kaldıramıyorum...Bozulan çamaşır makinası, patlayan boru, çalışmayan Digitürk, ütülemeyen ütü... Başımı kaldırdığımdaysa sadece acı görüyorum dışarıda,o yüzden kendimi kitaplara verdim... Kütüphaneyi düzenlemeye başladım... Uzun zamandır kontrolüm dışında bir birikme olmaya başlamıştı, kitaplığın sınırlarını çoktan aşıp yerler, duvar dipleri kitaplara dolmuştu... Zamanı gelmişti yani.***Bunun ne denli zor birsey olduğunu unutmuşum ama.. Ben küçükken dedemin evine bir kütüphaneci gelirdi,bütün kitapları numaralamıştı hatırlıyorum... Kitaplarla uğraşırken o aklımdan geçti, herşeyi bırakıp kaçsam kütüphaneci olsam, evlere gidip kitaplıklarını düzenlesem...Ne hoş olur...Gerçekten bu işi yapmayı düşündüm, hala da düşünüyorum doğrusu...Kitapları üstüste yığılan herkes benim ne dediğimi ve bunu yapacak birinin olmasının ne harika birsey olduğunu bilir.***Ben kitaplara dokunmayı çok severim...Daha önce okuduğum kitapları, bazen sebebini bilebilmeden büyük bir özlemle tekrar okurum...Nedense benim için okunmuş kitap yoktur, her kitap defalarca okunabilir hele de seviyorsanız onu...Bu bana sık sık olur gerçi...Nasıl olduğunu, neden olduğunu anlamadan bir kahraman aklımda dolaşıp durmaya başlar... Aklıma takılır... Kendini düşündürür...Sonra tuhaf tesadüfler başlar... Yakınımda birileri ondan bahseder. Ve kendimi kütüphanenin önünde o kitabı ararken bulurum...Koltuğa gömülür, dünyanın tüm seslerinden sıyrılır, o kahramanın sesini duymak için sayfalar arasında kaybolurum...***Kütüphaneyi düzenlerken pek çok kahramanla selamlaştım, çoğunu uzun zamandır ihmal etmişim hatta...Özlediğimi fark ettim çoğunu...Ama bu sefer daha önce hiç yapmadığım birşey de yaptım, kitaplıktan kitap attım...Okumayı hiç düşünmediğim kitaplar da var benim...Tuhaf ama gerçek...Nedense kitaplıkta dursunlar bile istemedim... Yazarlarından özür dileyerek onları sevmeleri umuduyla yeni evlere dağıttım.***Yazarları düşündüm sonra uzun uzun...Çünkü tuhaf bir acı duydum kitaplarını sevmediğim yazarları düşününce...Özür dilemek istedim onlardan ‘ben böyleyim’ diye. Yazarları toplumlar yaratır.Belli bir aşamaya gelen toplum o aşamaya uygun bir edebiyata ihtiyaç duyar.İhtiyacı olan yazarı da kendi içinden çıkarır. Toplumsal değerlere en aykırı duran yazarlar bile o aykırılığa ihtiyaç duyan toplum tarafından yaratılmıştır...Yazarlar toplumun ürünleridir yani...Bir yazar, bazen bir kitap, sandığımızdan çok daha fazlaşey anlatır bize...***Kitaplardan başımı kaldıramadım o gün...İçine sığındığım o dünya bana çok iyi geldi.Sokaktaki ölümleri düşünürken intihar eden yazarlar aklımdan geçti bu sefer.. Acılara dayanamayıp isteyerek ölümü seçen yazarlar...‘Her yazar ölümü bilir’ demişti babam bir gün bana. Yazı, bir kenarı ölüme bir kenarı hayata dokunan minicik işaretlerden oluşmuş uzun bir çizgi gibi. Yazar, bir yanıyla hayata yaslandıkça diğer yanıyla ölüme yaslanıyor...***İçime tarifi zor bir sızı yerleşti sonra..Hayatlarına son vermiş, kendi istekleriyle ölümü seçmiş yazarların kitaplarına dokundum, Romain Gary, tutkuyla bağlı olduğu eski eşi Jean Seberg’in ölümündenbir yıl sonra 65 yaşında Paris’te yaşamına son vermiş. Ardında bıraktığı notta “Çok eğlendim. Hoşçakalın veteşekkürler” yazıyormuş.Ernest Hemingway, hayatının sonlarına doğru her şeyinboş olduğunu düşünmüş. Stefan Zweig, Hitler’in dünya düzeninin kalıcı olmasından duyduğu korkuyla bunalıma girmiş.Virginia Woolf, içinden çıkamadığı buhranını “Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanı başından geçen daracık bir yol gibi” diye anlatmış. Jack London, dünyada en çok okunmuş yazar olduğuhalde, 40 yaşında ilaç içerek yaşamına son vermiş.***Yazarların hayatı, yazılarıyla bir küreden bir küreye akıyor. Ama onlar hep biliyor, alttaki yazılar biriktikçe, üsteki hayat eksiliyor.Yazmak için hep hayatından eksiltiyor yazarlar. ***Ne diyorsunuz, O kitapları vermese miydim acaba?
IŞİD’in Kobanê’ye saldırısını protesto etmek için başlayan eylemler sırasında 6 ilde sokağa çıkma yasağı ilan edildi.Sokağa çıkma yasağının uzatıldığı Mardin’in Kızıltepe ilçesinde 2 kişi vurulmuş halde bulundu.Olaylarda hayatını kaybedenlerin sayısı 23’e yükseldi.145 kişinin yaralandığı gösterilerde 368 kişi de gözaltına alındı.***Ne oluyor anlayabiliyor musunuz siz?Açıkcası ben ‘anlayamıyorum.’Bir yandan ülkede kutlanan kurban bayramı tatili, bir yandan ölümleri durdurmak için ülkede yapılan eylemlerde ölen insanlar...Şiddetin sesi yükselince aklın sesi de kısılıyor elbet.Bu ülkede de şiddetin sesi hiç bitmiyor.Diniyor belki ama durmuyor...***Bütün kavramlar birer birer güneşte unutulmuş plastik parçası gibi eğilip bükülmeye, biçimini kaybetmeye başlıyor tabii böyle olunca…Hukuk kavramı, adalet kavramı, devlet kavramı, vatandaş kavramı, suçlu kavramı, düşman kavramı…Bütün kavramlar manalarının dışında başka manalara bürünüyor.“İnsanlar ölmesin diye” başlayan gösteriler insanların ölümleriyle sonuçlanıyor.Yaşadığını düşünenlerse susuyor...***Aslında kurallar net:Her vatandaşın itirazını söyleme, isteğini dile getirme hakkı vardır.O vatandaşların isteklerinin “haklı olup olmadığına” siyasi iktidarlar karar veremez, silahsız bir gösteriye silahla da cevap verilemez.Her vatandaşın hayatına karışılmamasını isteme hakkı vardır…Her vatandaşın hükümeti beğenmeme hakkı vardır…Her vatandaşın kim olursa olsun yaşama hakkı vardır.Her vatandaşın düşündüğü söyleme hakkı vardır...***Her toplumda olduğu gibi bizim toplumumuzda birbirinden farklı insanlar yaşıyor…Müslümanı, Ermenisi, Türkü, Kürtü, başı kapalısı, bikinilisi, kadını, erkeği, Alevisi, Sünnisi birbirine benzemek zorunda olmadan birlikte yaşama hakkına sahiptir.Bu insanlardan bir tanesini model seçip diğerlerini ona benzemeye mecbur edemezsiniz.Bu her defasında, her zaman diliminde ‘savaş’ çıkarır...En azından huzursuzluk dinmez.***Bir devlet vatandaşlarının “farklılıklarını” kabul ederek onlara eşit davranmakla yükümlüdür.Devlet böyle davrandığında, millet de bütün farklılıklarıyla kendi ortak değerleri etrafında birleşerek yaşamını huzurla sürdürür.***Hiçbir şartta değişmeyecek bir kural var bu topraklar için bana sorarsanız, size benzemeyenlerin hayatını yok ederseniz sizinki de yok olacaktır.Bu kaçınılmaz...“Onlar” dediğiniz kim ise, onları yaşatırsanız siz de yaşarsınız…Aynı topraklarda aynı kaderi paylaşıyoruz çünkü...Gerçek bir barış, ortak yaşadığımız acılardan çıkacak, bu çok net...Bizi yönetenler barış yapmayı beceremiyor belki ama gerçek bir barış bilinci canımız yandıkça içimize işliyor hiç farkında olmadan.Baskıya, acıya, haksızlığa baş kaldırmak da “ortak değerlerimiz” arasına katılacak.Baskının kime yapıldığına bakmayacağız.Bu da herhalde bu topraklardaki en büyük yenilik, en büyük gelişme olacak.
Kobane’de olanları izliyorum günlerdir...İçim kavruluyor öfkeden...Öfkem acımdan büyük, onca büyük ?acıya rağmen...Bir vahşiler sürüsünün saldırısına uğrayan insanların ölmesine ses çıkarmadan yaşayanların insanın kulağını sağır edecek o gürültülü sessizliği içimi yakıyor...***Biz de Kürt sorununu çözmediğimiz gibi kürtlerin Suriye’de kendilerine ait bir bölgeye sahip olmasına bile tahammül edemiyoruz.Hemen sınırımızın dibinde insanların ölmesine kayıtsız kalıyoruz.Kobane’de olanları izliyorum günlerdir...Oradaki insanın tenini kavuran acıyı haksızlığı görüyorum...Oradaki insanların yiğitçe direnişini, ağır silahlar karşısındaki çaresizliğini görüyorum.***Dünyanın bir bölümü hala barışa direniyor...Ateşkesten önce vurulan son asker gibi dünya yepyeni bir çağa açılırken, dünyanın bir bölümü,hukuku, insan hakları bitkisel hayatta bir toplum olarak yaşamak istiyor.Bizim bu gelişmemişliğin, bu ilkelliğin parçası olmamamız lazım...Yeni çağın hemen kapısında içeri giremeden yığılıp kalacağız yoksa....Yeryüzü bilgiyi kullanarak büyürken biz küçücük kalıp birbirimizi öldüreceğiz.***İnsanoğlunun, kendi değerini, insanın kıymetini anladığı bir çağ bu.Neden biz insan hayatını değersiz görmeye devam etmek zorundayız?Neden Kobane’de çocuklar ölmek zorunda?Neden vahşet sevgiden daha büyük güç sayılıyor?Neden bir ırkın diğer ırktan daha önemli olduğunu iddia etmeye devam etmeye mecbur olalım?Neden?***İnsanın değerli olabilmesi ancak eşit olabilmesiyle mümkün. Eşitlik yoksa hiçbir insan önemli olamıyor..Yeni dünyanın kapısına yorgun argın, yaralı olarak da olsa ulaştık.“Bayrak, ezan, toprak” diye başlayan nutuklar yerine “insan” diye başlayan nutuklar atabiliriz mesela... “Biz insanız ve en değerli olan biziz”diyebiliriz. ***Barışa karşı çıkmak, insanın değerine karşı çıkmak demek bence.Eşitliğe karşı çıkmak insanın değerini inkar etmek demek.Barışa ve eşitliğe karşı çıkanlar, sadece başka ırkın insanlarını değil kendilerini de küçümsüyorlar.Kendilerini de mutluluğa ve huzura layık görmüyorlar...Neden kendimizi küçümseyelim?Biz insanız ve biz değerliyiz.Barış ve eşitlik, kendi değerimizi kabul etmek demek.Bunda karşı çıkılacak ne var Allahaşkına!
Yeterince dindar olmasam da dini bilmiyor değilim…Güçlü bir inanç damarımın olmasından sanırım kurallarına bütünüyle uymadığım halde adetlerini hep çok severim dinin.Üstelik dine ve dindarlara yakın da büyümedim.Ama bayramların bayram gibi yaşandığı bir evde geçti çocukluğum.Babaannemin bayram sofrası kurup hepimizi heyecanla beklediği, bizlerin de, hala hatırladığım zaman burnumun direğini sızlatan bir özlem duyduğum bir sevinçle ona gittiğimiz bayramlarla büyüdüm ben.Bayramları, bayram sabahlarını, bayram namazından eve kahvaltıya dönen baba oğulları, bayramların asıl yükünü taşıyan telaşlı hanımları, kurulan bayram sofralarını, el öpmeleri, çocuklara verilen harçlıkları, bayram için alınan yeni ayakkabıları, yaşlıların onları ziyarete gelecekleri heyecanla beklemelerini hep sevdim.İyimserlik aptalların afyonudur der Milan Kundera.Benim aptallar kategorisine girmeye razı olacak bir iyimserliğim vardır genellikle…Ve bayramlarda Kundera’nın ‘aptalların afyonu’ dediği iyimserlikten hep daha fazla payımı alırım.Adetler, uğultulu bir yaşamın içinde sığındığım en huzurlu parçalardır benim için çünkü…Köklü gelenekler beni her defasında, hep daha fazla iyimser ve mutlu yapar hayata karşı…Sığınırım onlara…Isınırım.Bayramlarla ve bayram sofralarıyla kimselere göstermediğim yalnızlığımı, hüznümü acılarımı sararım…Bayramları belki de bu yüzden bu kadar çok severim.Sadece dışarısı değil, insanın içi de kalabalıklaşır çünkü…Yalnızlığına mutluluk, hüznüne huzur, acılarına sevinç karışır.Tanrının bizden aldığı çocukluğumuzu geri verdiği cömert günlerdir bayramlardır.Mutlu, düşmanlıktan, kızgınlıklardan uzak, nefretten arınmış uyanır insanlar…Tertemiz, özenli giyinir…Kanlı düşmanlar bile birbirine selam verir karşılaştıklarında…En yoksulumuz bile ‘zengin’ bayram sofrası kurar…Mahallenin hırçın gençleri düzgün taranmış saçları ve temiz kıyafetleriyle köşe başlarında toplanır…Hâlâ böyle sokaklar olduğunu biliyorum…Bunu bilmek bayramları güzelleştiriyor doğrusu.Yaşlıların yaşlılığın tadını çıkardığı günlerdir…Çocukların sokakları şenliğe verdiği…Eğlencenin günah değil de ibadet sayıldığı bir iki gün yaşanır bayramlarda.Herkesin efendi, herkesin anlayışlı, herkesin kibar olduğu günlerdir…Annelerini, babalarını, çocuklarını kaybetmiş olanlar, belki biraz isyan eder gözyaşlarıyla…Madem bayram, ben niye bu kadar eksiğim diye…Tanrı bu isyanı hoş görür.Kaybettiklerimiz çok uzaklardan da olsa sessizce uzanır yanımıza, ben hep buna inanırım.Bir gülümseme dolaştığına inanırım gökyüzünde bayramlarda…Kaybettiklerimiz gülümser bize…Ben bayramları severim.Bugün o bayram geldi işte…Birkaç gün, o huzurlu günleri yaşayacağız…Hepinize iyi bayramlar…Mutluluğun ve huzurun tadını çıkarın...Küçük bir not; bu yazı eski bir bayram yazısıydı....Bayram sonrası görüşmek üzere...
Şu ölmek için harcadığımız enerjiyi, yaşamak için harcasak kimbilir nasıl eğlenceli ve mutlu bir toplum olacaktık biz.Şaşırdınız değil mi?Mutluluk ve biz yanyana tuhaf geldi size de...Bize doğal olması gereken herşey tuhaf gelmeye başladı artık zaten.‘Başka ülkelerde insanlar özgür, mesela dövme yaptırabiliyorlar isterlerse kendi bedenlerine’ dese biri, çok şaşırırız mesela...Ama şaşırmamıza şaşırmayız!Neden şaşırdım ben buna demeyiz, normal gelir bize o normal olana şaşırma.***Biz kendimizi sevmiyoruz bence…Sevmiyoruz ne kelime, kendimizden neredeyse nefret ediyoruz…Yok edilmesi gereken bir kalabalıkmışız gibi davranıyoruz kendimize.Toplumların ruhu var mı bilmiyorum ama eğer varsa bizim toplumun ruhu bunalımlarla dolu, intihara eğilimliyiz ve bilinmeyen bir suçluluk duygusuyla kendi kendimizi yiyip bitiriyoruz.Birisinin bize yaşamayı ölümden çok hak ettiğimizi, kendimizden böylesine nefret etmemiz gerekmediğini söylemesi gerekiyor sanki…Yoksa insan bir ‘yokoluşa’ bu kadar normalmiş gibi davranabilir mi bilmiyorum.***Mesela bizler o bahsedilen beklenen büyük depreme, depremi hayatımızda ilk kez görümüyormuşuz şaşkınlığı ve çaresizliğiyle yakalanacağız.Çünkü biz buyuz…Tuhaf şeylere şaşırır, niye şaşırdığımıza şaşırmayız...Deprem olduğuna çok şaşıracağız mesela, olduğunda...20 yıldır bu gerçeği bilmiyormuşuz gibi birbirinize bakacağız ağlayarak...Ama yine de önlem almayacağız...***Peki,deprem gerçeğinden korkmayan başka gerçeklerden korkar mı?Korkmaz tabii...Dünyada ve Türkiye’de olanlar bizi niye korkutsun ki, biz depremi bile elimizle durdurabiliriz istersek, deprem kimmiş ayrıca, kimin adamı önce bunu söylesin cesareti varsa...Öyle değil mi?Böyle giderse tarihin sirkine koyacaklar bizi.Seyirciler biraz acıyarak, biraz da gülerek bakacaklar bize, sonra da bizi unutup uzaklaşacaklar.*** Ortadoğu bizim, depremi elimizle durdurabiliriz, deprem olsa ölmeyiz, madenlerin güvenliğini denetlemesek de madenler çökmez, ruhsatsız atelyeler patlamaz, kurallara uymayan arabalar çarpışmaz, cehenneme dönüşen hapishanelerde yangınlar çıkmaz, Kürt meselesinde hiçbir temel değişiklik gerçekleştirmesek de savaş biter…Biz buyuz çünkü…Sel felaketleriyle, yer sarsıntılarıyla, trafik kazalarıyla, iş kazalarıyla, bir türlü demokratik bir barışa ulaştıramadığımız iç savaşın her an yeniden patlama tehlikesiyle, patlamalarla, göçüklerle, cinayetlerle kendimizi yok edip dururuz.Ama hepimiz din dersine bi girsek herşey düzelecek sanırız...***Biz kendimize ne yaptık ki bu kadar nefret ediyoruz kendimizden acaba, bilemiyorum...Kendimiz ölüme ve hayata karşı hiç savunmuyoruz. Hatta ölüm biraz uzakta dursa, hemen manasız bir-iki hareketle ölümü çağırıyoruz.Her felaketten sonra ağlayıp yeni bir felakete yelken açıyoruz.Kendimizden nefret ediyor gibiyiz.Anlaşılamayan bir suçluluk duygusuyla malulüz.Akla uygun hiçbir fikri dinlemeyip ölüme doğru koşuyoruz toplumca.Bugünlerde canım çok sıkkın...İçimden tuhaf şeyler geçiyor, bi hep beraber yok olsak da tekrar doğsak mı acaba diyorum...Ne dersiniz?
Yunan mitolojisinin en çok bilinen hikayelerinden birinde Kral Minos yeryüzünde eşi olmayan bir labirent yaptırmak ister.Labirent bir adada yapılacaktır.Labirenti yapma görevini Dadalus ile oğlu İkarus’a verir kral.Dadalus gerçekten de içinden kimsenin çıkamayacağı bir labirent yapmayı başarır.Kral çok sevinir her şeyin tam istediği gibi olmasına… Ve labirentin sırrını kimseye söylemesinler diye Dadalus’la oğlu İkarus’u o labirente hapseder.***Fakat kralın karısı, baba oğula yardım edip onları labirentten kurtarır.Dadalus adadan uçarak kaçabilmeleri için balmumundan ve kuş tüylerinden kanatlar yapar kendisiyle oğluna.Ve oğlunu uyarır:‘Sakın fazla yükselip güneşe yaklaşma, kanatların erir ve düşersin…’İkarus yükselmeye başlar, yukarıya çıktıkça kendini güneşin pırıltısına kaptırır, kanatları erimeye başlar ve denize düşer.***Bugünlerde hastanedeyim ya, hayatı daha bir fazla düşünmeye başladım.Ya balmumu kanatlarımızla güneşe yükselmeye korkmuyoruz ya da güçlü kanatlarımız olduğu halde uçmaya cesaret edemiyoruz.Bu ikisi arasında doğruyu bir türlü bulamayıp hata yapıyoruz.Tuhaf bir çelişki değil mi?Sanki korkmadığımızda önce bir korkmamız, korktuğumuzda da önce güvenmemiz gerekiyor kendimize.Ama ya İkarus gibi kendi gücümüzden etkilenip yanarsak, balmumu kanatları güçlü kanatlar zannedersek, nasıl anlayacağız kendimize güvenmenin tam zamanını?Herhalde gerçekleri görecek bir akıl ve o gerçekleri kabul edecek bir cesaret, bu çelişkiyi çözecek anahtar.***Akıl ve cesaret…Akıl eksik olduğunda cesaret kanatlarını yakıyor, cesaret olmadığında kanatlarınla yükselebileceğin kadar yükselemiyorsun.Ama hayat, özellikle son zamanlarda çok sık gördüğümüz gibi, bize bu ikisini bir arada pek vermiyor. Akıl ve cesaret yanyana çok fazla bulunmuyor.***Doğruyu bulmak için gerekli anahtara daha doğuştan sahip olamıyorsak, bir eksikle doğuyorsak….O zaman yanlışlarımızdan kim sorumlu?Hayatı, doğayı, kaderi mi suçlayacağız?***Bazıları diyor ki yaşadığın hayatın içinde karşılaştığın her şey sensin. Hayatı sen düşüncelerinle yaratırsın…İyi kötü ne varsa onlar senin yansıman, senin hayallerin senin düşüncelerin… Senin hayatının içinde senden başka kader yok…***Bazıları da diyor ki yaptığın her şey kaderin eseri, senin ne yapacağın daha önceden belirleniyor.Senin hiçbir etkin yok hayatın üzerinde…Peki hangisi doğru acaba?Hayatımızdan ve yaptıklarımızdan kim sorumlu? Biz mi yoksa kaderimiz ve o kaderi çizen mi?Biz daha önceden belirlenmiş bir hattın üzerinde giden bir ve başka bir yol seçme imkanı olmayan katarlar mıyız yoksa gideceğimiz yolu kendimiz mi seçiyoruz?***Bu sorunun cevabını kesin bir şekilde vermek çok zor sanırım. Genlerimiz, daha doğuştan bazı özelliklerimizi ve yeteneklerimizi belirliyor, kendi sınırlarımızla doğuyoruz.Bu sınırları aşmamız mümkün değil.Bizim yapabileceğimiz herhalde kendi sınırlarımızın son noktasına kadar ilerlemeye çalışmak.***Akıl, o sınırları görmek…Cesaret o sınırlara kadar yürümek için gerekli. İkarus’un hikayesi sınırlarını görememenin hikayesi…Ama unutmayın ki bu aynı zamanda sınırlarını aşmaya çalışmanın, sınırlarına razı olmamanın, büyük bir cesaretin de hikayesi.***Bu hikayeyi herkes kendine göre okur, kendine göre yorumlar. Kanatlarını eritmeden uçmak… Bu herkesin hayali.Bu hayale ulaşan çok az…Ama genellikle kanatlarını yaktıkları için değil, uçmaya cesaret edemedikleri için hayallerine ulaşamaz insanlar.Bu da hayatın başka bir gerçeği.Peki siz hangisisiniz?
Galatasaray pek çok konuda Türkiye’nin istikrar sembolü olmuş kulüplerinden...Sanırım bunu rahatlıkla söyleyebiliriz gerçekten...Ama son dönemlerde Avrupa’da başarı kazanma ve kupa koleksiyonu yapma konusunda sağlanan istikrar, bir bardak suda fırtına koparma ve kendi kendine kriz yaratıp ezeli rakipleri Fenerbahçe’ye fayda sağlama konusunda istikrara dönüştü...Sanırım bunu da söyleyebiliriz hiç çekinmeden...***Geçen yıl bugünleri hatırlayın mesela.İki kere lig şampiyonu olmuş Galatasaray, Fatih Terim’le birlikte üçüncü şampiyonluğa hatta belki de daha ötesine gidiyordu… Bir anda, yaşanan Fatih Terim krizi yüzünden Galatasaray koca bir sezonu heba etti; olabileceği şampiyonluğu elleriyle Fenerbahçe’ye bıraktı.O günlerde yaşadığım şaşkınlığı çok iyi hatırlıyorum, iyi giden bir takım ancak böyle dinamitlenebilirdi.O dönemde benim inandığım şey Ünal Aysal’ın Fatih Terim’i gönderiş biçiminde hata yaptığı idi...Şimdi de aynı hatayı bana sorarsanız kendisi başkanlığı bırakarak yaptı.***Hatta daha büyük bir hatanın kapısını araladı…Başkanlığı bırakacağını 24 Eylül’de açıklamanın mantığını bir türlü aklım almıyor doğrusu...Gerçekten bırakacaksa bunu üç aylık yaz döneminde yapsaydı ve Galatasaray’ın bütün branşlarda şampiyonluğa oynaması beklenen takımlarını bir anda başkansız bırakmasaydı sanki daha akıllı bir davranış olurdu.Daha doğrusu Türkiye’de futbol dünyasından bu aklı bekleyemesek de Ünal Aysal’dan bunu bekliyor insan...***O yüzden aklıma bir çok başka soru takılıyor...Yoksa bu bırakış planlanmış bir hareket mi?Bir tiyatro mu aslında olanlar?Bunu defalarca Aziz Yıldırım’da gördük ‘bırakıyorum’ der, sonra ‘milyonlar’ ağlar ‘bırakma bizi bırakma bizi’ derler ve başkan geri döner...Ünal Aysal da eğer camiasının baskılarına dayanamayıp geri dönmeyi planlıyorsa, bu plan için sadece buram buram Aziz Yıldırım kokuyor denebilir o kadar...Galatasaray’da olması beklenen izandan çok geride bir davranış olur bu.***Zaten tuhaf biçimde Adnan Polat döneminden beri Galatasaray’ı fenerbahçelileştiren bir rüzgar var sanki Galatasaray camiasının içinde..Hergün biraz daha kaybediyor kendi ilkelerinden Galatasaray bence.Yok eğer Ünal Aysal dönmeyecekse, büyük bir bencillik yaparak kendini düşünüp Galatasaray’ı ikinci plana atarak kulübü sonu belli olmayan bir maceraya sokuyorsa, bu da kolay affedilir birşey olmaz Galatasaray’ı sevenler için bana sorarsanız..İkisi de yanlış, ikisi de tutarsız, ikisi de Galatasaray geleneklerinden çok uzak seçenekler.***Tabii Türkiye’de yaşadığımız için insanın aklına başka sorular da geliyor.Acaba Ünal Aysal bir tehditle ya da bir şantajla mı karşılaştı?Onu Galatasaray’ın başından uzaklaştırmak isteyen bir güç mü var?Bir Galatasaray başkanının sezon başladığı sırada görevi bırakmasının “olağanüstü” bir nedeni olmalı, bırakacaksa elbet.Böyle bir sorumsuzluk “olağan” bir nedenden olamaz çünkü…***Galatasaray’ı başsız, başkansız bir kaos ortamına sokmak hiç akıllıca değil...Hem de sezonun ilk haftalarında...Umarım Galatasaray camiası, kendine yakışır biçimde bir çözüm bulup bu krizi atlatır, aksi takdirde gelişmeler daha da kötüye gider.Galatasaray bu krizi fırsata döndürüp yepyeni bir başkanlık vizyonu ve pırıl pırıl bir yönetim kadrosu oluşturamazsa; gittikçe küçülmeye ve UEFA şampiyonluğu öncesi kaotik döneme dönmeye mahkum olur. Bunu söylemek için de medyum olmanız beklenmez!